gittigidiyor

Efendimiz S.A.V'in [ Mekke ] Hayat'ı

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Dünyaya Gelmeden Öncesi

Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler

Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri


Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem�i yaratmıştı.

Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A�lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu:

"Ya Rabbi, bu nur nedir?"

Allah Teâla buyurdu:

"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed�dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!"1

İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifâde buyurmuşlardır.

Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana, Allah�ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?"

Şu cevabı verdiler:

"Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah�ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2

Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem�in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim�e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil�e intikal etti.

Peygamberlerin babası olarak anılan Hz. İbrahim�in iki oğlu vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak�ın neslinden bir çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği Hacer�den dünyaya gelen oğlu İsmâil�in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok sevdiği oğlu İsmâil�in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.

İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma�bedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrâhim, bu mukaddes binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan emir aldı ve oğlu İsmâil�le birlikte derhal çalışmaya koyuldu.

Kâbe�nin inşâsı tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle yalvardılar:

"Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve hükümlerini öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!"1

İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmâil�in neslinden peygamberlerin reisi Hz. Muhammed�i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrâhim�in duâsıyım"2 buyurarak ifâde etmişlerdir.

Hz. İsmâil�in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğlulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde ise Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.

Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifâde buyururlar:

"Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil�i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş�i, Kureyş�ten de Benî Hâşim�i, Benî Hâşim�den de beni seçmiştir."1

Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:

"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."2 İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.

Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.



Yirminci dededen sonraki neseb çizgisi

Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan�ın Hz. İbrâhim�in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler.3 Buna göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.

Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan�dan Hz. İbrâhim�e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil�e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların atlandığını ortaya koyar.



Adnan�dan Hz. İbrâhim�e kadar

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan�dan Hz. İbrâhim�e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:

Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya�rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)1

Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem�e (a.s.) kadar götürür.2 Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifâk etmiş değillerdir.

Peygamber Efendimizin meşhur dedeleri

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.



Kusay

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem�den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay�a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke�nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke�nin idaresi ona verildi. Mekke�yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke�nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe�nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe�nin karşısında ve kapısı Kâbe�ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke�nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay�ın bu konağı tarihte "Dârü�n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay, Mekke�de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.

Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr�a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum" dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf�ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.1



Hâşim

Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.

Mekke�nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı. Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.

Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke�de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam�dan getirdiği has buğday unundan bem beyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim�in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.1

Hâşim�in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed�den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali�nin annesi Fâtıma�nın dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.2



Şeybe (Abdülmuttalib)

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe küçüklüğünde Medine�de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine�de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe�ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Hâşim�in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."

Seyre gelen büyükler Şeybe�nin bu övücü sözlerini duydular. Harîs bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim�in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke�ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib�e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.

Muttalib bu haber üzerine derhal Medine�ye vardı. Şeybe�yi alarak Mekke�ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular:

"Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden korkan Muttalib�in ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı.

Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib�in kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü�l-Muttalib" (Muttalib�in kölesi) olarak kaldı.1

Abdülmuttalib�in rüyâsı

Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş�in reğisliği makamına getirip oturttu.

Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe�nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi:

"Kalk, Tayyibe�yi kaz!"

Sordu: "Tayyibe nedir?"

Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe�yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi.

Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:

"Kalk, Berre�yi kaz."

Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:

"Berre nedir?"

Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.

Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne�yi kaz."

Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib�in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:

"Zemzem�i kaz!"

Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe�de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır."1

Uyanan Abdülmuttalib�in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defâlarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke�den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe�nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem�in ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, artık Zemzem�in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Abdülmuttalib�in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem�in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris�i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"



Abdülmuttalib ve Kureyş ileri gelenleri

Abdülmuttalib�in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib�e, "Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil�in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et" dediler.

Abdülmuttalib, "Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."

Abdülmuttalib�in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib�in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe�nin yanında kurban edeceğim."1

Abdülmuttalib�in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.



Şam�a gidiş

Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam�da oturan Sa�d bin Hüzeym.

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam�a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam�a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib�in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter" diyerek red cevabı verdiler.

Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.



Abdülmuttalib�in su aramaya çıkması

Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.

Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:

"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."

Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.

Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib�e dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem�i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."

Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke�ye hep beraber döndüler.1

Mekke�ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris�le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem�i ortaya çıkardı.



Kıymetli mallar için kur�a çektiler

Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem�i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib�e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib�in başına dikildiler.

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."

Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.

"Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur�a çekelim."

Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur�ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.

Abdülmuttalib, kur�ada takip edilecek usûlü anlattı:

"İki kur�a Kâbe için, iki kur�a benim için, iki kur�a da sizin için çekeriz. Kur�ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır."

Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib�in bu davranışını takdir ettiler:

"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın."

Kâbe�nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur�a çektiler. Kur�a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe�ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib�e düştü.1 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe�nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe�yi altınla süsleyenlerden oldu.

Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib�in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va�dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe�de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib�in on erkek çocuğundan sekizincisi idi.1 Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.



Abdülmuttalib�in oğullarıyla konuşması

Oğullarının 10�u da büyümüştü.

Va�dini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?"

Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe�ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.



Kur�a çekilişi

Kâbe�nin yanına varan Abdülmuttalib�in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah�a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:

"Ab-dul-lah!"

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah�a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah�a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu: "Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah�ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah�ta sanki Hz. İsmâil�in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Abdülmuttalib�in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah�ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:

"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?"

Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:

"Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke�nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?"

Bütün kalabalık Abdülmuttalib�in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da� Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah�ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah�ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"

Abdülmuttalib�in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.

Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttalib! Abdullah�ı al, Şam�a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah�ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."1

Bu fikir Abdülmuttalib�in aklına yattı. Derhal Abdullah�ı yanına alarak Şam�a doğru yola çıktı. Medine�ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber�de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber�e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?"

Abdülmuttalib, "On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz" dedi.2

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke�ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.



Kur�a neticesi

Mekke�ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe�ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur�a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah�a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah�ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah�a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah�a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah�a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah�ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu.

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı.

Herkes gibi Abdülmuttalib�in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.2



Hz. Abdullah�ın iffeti

Aynı gündü� Herkes neticeden memnun kur�a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe�nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah�ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah�ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin Nevfel�in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah�ın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah�ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:

"Delikanlı, biraz dursana."

Abdullah durdu.

Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah, "Babamla gidiyoruz" diye cevap verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah�a gayr-ı meşrû ilişki teklif etti.

Abdullah�ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hale getirdi:

"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana veririm" dedi.

Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır.

"Ey kadın, sen git açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"1

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye�nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."

Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah�ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine�ye intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah�a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.



Hz. Abdullah�ın Hz. Âmine ile evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu ter temiz koruyordu.

Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mes�ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu.

Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf�ın yanına vararak, kızı Âmine�yi oğlu Abdullah�a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı. Sonra da şöyle konuştu:

"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine�nin annesi, geçenlerde bir rüyâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrahim�i (a.s.) gördüm. Bana, �Abdülmuttalib�in oğlu Abdullah�la kızın Âmine�nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et� dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım. �Acaba ne zaman gelecekler?� diye kendi kendime sorup duruyordum."

Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.

Vehb�in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her hususta Abdullah�a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes�ud âile yuvası kuruldu.1

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah�ın yüzündeki nur, Hz. Âmine�nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.



Hz. Abdullah�ın vefatı

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir ticaret kervanına katılarak Suriye�ye gitti. Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah bir daha Mekke�ye dönmedi. Aylar sonra Mekke�ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.

Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine�de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu haberi alan Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris�i Medine�ye gönderdi. Hâris, Medine�ye varıncaya kadar herşey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy bin Neccaroğullarından Nabiğa�nın evinin avlusuna defnedilmişti.

Hâris, bu acı haberi alıp Mekke�ye getirdi. Mekke bir anda mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah�ı bu genç yaşta, beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine�nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı: ağladı, ağladı, ağladı� O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nur ile silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.

Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:

"Artık, Mekke�nin Bethâ kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık.

"Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp, kabre gitti.

"Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.

"Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

"Ne yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Halbuki, o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi."1



Hz. Abdullah�ın bıraktığı miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbalini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddi plânda geride son derece mütevazi bir miras bıraktı: Ümmü Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.2

Fakat geriye Allah�ın lütfuyla iki cihanın güneşi olacak hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydıntalacak bir zat: Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

Fil Vak�ası

Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâbe�ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyâret ediyorlardı. Kâbenin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen valisi Ebrehe Eşrem idi.

Ebrehe, Kâbe�ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San�a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi. Dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu.

Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya celbedecekti. Dolayısıyla Kâbe�ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı. Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş hükümdarına takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:

"Hükümdarım, senin için öyle bir mabed yaptırdım ki, şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem onun gibisini yapmış değildir. Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım."1

Fakat Ebrehe�nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü, püsünü görmek için. Kâbe�ye olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu.



Kulleys�in kirletilmesi ve Ebrehe�nin kararı

Ebrehe�nin, Kâbe�ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu. Bu arada Kinane kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys�in içini, dışını pisliğiyle kirletti. Sonra da kaçıp memleketine döndü. Bu hâdise, insanların Kâbe�ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe�yi bütün bütün çileden çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birinin yaptığını da öğrenince, "Araplar bunu Kâbe�lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe�sinde taş üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin etti.1

Sonra da Kâbe�yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necaşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan "Mahmut" isimli fili, Ebrehe�ye göndererek arzusunu yerine getirdi.2

Ebrehe ordusunu hazırladı. Mekke�ye doğru yola çıktı. Mahmud adlı fil ile ordunun önünde Mekke�ye doğru ilerliyordu. Bu arada bazı Arap kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar. Fakat muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp edildiler.

Ebrehe, ordusuyla, Mekke�ye yakın Muğammis denilen mevkie gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği Mekke civarına kadar sokularak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib�in iki yüz devesi de dahil, Kureyş ve Tihâmelilerin sürülerini gasbetti.3 Bu sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi.



Ebrehe ve Abdülmuttalib

Ebrehe, bir elçi ile Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim. Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şâyet, Kureyş kabilesinin reisi benimle harb etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin."4

Kureyş Reisi Abdülmuttalib�in elçiye cevabı şu oldu:

"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed Allah�ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe�yi bu hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet yoktur."1

Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte Ebrehe�nin yanına vardı. Abdülmuttalib heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayr-i ihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.

Abdülmuttalib isteğini belirtti:

"Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."

Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim. Konuşmaya başlayınca pek de öyle olmadığını anladım. Ben senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe�yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da, aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun" diye konuştu.

Abdülmuttalib, Ebrehe�nin alaylı tavrına aldırmadan, "Ben develerimin sahibiyim. Kâbe�nin de bir sahibi ve koruyucu vardır. Elbette onu koruyacaktır" diye karşılık verdi.

Bu sözler Ebrehe�yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:

"Onu bana karşı kimse koruyamaz!"

Abdülmuttalib yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!"2 dedi.

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib�in gasbedilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib ordugâhı terk ederek Mekke�ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işâretleyerek serbest bıraktı.

Mekke boşaltılıyor

Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke�yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe�nin yanına vardı ve kapının halkasına yapışarak, "Allah�ım! Bir kul dahi evini, barkını korur. Sen de kendi evini koru. Tâ ki, yarın onların salîpleri ve kuvvetleri senin kuvvetine galebe çalmasın"1 diye dua etti.

Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzûn, Kâbe mahzûn, Kureyş mahzûndu.

Ordu harekete hazır, fakat�

Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp, Kâbe�yi yerle bir etmek için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu bir tek işâret beklemekte idi.

Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü�

Ordu hareket edeceği sırada, Ebrehe�ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl bin Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud�un kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

"Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah�ın mukaddes saydığı beldedesin!"2

Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.

Nüfeyl�in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birden bire çöküverdi. Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen�e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam�a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke�ye doğru çevirdiklerinde, âdetâ bacaklarındaki kuvvet birden bire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.1

Bu heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud�un bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecellî etti ve Kur�ân�da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları deniz tarafından Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların herbiri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip, ölüveriyordu.2

Taş yağmuru ile karşı karşıya kalan askerler şaşırıp kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarası ile sonradan o da arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.3

Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.

Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.4

Yüce Rabbimiz, Kur�ân-ı Kerîminde bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:

"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?

"Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?

"Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi.

"Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar.

"Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi."1

Bu hâdise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir delili idi.2 Zira dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masûn kalmıştır.

Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de.

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Dünyaya Gelişi ve çocukluğu

Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişi ve Çocukluğu

Resûl-i Ekrem Efendimizin Dünyaya Teşrifleri



Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı.

Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdetâ mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalblerdi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumi yas ilân edilmişti.

Yeryüzü saâdetin, sevincin, huzurun kaynağı olan "Tevhid" inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası ruh ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok batıl ilâhlar yer almıştı. Hakiki sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.

İnsanlar birbirini yiyen canavarlar misali vahşileşmiş; küfür şirk, cehâlet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zalimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti.

Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu. Akıl, ruh ve kalbleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah�ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Bütün bunlara son verecek zâtı şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti.

İşte, o zât geliyordu. Dünyanın mânevi şeklini beraberinde getirdiği nur ile değiştirecek eşsiz insan, Allah�ın son peygamberi geliyordu. Cin ve inse ebedî saâdetin yolunu gösterecek Hazret-i Muhammed (a.s.m.) geliyordu.

Kâinat, hürmet ve haşyet içinde efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsâlsiz insana hoşâmedîde bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.

Tarih Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi; Fil Vak�asından elli veya elli beş gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.

Mekke�de mütevâzî bir ev, günlerden Pazartesi... Vakit, vakitlerin sultanı, seher vakti. Bu mütevâzî evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem dünyaya gözlerini açtı.

Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura gark oldu. Karanlıklar anında nurla yırtılıverdi. Kâinat sevinç ve heyecan içinde âdetâ,

"Doğdu ol saatte, ol Sultan-ı Dîn

Nûra gark oldu semâvât ü zemîn"

diye haykırdı.

Annesinin dilinden

Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne, Hz. Âmine, o mes�ud ânı şöyle anlatır:

"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyâda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: �Yâ Âmine! Bil ki, sen âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!�

"Derken doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe�yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim? Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı.

"Yanıma bir göz attım. Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez, beni bir nur [denizi] sardı.

"Ve Muhammed dünyaya geldi..."

Aziz anne doğum sonrasını ise şöyle anlatır:

"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe�nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım. Secdede, parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: �Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki mahlûklar Muhammed�i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar.�

"Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."1

Aynı gece Hz. Âmine bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam�ın saray ve köşklerini seyretmiştir.2

Şifâ ve Fâtıma Hûtun�un müşâhedeleri

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avf�ın annesi Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu�l-Âs�ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı.

Ebelik vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:

"Allah�ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: �Allah�ın rahmeti Onun üzerine olsun.� Maşrık ile mağrib arası nurla doldu. Hattâ Rûm diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, �Nereye gitti?� diye sordu. "Doğuya götürdüler� diye cevap verildi.

"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim."3

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında o mes�ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.1

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı.2 Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü "Hâtem-i Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.

Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü" ile ilgili olarak şöyle der:

"Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekremin (a.s.m.) yanına götürüp, �Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında ıztırabı var� dedi.

"Resûlullah eliyle başımı sığayıp, bana bereket duâ etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri [yahut keklik yumurtası] gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm."3

Hazret-i Ali de (r.a.) Resûl-i Ekremi tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki Peygamberlik Hâteminden belliydi" der.

Abdülmuttalib�e verilen müjde

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kureyş�in ileri gelenlerinden birkaçı ile oturmuş sohbet ediyordu. Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nurtopu torununun yanında buldu. Kucakladı, öptü, kokladı... Sonra da oğlu Ebu Tâlib�e teslim ederek, "Bu çocuk sana emanetimdir. Bu oğlumun şânı, şerefi yüce olacaktır" diye konuştu.

Abdülmuttalib, bu mes�ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek insan ve hayvanların istifâdesine bıraktı.

Nur çocuğa isim verildi: Muhammed (a.s.m.)

Umumi ziyafetten sonra nurtopu Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:

"Muhammed."

"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler. Cevabı şu oldu:

"Allah�ın ve insanların onu övmelerini istediğim için."

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Allah�ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti. Bunun içindir ki, onun medih makamına erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz.

* * *



Efendimizin Dünyayı Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Harika Hâdiseler

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed�in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir. Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kàdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."1

İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım" kudsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.

Ayrıca, Efendimizin risâleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihânşümûldür. Buna binâen elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda gelecekti. Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti.

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ hâdiseler meydana geldi:

a) Teşrif ettikleri gece bir yıldız doğdu.

Yahudîler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Ahirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.

Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) bu hususu şöyle anlatmıştır:

"Ben sekiz yaşlarında var yoktum. Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudînin biri �Hey Yahudîler!� diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, �Ne var, ne yırtınıyorsun?� diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:

"�Haberiniz olsun, Ahmed�in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi.�"1

İbni Sa�d�ın naklettiği konu ile ilgili bir rivâyette ise şöyle denilmektedir:

"Mekke�de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:

"�Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?�

"Kureyşliler, �Bilmiyoruz� cevabını verince, adam sözlerine devam etti:

"�Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.�

"Kureyşliler varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler: �Bu gece Abdullah�ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.�

"Yahudî gidip peygamberlik alâmetini gördü. Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:

"�Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.�"2

Demek gökkubbe pırıl pırıl yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.

b) Medâyin�deki Kisrâ Sarayından on dört burç çatırdayarak yıkıldı.

Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi� Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.

Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.

Kisrâ tacını giymiş tahtına oturmuştu. Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat�ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.

Bu haber, Kisrâ�nın korku ve heyecanını daha da arttırdı. Bu sırada toplantıda bulunan İran başkadısı Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı:

"Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar."

Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan�ın bu rüyâsını da mânâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfânına güvendiği Mûbezan�a sordu:

"Peki, bu neye işâret olabilir?"

Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir."

Kisrâ, bunun üzerine derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir�e bir mektup yazdı. Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.

Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü�l-Mesîh bin Amr adında bir bilgini Medayin�e gönderdi.

Gelen âlimi hükümdar derhal huzura kabul etti. Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdü�l-Mesih, Kisrâ�ya hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti:

"Şam yakınında Câbiye�de oturan dayım Satîh�de bunlara cevap verecek bilgi vardır."

Bunun üzerine Kisrâ, Abdü�l-Mesîh�i gidip Satîh�ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi. Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâimâ sırt üstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaipten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.

Abdü�l-Mesîh, dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh�in yanına vardı. O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyordu. Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi. Fakat, Abdü�l-Mesîh olup bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:

"Ey Abdü�l-Mesîh! İlâhi vahyin okunması çoğalacak. Asâ�nın sahibi peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil, Satîh için.

"Şunu iyi bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi."

Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti:

"Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."1

Bu cümleler, Satîh�in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah�a teslim etti.

Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği sönmez nûr ile Mazdeizmin2 karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler Satîh�in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye�de Hâtemü�l-Enbiyânın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.

c) Kâbe�nin içini karanlık ve kirlere boğan putların pekçoğu başaşağı yıkıldı:

Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah�ın tek ma�bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak abideleştiği Kâbe�yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.

Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracaktır. Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını bayraklaştıracaktır.

Dünya buna şâhid oldu. O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe�yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı ile yok ediverdi.

d) İstahrabat�ta bin seneden beri yanmakta olan Mecûsîlerin kocaman ateş yığınları bir anda sönüverdi.

Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.

Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş�alesiyle aydınlatacaktı.

e) Takdis edilen meşhur Sâve (Taberiyye) Gölü bir anda kuruyuverdi.

Bu da, gelen zâtın, Allah�ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.

f) Dünyaya teşrifleri ânında, şark ve garbı küçük bir oda gibi aydınlatan bir nur görüldü.

Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatli sînesinde terbiye edip okşayacaktı.

g) Semâve Vadisi taşan seller altında kalıp, suya gark oldu.

Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ�ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.

h) Gök kubbeden salkım salkım yıldızlar döküldü:

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü.1 Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur. "Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi�setten evvel kâhinlik çoktu. Kur�ân, nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler. Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."2

O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfî değildi. Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı. Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed�in (a.s.m.) zuhurunu haber veriyorlardı.

* * *


Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi

Efendisine kavuşan kâinat artık şendi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan�ın kalbi sevincinden âdetâ duracak gibiydi. Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdetâ ulvi âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrûrdu.

Hazret-i Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi. Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb�in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.1

Süveybe Hâtun daha önce de Hazret-i Hamza�yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.

Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.

Evet, vefâ, Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz. Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtunu hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine�ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe�yi kendiliğinden azad etti.1

Ebû Leheb Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem�in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah�ın lânetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır. Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular:

"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"

Ebû Leheb, "Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed�i emziren Süveybe�yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı" diyerek şehâdet parmağını gösterdi.2

Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve Cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu. Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba� etmekten şeref duyan gerçek mü�minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün.

Çocukları sütanneye verme âdeti

Mekke�nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücudlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.

İşte buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için Mekke�nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk 2-3 sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı. Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa�d bin Bekr kabilesi kadınları senede birkaç sefer kafile halinde Mekke�ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.

Mekke civarındaki kabileler arasında Sa�d bin Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, çömertlikte, mertlik ve tevazuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.

Benî Bekr kabilesi kadınlarının Mekke�ye gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu. O sırada Sa�doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek birşeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti. Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke�ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.

Gelen kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular. Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı.

Mekke�ye geç giren sadece bir kadın vardı: iffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride kalmıştı. Mekke�ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı. Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı âilelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan bir kendisi vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî kaderin kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasib bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.

Bir ara görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib�di. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar.

Abdülmuttalib, "Sen neredensin?" diye sordu.

Kadın, "Benî Sa�d kabilesi kadınlarından" cevabını verdi.

"Adın ne?"

"Halîme."

Abdülmuttalib, "Ne güzel, ne güzel! Sa�d ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de bunlardadır" dedikten sonra derin bir iç çekti. Arkasından da Halîme�ye, "Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa�doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin" dedi.

Halîme beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, "Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasına eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi alacağım" dedi.

Kocası Hâris, fikrine iştirak etti: "Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."1

Bunun üzerine dönüp Abdülmuttalib�in yanına geldiler. Abdülmuttalib, Halîme�yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine�nin mütevazî evine götürdü.

Halîme, Efendimizin başucuna vardı. Nurtopu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu. Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı. Artık hüzün ve ıztırap bulutu Halîme�yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı.

Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübârak alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. O anda Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme�nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı.

Biri çocuk bulamamanın ıztırabı ile bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen Nûr Yetim. Kader ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu.

İlk bereket

Artık Nurtopu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme�nin kucağındaydı. Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, herbir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden.

Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı. Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona sütkardeşi olan Halîme�nin oğlu Abdullah�ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.

Devenin memeleri sütle doldu

Halîme, Nur Yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hazret-i Âmine ile vedâlaşarak Mekke�den ayrıldılar. Âmine�nin hüznüne göz yaşları da karıştı ve âdetâ bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu.

Gece Hâris âilesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme�ye seslendi:

"Ey Halîme, bil ki, sen çok mübârek ve hayırlı bir çocuk aldın."

Halîme kocasını tasdik etti:

"Vallahî, ben de öyle olmasını ümit ediyorum."1

Mekke artık gerilerde kalmıştı. Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. O zaif, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür�at, bu ne hızlı yürüyüş? Sanki gelişinde bindikleri merkep değildi. Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme�nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular:

"Ey Ebû Zueyb�in kızı! Yazıklar olsun sana. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?"

Merkep aynı merkepti. Bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaif, nahif hayvanı da coşturmuştu.

Halîme arkadaşlarına cevap verdi:

"Hayır, vallahi, merkep aynı merkep; hattâ ben onu sürmüyorum bile. Kendi kendine böyle sür�atli gidiyor. Bunda bir gariplik var."1

Ne yazık ki, henüz kafiledekilerin hiçbiri bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi.

Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbali bütün haşmetiyle kucaklayacağına açık işaretlerdi.

Peygamber Efendimiz Sa�doğulları yurdunda

Bütün bu garipliklerden sonra Halîme ve kocası yurtlarına vardılar. Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi Sa�doğulları yurdundaydı. O sırada Sa�doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar�

Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu. Solgun yüzler yoktu artık Halîme�nin evinde.

Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı. Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahatı çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:

"Gidin, görün bakalım. Halîme�nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kimbilir koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!"

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halîme�nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama, itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatap oluyorlardı:

"Peki, öyleyse sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?"

Ne çobanlar, ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette bunun bir sebebi vardı. Ve bu sebebi henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine Halîme onlara şu cevabı verdi:

"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir. Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Herşey Mekke�den dönüşümüzle birlikte başladı."

Tabiî ki, çobanlar bu sözlerden pek birşey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.

Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:

Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme alicenaplığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine Rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.

Halîme ve kocası bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bam başka bir gözle bakıyorlardı. Âdetâ onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

Yayla kuraklıktan kurtuluyor

Sa�doğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.

Bir Cuma günüydü. Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar. Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.

Kalabalığın içinde Sevgili Peygamberimizin sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi�nin yanında evde bırakmıştı.

Duânın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halîme�nin komşusu bir kadın, duâsını bitirmek üzere olan râhibe yaklaştı ve râhip duâsını bitirince de, "Râhip efendi, biz bu kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa, belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi" dedi.

Râhip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve "Biz Ona duâ ederiz, ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir" diye konuştu.

Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:

"Biliyorum, dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halîme�nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halîme�nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de, onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine âlemlerin Rabbi duâmızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."

Râhip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu. Yaşlı kadın Halîme�yi arayıp buldu ve râhibe yaptığı teklifi kendisine anlattı.

Fikir, Halîme�nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi sütannesi kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.

Güneş kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip birşeye ilişti. Bir bulut kendileriyle beraber gidiyordu. Önce mühimsemediler. "Olabilir" diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdetâ onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor" der gibiydi.

Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o da Halîme ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü.

Râhip, Peygamberimizi sütannesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:

"Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ edelim."

Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duâya başladı. Peygamberimiz bir nur yumağı halinde râhibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdetâ hal diliyle, "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et" diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyordu.

Herkes Yüce Allah�a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri ümitle gökyüzüne dikildi. Râhip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdetâ herşeyi birden unutuvermişti.

Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Duâ seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı: "Yağmur!.. Yağmur!.. Yağmur!.."

Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa�doğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa�doğulları yurduna latîf, berrak ve tatlı yağmur damlaları Cenâb-ı Hakkın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güyâ, rahmet, tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.

Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri duâlarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesîlesi, henüz bir bebekti. Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte, o, Allah�ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları Allah�ın sevgili kulu, peygamberler peygamberi, iki cihanın güneşi Hz. Muhammed�di (a.s.m.).

Sa�doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti. Toprak yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yem yeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı. Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı rahmete vesîle teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:

"Bu çocuk çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk."

Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişli idi. Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.

Peygamber Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik ve üstün bir ahlâka sahipti. Bir büyük insan gibi ağır başlı ve vakûr idi.

Peygamberimizin annesine getirilişi

Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halîme�nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed�in Cennet�i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı. Fakat Mekke�ye getirilip annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed�i alarak Mekke�ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi. Biri öz yavrusuna kavuşmanın saâdetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşup yanıyordu. O anda Sütanne Halîme�ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:

"Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da korkuyorum."1

Bu teklif ve arzu samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa�doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.

Peygamberimiz yine Benî Sa�d yurdunda

Halîme muradına ermişti. Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah�la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı.

Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki orada birşeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu. Bu arada gözlerden kaçmayan bir garip hâdise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu. Artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığıydı. Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdetâ yarış ediyorlardı. İşte Sevgili Peygamberimiz Sa�doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu.

Peygamber Efendimizin göğsünün yarılması

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü. Nur yüzlü Efendimiz süt kardeşi Abdullah�la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah�ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat, Abdullah�ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, "Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."1

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün Sahabîlerden bazıları, "Yâ Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler; Resûlullah da, "Ben babam İbrâhim�in duâsıyım. Kardeşim İsâ�nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü" dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:

"Ben, Sa�d bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."2

Bu hâdise ile Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te�yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir. Meseleye ışık tutması bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:

"Kalbden maksad, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma�kes-i efkârı, dimağdır. Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene mâü�l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a�mâl ve ahvâl ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."1

Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.2

* * *



Peygamber Efendimizin Annesine Getirilmesi

Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti. Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halîme�yi bütün bütün düşündürmeye ve telaşlandırmaya başladı. Hattâ artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.

İşte bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris�i şu kararı almaya mecbur etti: "Başına bir iş gelmeden bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz."

Halîme�nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki? Nihayet Nur Çocuk kendisine muvakkaten emânet edilmişti. Emânete el koyacak hali yoktu ya.

Sa�doğulları yurduna dört sene ışık saçan Saâdet Güneşi, şimdi sütannesi tarafından Mekke�ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle, bam başka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye.

Halîme ve kocası Mekke�ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halîme ve kocasında bir telaş başladı. Bütün aramalara rağmen, onu bulamadılar. Gidip dedesi Abdülmuttalib�e haber verdiler. Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telaşlı aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdülmuttalib, çaresiz ellerini açarak yalvardı: "Allah�ım, ne olur Muhammed�imi bana geri ver."

Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocuk ile görünüverdiler. Bunlar, Varaka bin Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdülmuttalib, hasretini çektiği Saâdet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe�ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.1

Bilâhare, Abdülmuttalib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saâdet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyâfet çekti. Artık Peygamber Efendimiz, aziz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mes�ud ve mütevazi evindeydi.

Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke�de bırakıp yurduna döndü. Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu her gördüğünde, "Anneciğim, Anneciğim" diye saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.

Aradan uzun zaman geçecek. Yine Sa�doğulları yurdunu bir yıl kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Halîme çıkıp Mekke�ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir. Kâinatın Efendisi ile görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadırşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hazret-i Hatice, derhal Halîme�ye kırk koyun, binmek ve yüklerini taşımak için de bir deve verir.

Yine bir hayır ve vefâ örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeymâ idi. Sa�doğulları yurdunda Şeymâ ile çok tatlı günler geçirmişti. Bu tatlı hatıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında Şeymâ da Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeymâ kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu.

Peygamber Efendimiz Sa�doğulları yurdunda sütanne Halîme�nin yanında geçen günlerinin hatıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:

"Ben aranızda en halis Arab�ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa�d bin Bekr yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır."1

Peygamber Efendimiz annesinin yanında

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, sütannesi Halîme tarafından annesi Hz. Âmine�ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı. Takvim yaprakları Milâdî 575 yılını gösteriyordu. Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah�ın ayrılık acısı ıztıraptan bir yumruk gibi oturmuştu. Bu ıztırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (a.s.m.).

Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu. Peygamber Efendimiz, Mekke�deki mütevazi evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele temizliğe dikkat edişine aziz annesi hayrandı. O sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkârdı. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya âdetâ can atarlardı.

Evet, Cenâb-ı Hak, yüksek ve kudsî peygamberlik vazifesiyle memur edeceği Resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel sûrette terbiye ediyordu.

Baba kabrini ziyaret

Kâinatın Efendisi, altı yaşında� Bu sırada Hz. Âmine�nin içine Medine�yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı Abdülmuttalib�in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy bin Neccaroğullarını görmek, hem de orada medfûn bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyâret etmekti. Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke�den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen�le birlikte hareket etti. Âmine�nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saâdet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübârek eve kavuşamayacakmış gibi tekrar tekrar dönüp Mekke�ye bakıyordu.

Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine�ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga�nın evine indiler. Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları Abdullah�ın kabrinin toprağını bol bol suladı.

Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti. Sanki bu damlalar Hz. Abdullah�a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu.

Peygamberimiz, Yahudî âlimlerinin dikkatini çekiyor

Medine�de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen�le, kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhânî kıyafetinde iki Yahudî, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi. Yahudîler geçip gitmediler ve Ümmü Eymen�e yaklaşarak sordular:

"Bu çocuğun adı nedir?"

Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini gözönünde bulundurarak, "Niçin soruyorsunuz?" dedi.

Adamlar itimad telkin eder şekilde konuştular.

"Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da, onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?"

Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatına varınca, "Onun adı Ahmed�dir" dedi.

İki Yahudî bu cevap üzerine aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri Ümmü Eymen�e yalvardı: "Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?"

Ümmü Eymen tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izâle etti:

"Bizler," dedi, "iyilikten başka birşey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden çağırmanı istiyoruz."

Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi.

Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir edâ içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar. Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini Ümmü Eymen duydu:

"İşte bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir. Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır."1 Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.

Yine, rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi bu ziyâreti esnasında, Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.2

Hz. Âmine�nin ebedî âleme göçü

Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine�de bir ay kaldıktan sonra, Mekke�ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedâlaşarak şehirden ayrıldılar.

Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, Şanlı Evlâdı ve Ümmü Eymen. Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruhlarını ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu. Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine�nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Peygamber Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.

Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hazret-i Âmine âniden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen�i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi? Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hazret-i Âmine�nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak âniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki herşey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.

Hz. Âmine yerde halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz kendini toparlayarak, "Nasılsın anneciğim" diye sordu.

Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için, "İyiyim canım oğlum, birşeyim yok" diye cevap verdi.

Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara, "Su" dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi. Hazret-i Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı. Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübârek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu. Hazret-i Âmine�nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ıztırabına, şimdi de oğluyla vedâlaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ıztırap, çekilmez bir dertti. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu. Ama ne yapabilirdi, bu İlâhî kaderin değişmez hükmüydü.

Hazret-i Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı, ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:

"Ey dehşetli ölüm okundan Allah�ın yardım ve ihsanı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyâda gördüklerim doğru ise, sen celâl ve bol ikrâm sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin.

"Sen, ceddin İbrâhim�in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin.

"Allah seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır.

"Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Yaşlanan herkes zevâl bulur. Herşey fânidir, gider.

"Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, ter temiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum."1

Acıklı ve âdetâ istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine�nin gözleri kaydı ve ruhunu orada yüce Allah�a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.

Hz. Âmine�nin defni

Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı. Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:

"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi. "İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."

Sevgili Peygamberimiz derin bir iç çektikten sonra, "Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen�e, "Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na�şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi.

Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine�nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu.

Definden sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke�ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen�e düştü.

Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdetâ onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne" diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde, "Annemden sonra annem" diyerek iltifatta bulunuyordu.1

Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.

"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?"2 meâlindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır.

Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebvâ�dan geçecektir. Allah�ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır. Onun mübârek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören Sahabîler de ağlayacaklar ve "Yâ Resûlallah, niçin ağladınız?" diye soracaklardır.

Resûl-i Ekrem, "Annemin, benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım" diye cevap verecektir.3

Peygamber Efendimizin baba ve annesinin erken vefâtlarının hikmeti

Burada hatıra şu suâl gelebilir:

"Muhterem peder ve vâlideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğine neden yetişemediler ve neden ona îmân, kendilerine nasb olmadı?"

Bu suâle Mektûbât isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şu cevabı verir:

"Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin peder ve vâlidesini, kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, mânevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i Rubûbiyyeti altına alıp, onları mes�ud etmek ve Habîb-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat, ümmetin meziyetini, fazîletini, saâdetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşîrin [mareşal], yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah; o müşîr olan Yâver-i Ekremine merhameten, pederini onun mâiyetine vermiyor."1

Peygamberimizin baba ve annesinin îmânları meselesi

İslâm âlimleri ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:

"Hazret-i İbrâhim�den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekremi (a.s.m.) netice veren nûrânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nûruna lâkayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûp olmamışlardı. Hiçbirinin temiz gönlü şirk ve küfür ile kirlenmemiştir."2

Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin îmânları meselesi üzerinde duralım.

Birbirine yakın izahlarla birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve vâlidelerinin âhirette necât ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır.

Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:

1. Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefât etmişlerdir. Dolayısıyla Fetret Devrinde yaşamışlardır ve "Ehl-i Fetret"ten sayılırlar. Fetret Devrinde vefât edenlere ise azap yoktur.

Birgün, birisi büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî�ye, "Peygamberimizin baba ve annesi Cehennemde midir?" diye sorar.

Münevî Hazretleri hiddetle, "Resûl-i Ekremin peder ve vâlidesi fetret zamanında vefât etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur" cevabını verir.1

Kendisine bir peygamberin dâveti ulaşmayan kimsenin âhirette azap görmeyeceği âyet ve hadislerle sabittir.2 Peygamber Efendimizin peder ve vâlidelerine de geçmiş peygamberlerden hiçbirinin dâvetinin ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, onlar da necât ehlidirler ve âhirette azap görmeyeceklerdir.

2. Resûl-i Ekrem�in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sabit değildir. Belki, onlar, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel ve benzerleri gibi büyük babaları İbrâhim�den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden "Hanif"lerdendirler.

3. Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, "Ben mütemâdiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahminden naklolunageldim"3 hadis-i şerifidir.

Kur�ân-ı Kerîm�de müşrikler "necis kimseler" olarak vasıflandırılmışlardır.4 Temizlik ile pislik, îmân ile şirk, mü�min ile müşrik arasında tezad bulunduğuna göre, yukarda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekremin ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vacip olur.5

Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:

"Resûl-i Ekreme (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken, parlak Nübüvvet ve Risâlet Güneşi henüz doğmadan ap açık nûru sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nûrundan mahrum farzetmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Hususiyle, Resûl-i Ekremin muhterem anne ve babasının hayatları, Cahiliyye Devrinde geçmiştir. Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrâk etmemişlerdir."1

Öyle ise, bu hususta mü�minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:

"Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peder ve vâlideleri ehl-i necâttır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmândır. Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez."2

Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:

"İki cihân güneşi, bürc-i saâdette iken

Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,

Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvâsa

Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?"

[İki dünyanın güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saâdet burcunda iken, Cenâb-ı Hak, anne babasına nasıl şeref vermez ki?

Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak; inciyi alır da, sadefini hiç yabana atar mı?]

* * *



Peygamberimiz, Dedesi Abdülmuttalib'in Himayesinde


Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi yaşlı dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.

Kureyş�in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî�den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı. Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu, kuşu da düşünürdü.

Cahiliye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah�a bağlı idi ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâb-ı Hakka verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah�ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.

Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zalim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke�de zulme, haksızlığa meydan vermemeye çalışırdı.

Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi.

Ramazan ayı girince Hirâ Mağarasında inzivâa çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.

Yaşlı dede aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir biliyordu. Hele torunu Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?

Gerçekten Abdülmuttalib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiç bir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplantılar ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla istişâre ettikten sonra cevap veriyordu.

Dedesinin minderine sadece o otururdu

Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş�in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi. Abdülmuttalib, çocuklarından hiç birini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi. Fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:

"Oğlumu serbest bırakın. Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır."

Sonra da muhterem torununu minderin üstüne, yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtirdi.1

Abdülmuttalib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi.

Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bazan da dizine oturtur, yemeğin en lezzetlisini ona yedirir ve o gelmeden yemeğe başlamaya müsaade etmezdi.

Sevgili Peygamberimiz biraz gecikince

Kâinatın Efendisini, dedesi bir gün kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe�ye vararak ellerini yüce Mevlâ�ya açtı ve "Allah�ım, Muhammed�imi bana geri lutfet!" diye dua etti.

Az sonra Peygamber Efendimiz, deve ile birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve "Biricik yavrum," dedi. "Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."1

Hakikaten de Abdülmuttalib, vefatına kadar torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.

Seyf bin Zîyezen, Abdülmuttalib�e neler söyledi?

Peygamber Efendimizi candan seven Abdülmuttalib hayatında sadece bir defa kısa bir süre ondan uzak kaldı. Yemen Hükümdarı Seyf bin Zîyezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San�a�nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan�ın dört bir tarafından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı. Mekke�yi temsilen de Abdülmuttalib�in başkanlığında bir heyetin Gumdan�a gitmesi gerekiyordu. Böylece Mekke�den ayrılmakla ilk defa Abdülmuttalib peygamberimizden uzak kalıyordu.

Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan�a varan Kureyş heyetini Seyf bin Zîyezen kabul etti. Abdülmuttalib hükümdardan izin alarak kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:

"Biz Allah�ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah�ın hizmetkârıyız."

Bu konuşması hükümdarın dikkatini çektiğinden, "Ey tatlı dilli kişi, sen kimsin?" diye sordu.

Abdülmuttalib, "Ben Hâşim�in oğlu Abdülmuttalib�im" dedi.

Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, "Demek sen kızkardeşimizin oğlusun" dedi.

Abdülmuttalib, "Evet" diye karşılık verdi.

Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib�e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da şöyle dedi:

"Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya, ayrılıp giderken de ikram olunmaya lâyık, şerefli ve değerli kimselersiniz."

Abdülmuttalib bir yandan Nur Torununu düşünüyordu. Ama, hükümdarın isteğini de geri çeviremezdi.

Hükümdarın emriyle misafirler kalacakları yere götürüldüler. Yediler, içtiler.

Abdülmuttalib ve arkadaşları bir ay müddetle sarayda kaldılar. Bu müddet zarfında âdetâ unutuldular. Ne hükümdarla görüşebildiler, ne de Mekke�ye dönmelerine izin verildi.

Hükümdar misafirleri ancak bir ay sonra hatırlayabildi. Abdülmuttalib�i yanına çağırdı. Onunla sohbet etmek istiyordu. Abdülmuttalib yanına gelince, "Ey Abdülmuttalib," dedi, "sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı olduğu kanaatını taşıyorum. Bu başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir."

Abdülmuttalib meraklandı, "Nedir o?" diye sordu.

Seyf sırrını açıkladı:

"O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda,Tihâme bölgesinde doğacaktır. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, Kıyâmet gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman olan Allah�a ibadet edecektir. Onun sözü müşkülleri halledecek, işi ise basiret ve adalet üzere olacaktır. Dâimâ iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır."

Merak ve heyecana kapılan Abdülmuttalib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu.

"Ey hükümdar! Ömrün uzun, saltanatın dâim ve şânın yüce olsun. O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?" dedi.

Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın."

Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden derhal secdeye kapandı.

Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası Hükümdara gelmişti.

"Ey Abdülmuttalib! Yoksa sen anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye sordu.

Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib anlattı:

"Ey Hükümdar," dedi. "Benim Abdullah adında üzerinde titrediğim çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb bin Abd-i Menâf�ın kızı Âmine ile evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etti. Kendisi şimdi benim himâyemdedir."

Seyf kanaatinde yanılmamış olmanın sevinci içinde Abdülmuttalib�e, "Çocuğunu çok iyi koru. Yahudîler ona düşmandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın. Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımayacaktır. Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrip [Medine] onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir" dedi.

Artık hem Hükümdar, hem de Abdülmuttalib büyük bir müşkülü halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler. Seyf bin Zîyezen âdeta kerametvâri, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.

Bir müddet sonra Hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikrâm ve ihsanlarla Mekke�ye uğurladı. Abdülmuttalib�e verdiği hediyeler diğerlerinkinden çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, "O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim" dedi.

Ne var ki, Seyf bin Zîyezen Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmaların üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.1

Heyetteki arkadaşları yolda Abdülmuttalib�e neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, "Kıskanmayınız. Bunun elbette bir sebebi vardır" demekle yetindi. Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke�ye varan Abdülmuttalib nur torununu hasretle kucaklayarak ayrılık acısını kavuşmanın lezzetiyle gidermeye çalıştı.

Peygamber Efendimiz, "rahmet" vesilesi

Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdülmuttalib�in himâyesinde bulunuyordu. Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu. Abdülmuttalib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak oğlu Ebû Tâlib ile birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.

Abdülmuttalib yüzünü Kâbe�ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, "Allah�ım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir" diye yalvardı. Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan duâ kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı.

Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisi ve bağlılığını kat kat arttırıyor, istikbalde büyük bir insan olacağı kanaatını kuvvetlendiriyordu. Bunun için de Nûr Torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.

Abdülmuttalib�in vefâtı

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek.

Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz" deyiverdi içinden. Ya Abbas? Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi. Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi. Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib�in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed�i (a.s.m.) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi. Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin de (a.s.m.) görüşünü almayı ihmal etmedi:

"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu.

Sevgili Peygamberimiz dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib�in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu. Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib�e dönerek şöyle dedi:

"Onu sana emânet ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."

Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:

"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."

Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib�i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.

Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.1

Tarih: Miladî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.

Mekke çarşısı Abdülmuttalib�in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettileri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay�ın yanına defnettiler.1

Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise, babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu. Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı.

Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, "Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum" cevabını verecekti.

Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

* * *



Peygamberimiz, Amcası Ebû Talib'in Yanında

Peygamberimiz, dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib�in himâyesindeydi artık. Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi. Âile efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı içinde bulunuyordu.

Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışıyla Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:

"Babam, Kureyş�in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."

Ebû Tâlip, yaşayışı bakımından da, Cahiliye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdülmuttalib gibi asla kullanmazdı. Ebû Tâlip, her hâliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu. Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi Zübeyr�den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme hizmeti" demek olan "Sikâfe" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas�a devretmek zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke�nin fethine kadar Hz. Abbas�ın elinde devam etti. Resulüllah Mekke�yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.

Ebû Tâlip de, babası gibi Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Peygamberimizin yetişmesine son derece dikkat gösteriyordu. Yeğenini hiç yanından ayırmazdı. Gittiği yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder, konuşurdu.

Ebû Tâlib�in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince, "Muhammed�im nerede, çağırın gelsin" derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemekler bitiverirdi.1

Zaten Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken o, büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.2

Sevgili Efendimiz, büyüklüğünde olduğu gibi bu yaşlarda da açlıktan, susuzluktan şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen bu hususiyetini şu ifadelerle dile getirir:

"Resulullahın çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum Zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, �İstemem, karnım tok� derdi."3

Peygamber Efendimiz neşe ve hayat dolu gözlerini sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüzle açardı.4

Peygamberimiz amcasıyla yağmur duâsında

Mekke ve havalisi şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kup kuru ve toprak susuzluktan parça parçaydı. Kureyşliler Ebû Tâlib�e başvurdular.

"Ey Ebû Tâlip," dediler. "Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladılar. Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan!"

Ebû Tâlip teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi. Gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed�i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu bir çok hâdisede görmüş ve anlamıştı. Ebû Tâlip, yeğeni ile birlikte Kâbe�ye vardı. Sırtını bu kudsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (a.s.m.) ise, Kâbe�nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.

Az sonra Rahman ve Rahim olan Allah�ın rahmet deryası coştu ve yağmur bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.

Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes�ud etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu.

Fatıma Hatunun Peygamberimize sevgisi

Ebû Tâlib�in hanımı Fatıma Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye çalışıyordu.

Sevgili Peygamberimiz de, Fatıma Hâtuna sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı. Öyle ki, Fatıma Hâtun, vefât ettiğinde, "Bugün annem vefat etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.

Resul-i Ekremin bu hareketi, Ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:

"Ebû Tâlib�den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması ve alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."1

Kim tarafından olursa olsun, kendisine yapılan iyilikleri asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp, birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)�

Resûl-i Ekremin bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu hayat safhaları içinde görülecektir.

Peygamber Efendimizin koyun gütmesi

Resul-i Ekrem Efendimiz ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı. Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib�in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun bu isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi? Fakat, Fahr-i Âlem Efendimiz bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtunu da ikna ve razı etti.

Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaştırıp otlatmaya başladı. Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânı elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı Hakkın, her an tazelendirdiği yer ve gök sayfalarındaki ulvî manzaraları seyrediyor, ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife onu aynı zamanda tefessüh etmiş, bozulmuş cemiyetin yalan, hile, dolandırıcılık ve riyâ ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.

Mübarek ömürlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında Sahabîlerine şöyle buyurdu:

"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."

Sahabîler merak ve hayret içinde, "Yâ Resulallah," dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?"

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine ruhları okşayan tebessümleri arasında, "Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmemiş olsun"1 cevabını verdiler.

Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini yine Resul-i Zişan Efendimiz bir gün şöyle yâd edecektir:

"Musâ (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Davûd (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim. Ben de kendi âilemin koyunlarını Ciyad da [Mekke�nin alt tarafından bir yer] güderdim."1

Görülüyor ki, Kur�ân�da "En yüksek ahlâkın sahibi" olarak tavsif edilen Resulüllah Efendimizin henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.

Şerh ve izahı ciltleri kaplayacak olan şu mübârek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:

"Hepiniz çobansınız. İdâreniz altında bulunanlardan mes�ulsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes�uldür. Kişi, çoluk çocuğunu gözetip korumakla mükellef ve bundan mes�uldür. Kadın kocasının evinden mes�uldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan mes�uldür. Kişi babasının malının muhafızıdır ve bundan mes�uldür. Hepiniz idareniz altında olanlardan mes�ulsünüz."2

Eğlencelere katılmaktan alıkonması

Cenab-ı Hakkın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

"Ben, Cahiliye Devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince:

"Bir gece Kureyş�ten bir gençle Mekke�nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, �Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke�ye giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum� teklifinde bulundum.

"Arkadaşım, �Olur, bakarım� dedi.

"Bu maksatla Mekke�ye geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum. �Nedir bu?� diye sordum. �Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor� dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden ne yaptığımı sordu. �Hiçbir şey yapmadım� dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım."

"Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde ricâ ettim. Ricâmı kabul etti. Yola çıkıp Mekke�ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni Peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim."1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Oniki-Otuz Sekiz yaş arası

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı

Peygamberimizin, Amcasıyla Şam�a Gidişi


Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) on iki yaşına girmişti. Akranları arasında artık farklı beden ve sîmâya sahipti. Sîmâsı etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.

Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için de ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş�in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam�a gitmeyi kararlaştırdı.

Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle çok sevdiği amcası kendisinden bir müddet ayrılacaktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de aziz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmisi Ebû Tâlip böyle bir seyahata çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nazik ve latif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?

O da amcasıyla birlikte gitmeyi candan arzuluyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:

�Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam.�

Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlip, en katı yürekliler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifâdeler karşısında Ebû Tâlip derhal kararını değiştirdi. Kâinatın Efendisi de amcasıyla birlikte gidecekti. Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Hazırlıklar tamamlandı ve amcasıyla birlikte ticâret kervanına katıldı.

Kervan, çölleri aşa aşa Busra�ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

Rahip Bahîra�nın müşahede ve tesbiti

Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sıra bir râhip yaşıyordu: Bahîra.1 Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her râhip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelmiş geçmiş bütün râhipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.2

Kureyş�in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de râhibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki, daha önceki senelerde oraya gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürpriz ile yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.

Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru bu idi.

Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şâhid olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü. Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti.

Bu garipliği gören râhib Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi. Mekkelilere şu haberi gönderdi:

�Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, Bu ziyafetime, büyüğünüz, küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum.�

Bahîra�nın bu garip tavrı yemeğe gelen Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular:

�Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bam başka bir hal var. Biz sana her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle birşey yaptığın vâki değil. Sendeki bu hal nedir?�

Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:

�Evet, gerçekten doğru söylediniz, ama ne de olsa sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek istedim. Buyurun yiyiniz!�

Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir tek kişi eksikti: Bahîra�nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş itibariyle en küçükleri olduğundan kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.

Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:

�İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?�

Cevap verdiler:

�Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk.�

Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan son peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi.

Kureyşli tüccarlar Bahîra�nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler. Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra�nın gözleri bütün dikkat ve hayretleriyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.

Bahîra, aradığını bulmuştu. Maksadına erişmişti. Zira, bütün dikkatiyle süzmekte olduğu Nur Çocuğun her hali ve her hareketi yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpa tıp uyuyordu.

Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin kulağına eğildi ve �Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver.�

Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi. �Lât ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem.�

Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti. �O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver.�

Peygamber Efendimiz, �İstediğini sor� buyurdu.

Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra�yı hayretler içinde bırakıyordu. Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.

Artık Bahîra�da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.

Rahib Bahîra ile Ebû Tâlip başbaşa

Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib�in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:

�Bu çocuk senin neyin olur?�

�Oğlumdur.�

�Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım.�

�Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir.�

�Peki, babasına ne oldu?�

�Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti.�

�Evet, doğru konuştun.�

Artık her şey ap açık ve kesindi.

Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:

�Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür.�1

Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke�ye geri döndü.2

Rahib Bahîra gibi, bir çok Hıristiyan ve Yahudî âlimi, Resûl-i Ekrem Efendimizin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve �Evet, kitaplarımızda Muhammed-i Arabî�nin (a.s.m.) sıfatları yazılıdır� diyerek, doğru bir itirafta bulunmuşlardır. Bu itirafa rağmen, yine de birçoğu İslâmın şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.

Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları sayabiliriz: Abdullah bin Selâm, Vehb bin Münebbih, Ebû Yâsir, Şamûl, Esid ve Sa�lebe bin Sâye, İbni Bünyamin, Muhayrık, Kâbü�l-Ahbâr, Dağatır, İbni Nafûr ve Carûd.3

Kur�an-ı Kerim, ehl-i kitabın bu hakperest âlimlerinden şu âyetiyle bahseder:

�Îmân edenlere düşmanlıkta insanların en şiddetlisi olarak sen, elbette Yahudîleri ve Allah�a ortak koşanları bulacaksın. Îmân edenlere muhabbette en yakın kimseler olarak da, elbette �Biz Hıristiyanlarız� diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde ilim sahibi keşişler ve kendilerini ibadete vermiş râhipler vardır; onlar büyüklük de taslamazlar.

�Peygambere indirileni dinledikleri zaman, âşina oldukları hakikatlerden duygulanarak gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar, �Ey Rabbimiz, îmân ettik� derler. Sen de bizi, hakka şâhitlik eden mü�minlerle beraber yaz� derler.�1

* * *


Peygamberimizin Cahiliye Devri Kötülüklerinden Uzak Kalışı

Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamber Efendimizin (a.s.m.) âdeta ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Kendisinde gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu: �Bu yeğenim ilerde büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır.�

Bu sebeple Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu. Artık Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalb ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler sûretini de fevkalâde güzel şekillendirmişti.

Uzuna yakın orta boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alınlı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına ap ayrı bir tatlılık verirdi.

Kader-i İlâhi, onu ezelden insanlığın Peygamberi olarak takdir ve tâyin etmişti. Bu sebeple o, âlemlerin Rabbi�nin terbiyesi altında hayat seyrine devam ediyordu. Bunun içindir ki, bütün Arabistan�la birlikte Mekke�de de hüküm süren fısk, fücûr, sefâlet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmezdi.

Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı. Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvâne adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında traş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.

Yine böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlip de onlar gibi âile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Ancak o buna yanaşmadı ve mâzur görülmesini istedi. Efendimizin bu davranışını Ebû Tâlip ve halaları taaccüple karşıladılar. Hatta kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde Resul-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine, �İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğrayacağından korkuyoruz� dediler.

Bunu demekle de yetinmediler, üzerine öylesine vardılar ki, Sevgili Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcası Ebû Tâlip ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hal içinde gördüler. Benzi sararmıştı ve her halinden korktuğu belli oluyordu.

Amcası ve halaları, �Ne oldu sana?� diye sordular.

Sevgili Efendimiz şu cevabı verdi:

�Bana bir fenalık gelmesinden korktum.�

�Allah sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?� dediler.

Bu sefer Peygamberimiz şunları anlattı:

�Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peydâ oldu. Bana, �Ya Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme!� diye haykırdı.�1

Bu vakâdan sonra Resulüllah Efendimiz herhangi bir sebep ve sâikle putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine hiç bir zaman katılmadı.

Evet, peygamberlik vazifesiyle memur edilir edilmez, eline Tevhid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de Tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, ter temiz bir hayata sahip bulunacaktır.

Cenâb-ı Hak, sevgili Resulünü henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alakâlı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resul-i Kibriyâ Efendimiz de, �Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeblendirmiş�1 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.

İnsaflı müsteşrikler de her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Miur Muhammed�in Hayatı isimli eserinde şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz: �Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir.�

* * *

Dördüncü Ficar Muharebesi ve Efemdimiz

Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında iken Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.1

İslâmdan evvel, Cahiliye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık ve yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri şefkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan birbirini kırıp geçmekten başka zaten ne beklenebilirdi?

Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları öteden beri Araplarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de �haram aylar� adıyla anılıyorlardı.

İşte Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku bulduğu ve iki taraf arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâp edildiği, kan döküldüğü için bu ismi almıştı.2

Araplar arasında Ficar Muharebeleri dört kere meydana gelmişti. Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi henüz on yaşlarında bulunuyordu.3

Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti. Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukaz Panayırında uzanmış olarak, �Arab�ın en şereflisi benim� sözü üzerine Havazin Kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip kılıcını çekerek, övünen adamın ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinler arasında vuku bulmuştu.

İkincisi, yine Ukaz Panayırında bir kadına sataşmak yüzünden Kureyş ile Havazin kabileleri arasında patlak vermişti.

Üçüncüsü, Kinâneoğulları Kabilesinden bir adamın, Âmiroğulları Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle Kinâne ve Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.

Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kureyş ile Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Kinâneli Barraz bin Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan (Havazin) Kabilesinden Urve namındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.1

Kureyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı. Ukaz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlip, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak Kureyş Kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirâk etmek mecburiyetinde kaldı.

Muharebe sırasında, Ebû Tâlib�in aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivâyet edilmiştir. Ancak o, sadece atılan düşman oklarını toplayıp, amcasına vermekle yetinmiştir.2

Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraflar, nihâyet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise, diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böylece de harp son bulmuş olacaktı.

Sayım neticesinde Kays-ı Aylanların ölüleri yirmi kadar fazla çıktı. Kinâneoğulları ve Kureyşliler tarafından bu yirmi kişinin diyeti ödenerek, Fil Tarihinden yirmi yıl sonra vuku bulan bu kanlı çarpışma da böylece nihâyet buldu.1

* * *



Peygamberimiz Hilfu'l-Füdul Cemiyetinde

Peygamber Efendimiz yirmi yaşına basmıştı. Son Ficar Harbinde çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla Arap kabileleri arasındaki düşmanlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir duruma gelinmişti.

Mekke�de dışardan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı. Bu vahşet saçan manzaraya bir çare bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne yapılabilirdi?

Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ıztırap duyanların, cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar.



Zebidlinin gasb edilen malı

Bardağı taşıran son damla, Yemen�in Zebid Kabilesinden birinin bir deve yükü malının şehrin ileri gelenlerinden Âs bin Vâil tarafından gasbedilmesi hâdisesi oldu. Zebidlinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda Ebû Kubeys Dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.1

Bu dâvet, cemiyetin perişan halini düşünen kafaları uyandırdı. Derhal bir araya toplanarak bu yolsuzluklara, bu gayr-ı meşrû davranışlara çare aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke�nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu.1

Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri gelenlerinden birçoğunun iştirâkı ile, Mekke�nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah bin Cud�a�nın evinde toplanıldı ve �Hilfu�l-Füdul� cemiyeti kuruldu. Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra şu maddeleri karar altına aldılar:

1. Mekke�de,�ister yerlisinden, ister dışından olsun�zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.

2. Bundan böyle Mekke�de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsâmaha ve fırsat tanınmayacaktır.

3. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket edilecektir.2

Cemiyet üyeleri, bu âhidleri üzerinde sebât edeceklerine dâir de şöylece yeminde bulundular:

�Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe�de istilâm ibadeti [Kâbe�nin tavafı sırasında Hacerü�l-Esved�e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzaktan selamlama işaretinin yapılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz.�3

Kurulan bu cemiyete �Hilfu�l-Füdul� adı verildi. Sebebi şöyle izah ediliyor. �Hilf� yemin, �füdul� ise fazıllar demek. Mekke�de bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden Fazl isminde iki kişi ile, Katûrâ Kabilesinden Fudayl adında biri şehirde zulme ve tecavüze meydan vermemek hususunda yeminde bulunmuşlardı. Kureyş ileri gelenleri de bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, �Fazıllar Hâdisesi�ni hatırlama babında bu cemiyete �Hilfu�l-Fudul� denildi.1

Cemiyetin yaptığı ilk iş, Yemenli Zebîdî�nin ticaret maksadıyla getirdiği malın As bin Vâil�den geri alınması oldu. Sevgili Peygamberimiz de, henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede, re�yini müsbet olarak izhar etmiştir. Bu, Efendimizin genç yaşından beri olgun düşüncelere sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara lâyık görüldüğünün ifadesidir.

Şefkat ve merhamet timsali zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta gösterilen gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü o, güzel ahlâkı tamamlamak maksadıyla gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete kendisi de katılacaktı.

Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da, mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifâdelerle beyân buyuracaktır:

�Abdullah bin Cud�â�nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir. Ben ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icâbet ederim.�2

* * *



Peygamberimizin Şam'a İkinci Gidişi

Mekke halkının meşguliyetlerinin başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlip de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak, kıtlık kuraklık yıllarının başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip etmesi ve âile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek mâlî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden Efendimizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke�nin içinde bazı işler yapmakla geçinip gidiyordu.

Mekke�de Peygamber Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın vardı: Hatice bint-i Hüveylid. O da servetiyle ticaret kervanlarına ortak oluyordu.

Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine Şâm�a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi, bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.

Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Talip bunu duydu. Himâyesinde bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:

�Ey kardeşim oğlu! Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık elimizi, avucumuzu kuruttu. Bizde ne ticaret bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman. Bak, kavminin ticaret kervanı Şam�a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid�in kızı Hatice de bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte kavminden bazı kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten istifâde etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen, temiz, vefalı bir insana onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih edecektir.�

Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde şöyle belirtti:

�Gerçi, seni Şâm�a göndermekten çekiniyorum. Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum. Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin konusunda bundan başka hatırıma gelen bir fikir de yok.�1

Peygamberimiz, �Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap� buyurarak amcasını rahatlattı.

Ebû Talib�le Resul-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz. Hatice�ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerremin doğru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:

�Sizi Şam�a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Sizin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunuzu biliyorum. Size kavminizden hiç kimseye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim.�

Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib�e haber verdi. Buna son derece sevinen amcası, �Bu Allah�ın sana ihsan ettiği bir rızıktır� dedi.

Ebû Tâlip, ücreti tayin etmeden yola çıkmasını münasip görmediğinden, Efendimize gidip bizzat Hz. Hatice ile bu hususu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlip kendisi giderek �Ey Hatice,� dedi. �Biz işittik ki, sen falanı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun? Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına razı olmayız.�

Efendimiz gibi son derece itimad edilir birini bulan Hz. Hatice sevinçliydi.

�Ey Ebû Tâlib,� dedi. �Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun. Bundan daha fazlasını isteseydin ben yine kabul ederdim.�1

Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.

Hz. Hatice, kölesi Meysere�yi de Resulullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:

�Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin. Hiçbir fikrine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin ve her halini bana bildireceksin.�

Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tamamlandı. Ebû Tâlib ile Efendimizin halaları da onu uğurlamaya geldiler, kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler. Ve kervan yola çıktı.

Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin herbiri Busra Panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.



Rahip Nastura ve Efendimiz

Efendimizin daha önceki Şam seyahatı sırasında manastırda bulunan Rahib Bahîra ölmüş, yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı. Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden Râhibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere�yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğu sordu.

Meysere, �O Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır� dedi.

Nastura bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere�yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı:

�O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kimse inmemiştir.�1

Daha sonra Meysere�ye şu suâli yöneltti:

�Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?�

Meysere�den �Evet� cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi:

�O, peygamberdir. Hem de peygamberlerin sonuncusudur.2

Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbalin Peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Rahibin söyledikleri de hafızasına iyice nakşolmuştu.

Satışlar tamamlanmış, alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki, Peygamberimiz herkesten ziyâde kârlı bir ticaret yapmış.3 Bu sefer Meysere�nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.

Kervan, Busra�dan ayrılarak Mekke�ye doğru yola çıktı.



Melekler gölge ediyor

Kervan sıcak kumlar üzerinde Mekke�ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat o da ne? Meysere gözlerine inanamıyordu. Acaba yanlış mı görüyordu? Ama hayır, tamamıyla gerçekti. İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik yapıyordu.4

Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hale gelmişti. Güneşin sıcaklığı, bu garip hâdisenin mûnis sıcaklığı yanında artık ona pek tesir etmiyordu. Ne var ki, Nur Muhammed�e (a.s.m.) bu olup bitenleri ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu. Hayretini, heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü sarf ediyordu.

Artık kervan, Mekke�den görülmeye başlanmıştı. Hz. Hatice, evinin damında Kureyş kadınlarıyla birlikte gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içindeydi. Gelen Muhammed ve Meysere�ydi. Ya, Muhammed�in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne? Yine iki melek Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice heyecan içinde yanındaki kadınlara da bu garipliği gösteriyordu:1

�Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor.�

Kervan Mekke�ye ulaştı. Peygamberimiz, malları Hz. Hatice�ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.2



Meysere müşahedelerini anlatıyor

Meysere bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.

Her şeyden önce temizliğe son derece riâyet ediyordu, ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimi ve ciddî idi. Ticaretteki dürüstlüğüne diyecek yoktu. Bütün bunları, Rahib Nastura�nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir Hatice�ye anlattı.

Hz. Hatice Meysere�den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü vakit geçirmeden gidip amcasıoğlu Varaka bin Nevfel�e anlattı.

Varaka bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi halinde yaşlı ve aklı başında bir insandı. Hatice�den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemeyerek şöyle dedi:

�Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed, bu ümmetin peygamberidir. Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır.1

Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice�nin gönlü sevinçle doldu.

* * *



Peygamberimizin Hz. Hatice ile Evlenmesi

Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam�a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu. Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.

O âna kadar kabilesinden bir çok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de, o bunların hiçbirini kabul etmemişti.1 Âdeta evlenmeyi düşünmüyor gibiydi. Ne var ki, kader şimdi karşısına bam başka bir şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.

Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.



Hz. Hatice�den gelen teklif

Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice�den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile ter temiz kadın mânâsına gelen �tâhire� lâkabıyla anılan Hz. Hatice�den.

Teklifi getiren Hz. Hatice�nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz arasında şu konuşma geçti:

�Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?�

�Elimde evlenecek kadar param yok.�

�Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?�

�Kimdir bu?�

�Hüveylid�in kızı Hatice.�

�Ama, bu nasıl olabilir?�

�Orasını ben bilirim.�

�O halde, ben de kabul ediyorum.�1

Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz. Hatice�ye iletti. Hz. Hatice�nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise�yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimize şu haberi gönderdi:

�Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun,2 kavmim içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum.�3

Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib�e bildirdi. Ebû Tâlib teklifi tahkik etti. Hz. Hatice�nin böyle bir evliliği istediğini bizzat kendisinden öğrendi.



Düğün merasimi

Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı. Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hz. Hatice�nin evine geldi. Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.

Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice�nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.

Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:

�Allah�a hamdolsun ki bizi, İbrahim�in zürriyetinden, İsmail�in sulbünden, Maad�ın madeninden, Mudar�ın aslından yarattı. Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş�ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey. Allah�a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir. Şimdi o, sizden kızınız Hatice�yi istemekte, mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir.�

Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice�nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:

�Allah�a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz.

�Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid�in kızı Hatice�yi şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah�ın oğluyla evlendirdim.�

Varaka bin Nevfel, konuşmasını bitirdikten sonra Ebû Tâlip, Hz. Hatice�nin amcası Amr bin Esed�in de muvafakatını istedi. Amr da ayağa kalkarak, �Ey Kureyş topluluğu, şahid olunuz ki, ben de Muhammed bin Abdullah�a Hüveylid�in kızı Hatice�yi nikâhladım� dedi.

Böylece Kâinatın Serveri Efendimizle Kureyş kadınlarının nesep, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hüveylid�in kızı Hz. Hatice-i Kübrâ nikâhlanmış oldular. O sırada Resul-i Ekrem Efendimiz 25, Hz. Hatice ise 40 yaşlarında bulunuyorlardı. Evlilikleri Milâdi tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yâni, Efendimizin nübüvvetinden 15 yıl önce.

Bundan sonra Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz, muhtereme hanımını alarak Ebû Tâlib�in evine geldi. Burada iki deve kestirerek halka ziyâfet verdi. Ebû Tâlip de, bu mes�ud hâdisenin hatırı için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da Peygamber Efendimizle (a.s.m.) ailesini evine davet etti. Onları karşılamaya çıktığında sevinç gözyaşları arasında, �Hamdolsun Allah�a ki, bizden bütün üzüntüleri yok etti� diyor, Allah�a hamdediyordu.

Efendimizle ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib�in evinde ancak bir kaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice�nin evine döndüler. Artık mes�ud hayatlarını burada geçireceklerdi.

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine �Hatice-i Kübrâ� dediği bu tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe bir başka kadınla evlenmedi.1 Her türlü teselliyi ve en parlak saâdeti bu huzurlu evde buldu.

Peygamber Efendimize, babasından miras olarak pek bir şey kalmamıştı. Uzun zamandır himâyesinde bulunduğu Ebû Tâlip ise fakr u zaruret içindeydi. Bu bakımdan, Hz. Hatice ile evleninceye kadar binbir meşakkat ve zahmet içinde hayat sürmüştü.

Hz. Hatice ile evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve bir derece genişliğe kavuştu. Fakat hanımı bol servet sahibi iken o, yine israfa, gösteriş ve lükse kaçmadı. Daha önceki mütevazi ve sade hayatına yakın bir yaşayışı devam ettirdi. Üstelik dünya malına da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bam başka ulvi ve kudsî duygular kuşatmıştı. Dünya ve içindekilerin muhabbeti o ulvî duyguları söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamıyordu.

Daha sonra Hz. Hatice-i Kübrâ�dan, Resul-i Ekrem Efendimizin, sırasıyla Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib-Tahir) adında altı çocuğu oldu.1

Bu mes�ud âile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice en ulvî duygularla kaynaşmışlardı. Âile yuvasında hâkim olan karşılıklı emniyet, samimi hürmet ve muhabbetti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasından on beş yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nazik, duygulu ve itinalı davranıyordu. Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki, vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtenâ köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı.

Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice�nin keremkârlığını, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâd ederdi. Bu yâd ediş, Hz. Âişe Validemize, �Hatice-i Kübrâ�dan başka, Nebiyy-i Ekremin zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım�2 dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi. Nasıl yâd etmezdi ki? Çocuklarından biri hariç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan o idi. Her türlü ıztırap ve sıkıntı karşısında kendisini teselli eden o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanıbaşından ayrılmayan o idi.

Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâd edecekti.

* * *



Peygamber Efendimizin Zeyd bin Harise�yi Azad Etmesi

Zeyd bin Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında bir küçük çoban iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da Hz. Hatice�nin yeğeni Hâkim bin Hizân tarafından 400 dirheme satın alınıp Mekke�ye getirilmişti.1 Hz. Hatice, Zeyd�i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.

Bu sırada, Efendimiz, Hz. Hatice ile evli bulunuyordu. Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple Hz. Hatice�den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz de onu alır almaz, azâd etti.2

Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu. Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Hârise âilesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu. Babası Hârise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu.

Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mes�ud âilenin saâdeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve âdetâ onun ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mes�uddu, sevinçli ve huzurluydu.



Zeyd�in yeri tesbit edildi

Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç kişi Kâbe�yi ziyarete geldi. Bu arada Zeyd�i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar. Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini, hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd�e anlattılar. Fakat Zeyd, gayet sakin ve rahattı. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kudsî şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:

�Annemin babamın, benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sadece sizden şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum: �Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki, hac merâsimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah�da oturuyor, hizmet ediyorum. Artık, aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar kat� etmekten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan vazgeçin. Allah�a hamd ederim ki, ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli bir âile içinde bulunuyorum ki, Maâdd�ın sulbünden�Uludan uluya geçerek gelmiş olan�en şerefliler bu âiledendir.��1

Bu haberi alan Hârise, kardeşi Kâb�la birlikte yanına fazla miktarda akçe de alarak Zeyd�i kurtarmak için derhal Mekke�ye geldi. Sorup soruşturup, Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve �Ey Kureyş Kavminin Efendisi, efendisinin oğlu! Siz, Harem halkı ve Harem-i Şerifin komşususunuz. Beytullah�ın yanında esirlerin esâret bağlarını çözer ve karınlarını duyurursunuz,� diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle arzetti:

�Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve razı edecek bir fidye-i necât (kurtuluş akçesi) iste; biz sana onu verelim, oğlumuzu serbest bırak.�

Nebiyy-i Ekrem, �Oğlunuz kimdir?� diye sordu.

�Zeyd bin Hârise� dediler.

Peygamberimiz, �Bundan başka bir istediğiniz var mı?� dedi.

Onlar, �Hayır, başka isteğimiz yok� cevabını verdiler.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Eğer sizi tercih ederse, fidye-i necât almaksızın o sizindir, alın götürün. Yok, eğer beni tercih ederse, vallahi, ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem.�1 diye konuştu.

Hârise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve �Sen,� dediler, �bize karşı çok insaflı davrandın.�

Huzura gelen Zeyd�e, Efendimiz, �Şunları tanıyor musun?� diye sordu.

Zeyd, �Evet, tanıyorum� dedi.

Peygamberimiz tekrar, �Kimdir onlar?� dedi.

Zeyd, �Bu babamdır, şu da amcamdır� cevabını verdi.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd�e, �Sen benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih et, yanımda kal; ya onları tercih et, git� diyerek onu tercihinde serbest bıraktı.

Zeyd�in cevabı şu oldu:

�Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem. Sen, benim için anne ve baba makamındasın.�

Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Hârise, hiddetle, �Yazıklar olsun sana,� dedi. �Demek ki, sen köleliği hürriyete, anne, babana, amcana ve ev halkına tercih ediyorsun.�

Fakat Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi.

�Babacığım,� dedi, �ben, bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, kendisine hiçbir zaman başka bir kimseyi tercih edemem.�1

Küçük Zeyd, böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sadakat ve bağlılığını ispatlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbal hazırlıyordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.

Efendimizin Zeyd�i evlâd edinmesi

Peygamber Efendimiz Zeyd�e, bu eşsiz bağlılığının mükâfatını vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş�in oturduğu Hıcır mahalline götürdü ve halka şöyle hitap etti:

�Ey hazır bulunanlar!

�Şâhid olunuz ki, bundan böyle Zeyd benim oğlumdur. Ben, ona vârisim, o da bana vâristir.�

Mekkeliler birini evlâd edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı. Efendimiz de, onların bu âdetlerine uyarak Zeyd�i böylece kendisine evlâd edinmiş oldu.

Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran Hârise�nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi. Demek ki, oğlu emîn bir elde bulunuyordu. Gönül huzuru içinde, oğlunu Kâinatın Efendisinin yanında bırakarak yurduna döndü.2

Bundan sonra, Mekke�de, herkes Zeyd�i �Muhammed�in oğlu Zeyd� diye çağırmaya başladı. Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip, vahiy gelmeye başlayınca, evlâdlıkların kendi öz babalarının adlarıyla çağrılmaları emredildi.3 Bunun üzerine, Hz. Zeyd, babasının ismiyle, Hârise oğlu Zeyd diye çağrıldı.

Bu konudaki âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:

�Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır��1

Hazret-i Ömer�in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiştir:

�Biz, �Evlâtlıkları babalarının adı ile çağırın� âyeti ininceye kadar, Zeyd�i Hârise oğlu Zeyd diye değil, Muhammed oğlu Zeyd diye çağırırdık.�2

Ayrıca, bu âyetle evlâtlıkların evlâd edinen kimseye vâris olması hükmü de ortadan kaldırıldı. Hazret-i Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali�yi müteâkip derhal İslâmın sinesine koşacak ve üçüncü Müslüman olma şerefine erecektir.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hazret-i Zeyd�i fazlasıyla severdi. Zaman zaman kendisine, �Ey Zeyd, sen kardeşimiz ve azadlımızsın�3 diyerek iltifatta bulunurdu.

Resûl-i Ekrem, daha sonra da çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Eymen�le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Üsâme hazretleri dünyaya gelecektir.

* * *



Kâbe'nin Yeniden İmarı ve Peygamberimizin Hakemliği

Kâinatın Efendisi otuz beş yaşında idi. Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu ma�bedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binâyı âdetâ harab bir hale getirmişti. Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe�yi bütün bütün sarsmış, duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.

Bu arada bir hâdise daha oldu. Kadının biri Harem�de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe�nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına sebep oldu.

Bütün bunların üzerine bir de Kâbe�nin içinde bulunan bir definenin çalınması eklenince, Mekkeliler, artık, verdikleri kararı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.1



İnşaat malzemesi yüklü gemi

Kureyşliler, Kâbe�yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp istişare ediyorlardı. Bu sırada Cidde�ye gitmek üzere Mısır�dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu. Bunu haber alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü yumuşak aktaş, tahta, direk ve demirdi. Bunlar Kureyş�in arayıp da bulamadıkları şeylerdi.

Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke�ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Halbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticâret eşyası satanlardan öşür alırlardı.

Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mîmar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mîmarla da anlaştılar.

Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe�nin mîmarlığını Bizanslı Bûkûm, marangozluğunu ise Mekke�de oturan Kıbtî bir usta yapacaktı.1



Duvarların taksimi

Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur�a ile kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abd-i Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe�nin cephe ve kapı tarafı; Abdüddar, Esed ve Adiyyoğullarına Kâbe�nin Şam cephesi (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cümâh) ve Amiroğulları payına Kâbe�nin Yemen köşesi ile Hacerü�l-Esved köşesi arası, Mahzum ve Teymoğullarına ise, Safâ ve Ecyad�a bitişik olan Yemen cephesi düştü.2



Mekke�nin sarsılması

Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hazret-i İbrâhim�in attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı. Niyetleri daha da aşağı inmekti. Ne var ki, buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke�nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifâ ettiler.3



Kabileler arasında anlaşmazlık çıkması

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü�l-Esved�in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak, bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususa daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki, birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.1

Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi. Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu.

Dört beş gün Kâbe�nin duvarlarına tek taş koymadan, Kureyş kabileleri, bekleyip durdular. Sonra tekrar Mescid-i Haram�da toplandılar. Birbirleriyle konuştular, tartıştılar Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.

Kanlı bir hâdisenin kopması her an beklenirken, Kureyş�in en yaşlılarından Ebu Ümeyye diye bilinen Huzeyfe bin Muğire, ortaya atıldı ve taraflara şu teklifi sundu:

�Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, ma�bedin kapısından (Benî Şeybe kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın, o kimse bu işi bir neticeye bağlasın.�2

Ebû Ümeyye�nin bu beklenmedik teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.



Muhammedü�l-Emîn geliyor!

Artık, bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı. Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çare ile son verecekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti? Merak dolu bakışlar, Mescid�in mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.

Kapıdan bir zât belirdi. Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu, posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar:

�El-Emîn, o! Muhammed, o! Onun aramızda vereceği hükme razıyız.�1

Evet, gelen Muhammedü�l-Emîndi (a.s.m.). Herkesin itimadını kazanmış olan dürüst insandı. Bu sebeple merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü, âdil karar vereceğinden, hepsi, tereddütsüz emîndi.

Elbette, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, tesadüfî değildi. Vereceği hükümle, onlara, peygamberliğinden önce de isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.

Kureyş, durumu kendilerine anlattı. Kalbi gibi, zihni de ter temizdi, Efendimizin. İsâbetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi:

�Hemen bana bir örtü getiriniz!�

Ânında getirdiler. Bir rivâyete göre, bu Velid bin Muğire�nin elbisesi idi. Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamber Efendimiz bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.2

Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi. Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O, örtü ile ne yapacaktı?

Merakları fazla sürmedi. Sevgili Peygamberimiz, Hacerü�l-Esved�i bu örtünün ortasına koydu. Sonra da, �Her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun!� diye emretti. Öyle yaptılar. Hacerü�l-Esvedi örtüyle konulacak yere kadar kaldırdılar. Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hacerü�l-Esved�i bizzat kendi elleriyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu.

Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.1

Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isâbetli kararıyla, kabileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu. Bu kararıyla, Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda, İlâhî bir kuvvetle te�yid edildiğini ortaya koymuş oluyordu.

İbn-i Abbas Hazretlerinin bir rivâyetine göre, Efendimiz, Hacerü�l-Esved�i yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.2



Mübârek taş

Renginin siyah olması sebebiyle Hacerü�l-Esved (Siyah Taş) diye adlandırılan bu mübârek taş, Kâbe�nin Şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halka ile çevrilidir. Bir başka ismi, Ruhu�l-Esved�dir.

Bu mübârek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim�e (a.s.) Hz. Cebrâil tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys Dağında muhafaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Kâinatın Serveri, Peygamber Efendimizin, �Ben, peygamber gönderilmeden evvel, Mekke�de bana selâm veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum� ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü�l-Esved�dir.

Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:

�Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resûlullahın seni takbil ettiğini [öptüğünü] görmese idim, asla seni takbil etmezdim.�



Peygamberimizin, Hz. Ali�yi yanına alması

Efendiler Efendisi otuz altı yaşında. Milâdî, 607 senesi.

Mekke�de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu âile, geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi. Geçim sıkıntısı içinde bulunan âilelerden biri de, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Talib âilesi idi.

Efendiler Efendisinin kalbi şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki. Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadirşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu. Böylesi güzel ve eşsiz bir mizâca sahip bulunuyordu. İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı�kendisine, elinden gelen yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Talib.

Amcası geçim sıkıntısı içinde iken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı? Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas�a koştu, durumu kendisine arzetti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Talib�e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir nebze olsun hafifletmeleri gerektiğini anlattı.

Hz. Abbas, Efendimizin bu dâvetini memnuniyetle karşıladı ve birlikte Ebû Talib�e vardılar. Maksadları Ebû Talib�in evindeki kalabalığı biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı.

Maksadlarını Ebû Talib�e açınça, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz, ismini bizzat koyduğu Hz. Ali�yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer�i himâyesine aldı.1

O sırada, Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta,�Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,� buyuran Resûl-i Kibriyânın himâyesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, dâvet edildiğinde ise, derhal îmân edecektir. Bu îmânı sırasında 9-10 yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda ilk Müslüman çocuk şerefini de kazanmış olacaktır.2


 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Peygamberlikten Önce Dünya

Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve İnsanlığın Durumu

Dünyanın ve İnsanlığın Durumu



Kâinatın Efendisine, risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın ma�nevi çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullahın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!



Milâdi altıncı asır sonları...

Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır... O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır: Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin, v.s.

Bütün bu devletlerde:

A) Doğru bir inanç sistemi mevcut değildi.

İnançsızlığın veya yahlış inancın ruh ve vicdan ıztırabı içinde kıvranan zamanın insanları âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.

Kâinatta cereyan eden hâdiselere ve yüce Kudretin eseri olan eşyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru, ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık �İlâh!� diye secde ediyordu.

Ruh ve vicdanlar tek Allah�a îmândan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından, �Herşey İlâhî kudretin eseridir� denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat; mânâsız, abes ve gayesiz mütalaa ediliyordu! Îmân, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde binbir türlü esrâr ve hikmeti muhafaza eden kâinat kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı...

Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, Tevhid inancını, Allah�ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!

B) Bu ülkelerin hepsinde insanlar sınıflara ayrılmışlardı.

İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zaif, avam havas, efendi köle diye birçok sınıflara ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!

Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran�ın durumuna bir göz atalım:

�Birçok ibtidaî kavimlerde olduğu gibi İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa (kasta) ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkimler, cengâverler ve resmî me�murlardı. Rençber ve san�at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu.

�Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlilerden ve toprağa bağlı esir ve kölelerden (serfler) mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiç bir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamiyle kendi hallerine terkedilmiş, aşılmaz maniâlarla ayrılmış oldukları�mal ve mülkünden serbestçe faydalanan�Dehkanlığa, yani şehirliliğe bile yükselmeyi ümid edemezlerdi...�1

Doğu Roma İmparatorluğunun hali daha da acıklı ve ibretliydi:

�Halk, kendiliğinden bir çok tali sınıflara ayrılmıştı. Bunlar: (1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticârete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule (Kürül) denilen sınıf, (2) İran�daki benzerleri gibi toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraçgüzâr (vergi veren) halk, (3) askerî sınıftı.

�Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi: �Toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka birşey değildi.�1

Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Romanın (Bizans) o zamanki perişan durumunu bakınız nasıl hülâsa eder:

�Jüstinyen�in ölümü ile (528-565) Muhammed�in (a.s.m.) doğumu arasında geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiç bir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irâde ve fazilletten mahrum milletler görülmüş değildir.�2

Avrupa�da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdı. İstenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiç bir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sadece şu vardı; bazı barbar memleketlerde hizmetçi ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu onlar için haliyle büyük bir lütuftu.

Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı.

Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah�ın en kıymetli mahluku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı. Hal diliyle âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu.

C) Bütün bu devletlerde kölelik bir müessese olarak mevcuttu.

İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îmân sayesinde mümkündür.

Gönülleri bu îmânın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları elbette, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini para ile alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.

Köle diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırma ile satılıyordu. Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti.

Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.

D) Mezhep kavgaları sürüp gitmekteydi.

Hıristiyan devletlerde, Hz. İsâ�nın tebliğ ve telkin ettiği �Tevhid� akidesi, yerini batıl �Teslis� inancına bırakmıştı. Papazlar, Hz. İsâ�nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, ap ayrı bir din meydana getirmişlerdi.

Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda din adına akıl almaz zulüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misal olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas�ın Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hadisesini ibret nazarlarına sunarlar.1

İran�da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihânet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışıla gelmiş ölüm şekilleri arasında yer alıyordu.

Konfiçyüs ile Çin, medeniyette ilerlemişken, Saâdet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılma ile karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları dönmek bilmez bir hal almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.

Habeşistan, İslâmın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu...

E) Bütün bu devletlerde ahlâksızlık kol gezmekteydi.

Allah�a îmânın verdiği hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışlarda, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı adî hareketlerde serbestçe bulunuyordu.

Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zinâ, gasb ve baskın olayları insanlık denilen kudsî ve ulvi mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.

İşte birtek misali:

Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki, bizzat Kontantiniyye Patriği, İmparatorun kendi özyeğeni ile evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.1

Kadın, alınıp satılan basit bir meta�dan öteye geçmiyordu.

Evet, milattan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehâlet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inaç çeşitleri, sefahetin her türlüsü en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.

İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşete, dehşete şahit ve sahne olmamıştı.

Manevi rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamıyacaklarını söylüyor ve yüzüne kapatılıyordu.

Gerçek yaratıcı yüce Allah�ı bilmemiş, tanımamış ve Onun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misali, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı.

İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, herşey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telakki ediliyordu. Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu.

Hülâsa; bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.

Bunun gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran tap taze bir mânevî güneşin eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu.

O Saâdet Güneşi bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telakki edilmekten kurtulsun. Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiş Allah�ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrâk edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îmân, zulmün yerini adelet, huzursuzluğun yerini huzur, cehâletin yerini ilim, ıztırabın yerini saâdet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.

İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarından varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin Cenâb-ı Hakkı tanımak ve Ona îmân edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece hakiki huzur ve gerçek saâdete kavuşmuş olsun.

* * *



Arabistan'ın Durumu

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan�ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da�lisan ve edebiyat istisna edilirse�her şey çığırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.



Dinî durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiç bir şeyi kabul etmiyorlar, �Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan başka birşey değildir�1 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur�ân-ı Keriminde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

�De ki: Size hayat veren Allah�tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez.�2

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah�a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur�ân, şu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

�Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, �Allah, göndere göndere bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?� demelerinden başka birşey olmamıştır.�1

Peygamberin insan nev�inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur�ân şu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:

�De ki: Eğer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaşsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.�2

Diğer bir kısmı ise, Allah�ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.

Kur�ân-ı Kerim, bu gruba da şu âyetiyle işâret ediyor:

�Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: �Çürümüş kemikleri kim diriltecek?� diye.�3

Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:

�De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.�4

Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

�Bizi Allah�a daha çok yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz...�5

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.

İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:

�Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim. Beni ağlatan hâdise şu idi:

�Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.

�Beni güldüren hadiseye gelince: Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı?

�Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim.�

Bütün bunlar yanında, Arabistan�da Hz. İbrahim�in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim�e nisbetle �Hanifler� denilirdi. Zira, Kur�ân-ı Kerim�de �Hanif� tabiri Hz. İbrahim için kullanılır: �İbrahim (a.s.) ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O, Hanif Müslüman idi.�1

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah�ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki şahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.1

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meşhur şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim�in dinine girmişti.

�Bismike Allahümme� tabirini ilk defa bu şair bulmuştu. Sonra bu tabir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.2

Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur.

Efendimiz birgün terkisinde Şerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye, �Ümeyye�nin şiirlerinden birşey biliyor musun?� diye sordu.

�Evet, biliyorum,� cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye�nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beğenen Efendimiz, Şerid�den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:

�Ümeyye Müslüman olmaya yaklaşmıştır.�1

Bir diğer rivayete göre ise, �Ümeyye�nin şiiri îmân etmiş, fakat kendisi dalalette kalmıştır�2 buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz meşhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide�dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zatın hutbesinden ilerde bahsedeceğiz.



Putlar

Mekke�ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var:

Amr bin Luhay şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.3

Amr, Şam�a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh�un sülalesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da: �Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz, yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz� cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke�ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.4

Amr, Hübel�i Mekke�ye getirir ve diker. Halkı bu puta tapmaya teşvik eder. Cahil halk bu teşvike kapılarak Hübel�e tapmaya başlar.

İşte Mekke�ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi böylece başlamış oldu.

Her kabilenin ayrı putu vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke�de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine ait putları vardı.

Kureyş, en büyük put olarak Uzza�yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat�tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.

Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumetü�l-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.

Huzeyl kabilesi, Suva� putuna tapardı. Bu put Gatafan mevkiinde idi.

Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta�zim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu Yağus idi. Himyerilerinki ise Nesr.

Bekroğulları ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa�d idi.1

İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Halbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır ne de kuvvet...

Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.

İşte, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalalet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.



Ahlakî durum

Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlakî cihetten de tam bir sefalet içinde idi. Cemiyete hakim olan, süfli arzu ve emellerdi... İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülasa ahlaksızlık namına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaif ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır adi bir mal telakki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur�ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin adetten nehyediyordu:

�Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah onları lûtfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Kölelerinizden bir bedel karşılığında hürriyetlerine kavuşmak isteyenlerle, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız, anlaşma yapın. Allah�ın size ihsan ettiği maldan onlara da verin. İffetli kalmak isteyen câriyelerinizi de, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek fuhşa zorlamayın. Kim onları fuhşa zorlarsa vebâli kendisinedir; zorlananlar için ise, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.�1

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.



Kız çocuğunu diri diri gömme âdeti

Çöl araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felaket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı. Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayali bazı gerekçeleri gösteriyorlardı.

Diyorlardı ki: �Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz.�

Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri topraklarla örtülürdü.

Babalar öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirir, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.

Kur�ân-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan adetlerini şu ayetiyle bize haber verir:

�Halbuki, onlardan biri kız çocukla müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü sim siyah kesiliverir.

�Müjdelendiği şeyin utancıyla kavminden gizlenir. Onu sağ bırakıp zilletine mi katlansın, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın, ne kötü birşeydir o hükmettikleri!�1

Cahiliyye zamanında bu çirkin adete tevessül etmiş biri, bilahere İslamiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:

�Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.

�Birgün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun, bana son sözleri şu oldu:

�Babacığım! Babacığım!�

Kainatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:

�Şüphesiz Allah yeniden yapmadıkça cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.�2

İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kainat Sultanına gerçek îmânın bulunmadığı bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!



Siyasî nizam

Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve içtimai bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtiami düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur. Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harb, baskın, çarpışma ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şair Kutami bu hususu, �Kardeşlerimizden olan Bekr�lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız� beyitiyle anlatmak ister.1

Öteden beri kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezi bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple Yarımada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlü ve itibarlının yaptıkları daima yanına kar kalırdı.2



Edebî durum

Bütün bunlar yanında, inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiç bir millet mevcut değildi.

Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda şiire; �Arab�ın Defteri� deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden bir çok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.

Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakalır düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şairler ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.

Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.

Taif�le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi...

Panayırlar aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, konuşma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koşardı. �Şiire bu derce önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.� Böylece, İslamın zuhuru sırasında Arabistan�da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaşmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur�ân-ı Mu�cizü�l-Beyanın insan üstü üslubuna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur�ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i�caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur�ân�ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, �Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir,�1 âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:

�Sen de mi Müslüman oldun?�

�Hayır,� diye cevap verdi, bedevi edip. �Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim.�2

İmr�ül-Kays, Muallaka şairlerinden biriydi. Birgün kız kardeşi, �Ve denildi ki: �Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.� Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve �Zâlimler gürûhu Allah�ın rahmetinden uzak olsun� denildi�1 âyetini işitince, doğruca Kâbe�ye vardı ve �Artık kimsenin söyleyecek birşeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz� diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.2

Cahiliyye Devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri şüphesiz �Muallakat-ı Seb�a� (Yedi askı) şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü�r-Raviye tarafından toplanmıştır.

Şiirleri Kabe duvarına asılan şairler şunlardır:

İmrü�l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris bin Hiliza (veya A�şa).3

İşte, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed�e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan�ın dinî, ahlakî, siyasî, içtimaî ve edebi manzarası böyleydi...

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zata elbette ihtiyaç vardı. O zat da ezeli Kaderin hükmüyle tesbit edilmişti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

O, beraberinde getirdiği Nur ile dünyanın maddi, manevi şeklini değiştirecekti... İnsanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki�ye çevirecek ve bununla insanı maddi, manevi saadate erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kainatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kudsi bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kainatın umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet ettiğini bildirip, ilan edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlaksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlakı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, kainat niçin var edilmiş? İnsanlar nereden gelmişti? Niçin gelmiş ve nereye gidecekler, gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah�ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa Allah�tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.

İşte, bütün dünya gibi, Arabistan yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu.

* * *

Kuss bin Sâide, Efendimizin Peygamberliğini Haber Veriyor

Kainatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.

Arabın Cahiliyye Devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz�daki �Suk-ı Ukaz�, renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şairi, hatibi ve hakimi idi. Fesahatı ile dillere destan olmuş bu zat, dikkat kesilmiş ve derin sükuta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitap ediyordu:

�Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur. Olacak neyse olur.

�Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi ölüp gider. Hâdiselerin ardı arası kesilmez.Hepsi birbirini kovalar.

�Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnud olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?

�Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah�ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allah�ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi.

�Ey İnsanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binâlar yükselten Ad ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, �Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?� diyen Firavun�la Nemrud?

�Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer onları, değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı.Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor? Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin! Onların yolundan gitmeyin!

�Herşey fânidir. Baki olan ancak Allah�dır. Ki O, birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbadet edilecek ancak Odur, doğmamış ve doğurmamıştır.

�Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat�i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır.�1

Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü�l-Enbiyânın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersiz idi.

Cahiliyye Devrinde Cenâb-ı Hakkın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss bin Sâide�nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi. Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.

Aradan yıllar geçti. Benî İyad�ın müvahhid ve Hz. İsâ�nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud bin Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, �Seni hak peygamber olarak gönderen Allah�a yemin ederim ki, senin vasfını İncil�de buldum. Seni, Meryem�in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah�a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur ve sen Allah�ın Resûlüsün� diyerek Müslüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.1

Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz sordu:

�İçinizde Kuss bin Saide�yi bilen var mı?�

Carud, �Elbette yâ Resûlallah,� dedi, �hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim.�

Bunun üzerine Resûl-i Zişân Efendimiz şöyle buyurdular:

�Kuss bin Sâide�nin bir zamanlar �Suk-u Ukaz� da bir deve üzerinde, �Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak neyse olur� diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun.�

Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, �Yâ Resûlallah,� dedi, �ben de o gün Sûk-u Ukaz�da hazırdım. Kuss bin Sâide�nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım.�

Sonra da mezkur hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Risâlette okudu.

Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss�un şiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerif�te Hâşimoğullarından Muhammed�in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikir ve beyan etmişti.

Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Cahiliyye Devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:

�Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Sâide�yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.�1
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Peygamberliğin verilişi


Kâinatın Efendisine Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi


Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gàyeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.

Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur.

Mâdem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Mâdem insan nev�i ile konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak onlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta ve nev-i beşerin humsu [beşte biri] ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbâl onun getirdiği nurun ziyâsıyla bin üç yüz sene [şimdi bin dört yüz sene] ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehl-i imân mütemâdiyen günde beş defa onunla tecdid-i bîat edip, ona duâ-i rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve resûl yapacak ve yapmış ve sâir nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî



Peygamberimize Gàibden Ses Gelmeye Başlıyor


Kâinatın Efendisi otuz sekiz yaşına girince gaibden bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda bir takım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibden �Yâ Muhammed!� diye nidâ ediliyordu. Fakat, Efendimiz bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam mânâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyân etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.

Zaman zaman da sadece muhtereme zevcesi Hatice-i Kübrâya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hazret-i Hatice Validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyânet meleği gibi koruyor, konuşmaları ve sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.

Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.

Sadık rüyâlar

Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken �Sadık Rü�yâlar� devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki; geceden gördüğü rü�yâlar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu.1

Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına bemnî olan bu durum altı ay devam etti.

Yalnızlık araması

Kâinatın Efendisinin mübârek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık tamamıyle yalnızlık arıyordu. Cem�iyetten uzak durmak, düşünceleriyle başbaşa kalmak en büyük arzusuydu... Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.

Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden vazgeçebilir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tafekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.

Bu sebeple, Onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.

Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan, taştan, yerden gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki, bu suâllerine, ne Hirâ�nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lambası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiç biri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.

Evet, Fahr-i Kâinatın mübârek ruhu, zahiren yalnızlık istiyordu. Hakikatta ise, Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Hakka muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu.

Bu hâl, az veya çok, hemen hemen bütün Peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musâ, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur Dağında dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir.Yine Hz. İsâ, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuştur.1

Kâinatın Efendisi Hira�da

Sene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.

Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1 Hirâ Dağı, Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin. bir adamın içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki, mağaranın uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır.

Hira (Nur) Dağı

Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim�in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.1

Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ�da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ�nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.

Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.

Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Paygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: �Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım...�

Kâinatın Efendisi, artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.

* * *



İlk Vahiy Tebliğ Ediliyor

Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.

Nur Dağı derin ve mânâlı bir sesizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için� Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için�

Hira (Nur) Dağındaki mağaranın ağzından bir görünüş. Resûl-i Kibriya Efendimiz bu mağarada ilâhî vahye mazhar olmuştur.

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah�ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.

Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile, Peygemberler Peygemberi ile muhatap olacak, �habibullah� ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan Sultan-ı Levlâk�la konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.

Beklenen an gelmişti. Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

�Oku!�

Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı.Yüreği ürperiyordu!

�Ben okuma bilmem� diye cevap verdi.

Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, �Oku!� diye seslendi.

Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:

�Ben okuma bilmem!�

Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:

�Oku!�

Bu sefer Fahr-i Kâinat:

�Ben okuma bilmem,� dedi. �Söyle ne okuyayım?�

Bunun üzerine melek, Allah�tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk Sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

�Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir.�1

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Rasûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.

O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

�Beni örtünüz!�

İlâhi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü mağaradan çıktı ve Mekke�ye doğru hareket etti.

Yolda bir çok garipliklerle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar:

�Esselamü Aleyke Yâ Resûlullah!� diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.

Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti.

Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ�ya sadece, �Beni ötürünüz! Beni örtünüz!� diyebildi.1

Sadık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstünü örttü.

Hirâ�da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem şimdi de evinde düşünceleriyle başbaşa idi.

Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahat ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübrâ�yâ başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi:

�Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!�

Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu. Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basirete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu beyi Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyit etti:

�Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz.

�Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!

�Ey Amcamoğlu, sebât et; vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.�1

Varaka ne dedi?

Bütün bu olup bitenler elbette mânasız değildi ve bir şeyler ifâde ediyorlardı. Sorup soruşturup, öğrenmek ise, Hz. Hatice�ye düşüyordu.

Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimad edebilirdi? Hazret-i Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.

Varaka bin Nevfel, oldukça yaşlanmış saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat ve İncil�i okumuş, onlardan pekçok şeyler öğrenmişti.

Hazret-i Hatice vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle amcası oğluna gitti.

Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı:

�Kuddûs! Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah�ın Mûsa Peygambere gönderdiği Rûhu�l-Kudüs�tür, Nâmûs-u Ekber�dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin.

�Ah! Ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, sağ olsaydım.�2

Bu ifadeler hem Allah Resûlünü, hem de Hazret-i Hatice�yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı birşey vardı: Kavmi onu niçin yurdundan çıkaracaktı? Bu suâline Varaka cevap verdi:

�Evet, seni buradan çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim.�1

Varaka bin Nevfel gerçeği konuşuyordu�gizlenmesi kàbil olmayan, bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hazret-i Hatice ile birlikte, Varaka bin Nevfel�in yanından ayrıldı.

Vahyin bir ara kesilmesi

Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.2

Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.

Dünya, �Dârü�l-Hikmet� olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, paygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:

a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.

b) Ruh-u Ahmed�in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.

c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.1

Vahyin tekrar gelmeye başlaması

Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:

�Birgün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra�da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm.

�Evime dönüp, �Beni örtünüz, beni örtünüz� dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:

��Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah�ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur.�2

�Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi.�3

Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.

Cenâb-ı Hak, serapâ ahlakî güzellikler ve kemallerle süslemiş olduğu Hazret-i Mumammed�i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev�i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda yüce Allah�ın umum kâinatta cari olan �Her nev�de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami� halkedip, o nev�in medar-ı fahri ve kemâli yapar� kanunu, insanlık camiâsında da tecellisini buluyordu.

�Cenâb-ı Hakkın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i A�zâm olduğu gibi, manûatında [san�atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek. O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır.

�Çünkü, envâ-ı kâinatın [kâînattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü; zîhayatın enva�ı içinde en mükemmel zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü; zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstâid insandır.

�Ve insanlar içinde herhalde o ferdi; Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü; zaman-ı Âdem�den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zirâ o zât, küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene [şimdi bin dört yüz sene] kemâl-i haşmetle saltanât-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakâikte [hakikatların her türlüsünde] bir üstad-ı küll [umumî üstad]hükmüne geçmiş.

�Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidâyet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur�an-ı Mu�cizü�l-Beyânı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtâzdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur...�1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
İlk Müslümanlar

İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler


İlk Müslüman: Hz. Hatice

Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Hira�daki ulvî mazhariyetle İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kudsî risalet vazifesini yüklenmişti. Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek lazım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı kendisince muhakkak bilinen bir husustu.

O anda, Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dünyaya Allah�tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hâdise olarak görülemezdi.

Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nûr ve şeref olan vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.

Durumu evvela en yakını bulunan hanımı Hazret-i Hatice�ye anlattı. Hazreti-i Hatice, ona tereddütsüz sadakat elini uzattı ve ilk Müslüman olma şerefine kavuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hazret-i Hatice�ye, Cebrâil�den (a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrâil�den öğrendiği sûrette imam olarak şerefli zevcisine iki rek�at namaz kıldırdı.

Efendimizin kıldırdığı bu iki rek�at namaz,1 imam olarak kıldığı ilk namazdır ve bir pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.2

* * *



Hz. Ali'nin Müslüman Oluşu

Hazret-i Hatice�nin terddütsüz îmân edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimizin, İslâma dâvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hazret-i Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimizi Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, �Nedir bu?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Ey Ali, bu Allah�ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah�a îmân etmeye davet eder, insana ne faydası, ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza�ya tapmaktan sakındırırım� dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:

�Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib�e danışmadan birşey diyemem.�

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz da�vasını açıkça ilân etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali�yi ikaz etti:

�Ey Ali!� dedi. �Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye birşey söyleme!�1

Hazret-i Ali, bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek, �Allah, beni yaratırken Ebû Talib�e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım,� dedi ve Müslüman oldu.

Müslüman olan ilk çocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında bulunuyordu.1

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir. Ama bir davanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte Allah Resûlü, Hazret-i Ali�ye gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikazında bulunmakla kâinatta da câri olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını gözönünde bulundurarak dâvasını yayma Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

Îmân safında yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali�yi, Resûl-i Ekremin evlatlık edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd�in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifâ ediyorlardı.

Hazret-i Ali, zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte Kâbe�ye gider, orada namaz kılarlardı.

Afif-i Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke�de, henüz îmân etmediği bir zamanda Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali�yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden gıbta ile bahsederek şöyle demiştir:

�Ben, o zaman imân edip de, onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim.�1

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağmen, müşrikler onların Kâbe�de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda, vadilerde edâ etmeyi daha uygun buldular.

Annesi ile babası Hazret-i Ali�nin peşinde

Resûl-i Ekremi bir gölge gibi takip edip, yalnız bırakmayan Hazret-i Ali�nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, �Dikkat et, oğlun Muhammed�le çok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın� dedi.

Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali�nin arkalarından gitti. Onları Mekke�nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat�a, �Ey kardeşimin oğlu!� dedi. �Bu din, ne dindir?�

Peygamber Efendimiz, �Ey amca! Doğru yola dâvet edeceklerimin ve bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah�a îmân et� diye teklifte bulundu.

Bir an düşünceye dalan Ebû Talib, sonunda şöyle dedi:

�Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah�a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana eriştiremez� diye konuştu.

Sonra da oğlu Ali�ye döndü ve �Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?� diye sordu.

Hz. Ali, �Babacığım,� dedi, �ben, Allah�a ve Onun Resûlüne îmân, onun Allah�tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım.�

Bunun üzerine Ebû Talib, �Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!�1 diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali�yi sevindirdi. Sonra da oradan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Talib�e, hanımı Fâtıma Hâtun telaş ve şiddetle, �Nerede oğlun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed�le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?� diye sordu.

Ebû Talib, �Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer� diyerek telaş ve endişeye mahal olmadığını ifâde etti. Sonra da, �Eğer nefsim, Abdülmüttalib�in dinini bırakmak hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed�e tabi olurdum. Çünkü, o halîmdir, emîndir, tâhirdir�2 dedi.

* * *

Hz. Ebû Bekir Müslümanların Safında

Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf; Cahiliyye Devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş�in kan davalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfı da; Kureyş âilelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesi idi.

Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan dâvete başlamamıştı. Fakat yine de dâvâsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henüz dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri kendisine �Hoş geldin� demek için evine vardılar.

Hz. Ebû Bekir, �Ben Mekke�de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?� diye sordu.

�Ey Ebû Bekir� dediler. �Büyük iş var! Ebû Talib�in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen�den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et.�

Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinatın evine vardı:

�Yâ Ebe�l-Kasım! Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?� diye sordu.

Resûl-i Zişan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir�in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu. Sonra da, �Yâ Ebâ Bekir! Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah�ın Resûlüyüm. İnsanları bir tek olan Allah�a dâvet ediyorum. Sen de şehâdet getir� dedi.

Hz. Ebû Bekir�in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven ve sayan ve o âna kadar mübârek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek bir söz işitmeyen Muhammedü�l Emînden (a.s.m) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emâresi göstermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.1

İslâma davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini Resûlullah Efendimiz onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:

�Ebû Bekir�den başka imâna davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt etti.�2

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivâyet şöyle:

�Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir�in Müslüman olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır.�

İslâmla şereflenen Hz. Ebû Bekir�in daha evvel gördüğü bir rü�yâsı da böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke�ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.

Bu rüyâsını o zaman ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen paygamberin pek yakında Mekke�den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.1

Hazret-i Ebû Bekir, Müslümanlığını izhâr etmekten de çekinmedi.

Müslüman olması Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslüman olan hür erkeklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îmân halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakîm caddede yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habeşî ile, îmân ve İslâm nîmetine erişen ve her biri âdetâ bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu: Kadınlardan, Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, hür erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kölelerden Hazret-i Zeyd bin Hârise, kölelerden Hazret-i Bilâl-i Habeşî (Radıyallahü Anhüm).

* * *

Gizli Davetin Hız Kazanması

Hazret-i Ebû Bekir�in de Müslüman olmasıyla îmân ve İslâma gizli davet daha da hız kazandı. İslâma girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin ıztırabından, cahiliyyetin çirkin ahlâkından kurtarmak için çırpınıyorlardı.

Bu konuda da Hazret-i Ebû Bekir�in önde olduğunu görüyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâmla şareflenenlerden bir kaçı şunlardır: Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa�d bin Ebî Vakkas, Talh bin Ubeydillah (r. anhüm).1

Bu beş Sahabî de, sonradan Cennetle müjdelenen on Sahabî arasında yer alacaklardır.

Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar arasında da İslâmın nûru günden güne yayılıyordu. İlk Müslüman kadın Hazret-i Hatice�den sonra, henüz o sırada İslâm dâiresine girmemiş buluan Resûlullahın amcası, Hz. Abbas�ın hanımı Ümmü Fazl�ın, Hazret-i Ebû Bekir�in kızı Esmâ�nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hazret-i Ömer�in kızkardeşi Fâtıma�nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını görüyoruz.

Artık, İslâma davet iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler arasında, kadınlar ise hemcinseleri içinde îmân ve İslâm nûrunu yaymaya aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların îmân cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları da dikkatleri çekiyordu. Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhal tesir altında kalan yaratılışları icabı saymak mümkündür.

Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiç biri kâinatta en büyük kuvvet olan Allah�a îmân hakikatını kalblerine nakşetmiş bulunan bu Saâdet Asrının mes�ud insanlarını korkutamıyor, davâsından geri çeviremiyor, hatta en ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları; Allah�a olan îmân ve Ondan korkmanın yanında, rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zâif ve dayanıksız kalıyordu.

* * *

Hz. Bilâl-i Habeşî'nin İşkenceye Uğraması

Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.

Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef�in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.1

Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi.

Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl�in kendisini yaratan tek Allah�a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed�e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!

Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke�nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.

Ümeyye bin Halef�in bütün bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah�a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:

�Ehad Ehad! Allah birdir! Allah birdir!�

İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl�i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:

�Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed�i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât�a Uzzâ�ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!�

Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

�Ben, Lât ve Uzzâ�yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!�1

Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl�in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.

Hazret-i Bilâl�in, bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tararrufunda tutan Cenâb-ı Hakka îmân, Onun sonsuz kudretine i�timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, �Îmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir� hakikatını bütün dünyaya ilân ediyordu.

Yine bir gün, Ümeyye bin Halef�in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye�ye, �Sen hiç Allah�tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin� dedi.

�Onun itikadını sen bozdun,� diye cevap verdi Ümeyye. �Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar.�

Hz. Ebû Bekir, �Ey Ümeyye,� dedi, �benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu Bilâl�e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?� dedi.

Ümeyye, �Kabul ettim,� dedi. Sonra da gülerek, �Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz� diye konuştu.

Hz. Ebû Bekir, �Olur,� dedi.

Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve �Vallahi, bana kölenin karısı ile birlikte kızını da vermedikçe olmaz� dedi.

Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, �Olur� diye cevap verdi. Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşcasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte bulundu:

�Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!�

Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle, �Sen,� dedi, �ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun.�

Ümeyye bu sefer, �Hayır,� dedi, �Lât�a, Uzzâ�ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım.�

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, �Onların hepsi senin olsun� dedi ve Hazret-i Bilâl�i bu zâlim adamın elinden kurtardı.

Hazret-i Bilâl�i alan Ebû Bekir�e (r.a.) Peygamber Efendimiz, �Yâ Ebâ Bekir,� dedi, �onun üzerinde bir hakkın olacak mı?�

Hz. Ebû Bekir, �Hayır, yâ Resûlallah,� dedi. �Onu azâd ettim.�1

Hazret-i Bilâl�i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme�yi de satın alıp âzad etti.2

Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat�ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevveri�de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince, �Yâ Ebâ Bekir,� dedi. �Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım.�

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da Şâm�a gitti. Hz. Ebû Bekir�in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara iştirâk etti.3

* * *



Hz. Osman Müslümanların Safında

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.

Birgün Hz. Osman�a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.

Hazret-i Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir simâya sahip Hz. Osman�a, �Allah�ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!� dedi. Resûlullahın bu sâde, bu samimi ve bu i�câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek dudaklarından döküldü:

�Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!�1

Sonra da daha önce Şam�dan dönerken gördüğü bir rü�yâsını Kâinatın Efendisine anlattı:

�Yâ Resûlallah,� dedi. �Biz Muân ile Zerkâ arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi: �Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s.m.) Mekke�de zuhur etti!� diye seslenmişti. Mekke�ye gelince sizi işittik!�2

Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osnan�ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her türlü ezâ ve cefâya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf göstermedi.

Amcası Hakem bin Ebû�l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:

�Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim.�

Metanet âbidesi Hz. Osman�ın cevabı şu olurdu:

�Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!�

O, günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı.1

Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur�ân�dı. Geceleri, namazında bütün Kur�ân�ı hatmederdi.

Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye�yi aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Bu sebeple de �Zinnûreyn� lâkabını aldı.

* * *



Talha bin Ubeydullah'ın Müslüman Oluşu

Hz. Osman�ın İslâmın saâdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.

Ticâret maksadıyla bir seyahâta çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib, �Bu pazar halkı içinde, Mekke�den kimse var mı?� diye seslendi.

Hazret-i Talha, �Evet, ben Mekkeliyim� dedi.

Rahib, �Ahmed zuhur etti mi?� diye sordu.

Hazret-i Talha, �Ahmed kim?� dedi.

Rahib, �Abdullah bin Abdülmuttalib�in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif�ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır� cevabını verdi.

Rahibin bu sözleri Talhâ�nın dikkatini çekmiş ve Mekke�ye gelir gelmez halka, �Yeni bir haber var mı?� diye sordu.

�Evet,� dediler. �Abdullah�ın oğlu Muhammedü�l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe�nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi oldu!�

Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir�in yanına vardı ve, �Sen, Muhammed�e tâbi oldun mu?� diye sordu.

Hazret-i Ebû Bekir, �Evet,� dedi. �Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları hak ve gerçek olana dâvet ediyor.�

Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû Bekir�e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.1

Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş�in azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.

Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakında, �Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha�ya baksın� buyurmuşlardır.2

Son derece cömert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.3

* * *



Halid bin Said'in İslâma Girişi

İslâma gizli davet devri henüz devam ediyordu.

Bu bırada Müslümanlar safına Kureyş�in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş�in ileri gelen ve zengin bir âilesine mensuptu.

Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece rüyâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten kurtardığını gördü. Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine, �Vallahi, bu rüyâ gerçektir� dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir�e koştu. Rüyâsını anlattı.

Sıddık-ı Ekber, �Hakkında hayırlı olmasını dilerim,� dedi. �Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rüyâda gördüğün gibi Cehenneme düşmekten kurtaracaktır.�

Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve �Yâ Muhammed! Sen, insanları neye dâvet ediyorsun?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Ben,� dedi, �halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan Allah�a, Muhammed�in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet ediyorum.�

Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehâdet getirdi:

�Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah�ın Resûlüsün!�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.

Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı.

Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş�in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.

Hz. Halid�in birgün, Mekke�nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, �Sen,� dedi, �Muhammed�in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun, öyle mi?�

Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak gönlünü îmân nuruyla aydınlatan Hz. Halid�in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:

�Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam.�

Bu sözlere fena halde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.

Fakat nafile! Sebât ve metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid�in kalbinde yer etmişti ve o bu îmân nûru ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefâ bu îmân karşısında zerre kadar menfi tesir icrâ edemiyordu.

Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu sefer, �Git,� dedi. �Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere git.�

Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve �Ey babacığım,� dedi, �sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana geçineceğim şeyi verir.�

Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:

�Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim.�

Hz. Halid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.1

İnancı uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören babanın yanında kalmak artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.2

Habeşistan�a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke�den ayrıldı.

Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin Yemen hükümdarına verdiği Emannâme�nin metnini ve diğer bir çok anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.3

* * *



Sa'd bin Ebî Vakkas'ın İslâmiyetle Şereflenmesi

Sa�d bin Ebî Vakkas, henüz on yedi yaşlarında hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü�yâ gördü: Zifirî bir karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir�in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, �Siz ne vakit buraya geldiniz?� diye soruyor.

Onlar da, �Şimdi� diye cevap veriyorlar.1

Bu rü�yâsından üç gün sonra, İslâma gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslâmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa�d hemen orada Müslüman oldu.2

Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa�d da annesi tarafından Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa�d annesi tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, �İşte dayım Sa�d. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin� diyerek kendisine iltifâtta bulunurdu.3

Hz. Sa�d ve Annesi

Hz. Sa�d�ın Müslüman olması annesi Hamne�nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:

�Allah�ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?�

Hz. Sa�d, �Evet,� dedi.

Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifâde etti:

�Yâ Sa�d,� dedi. �Vallahi, sen Muhammed�in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiç bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.�

O güne kadar, Hz. Sa�d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah�a îmân etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti.

Annesinin yememekte ve içmemekte inad ettiğini görünce yanına vardı ve �Ey anne,� dedi. �Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister ye, ister yeme.�1

Bu cevap üzerine anne Hamne�nin inadı, Hz. Sa�d�ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid�in azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilân etti.

Hz. Sa�d ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü�minlere ebedî bir ölçü verdi:

�Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.�1

Hamne, oğlunu İslâmdan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa�d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:

�Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!�

Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!

Hâdiseler, hep Hamne�nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa�d�ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu...

Büs bütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Amir�in yakasına yapıştı:

�Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!� dedi.

Allah�a îmânın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa�d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:

�Ey anne,� dedi. �Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim, yiyip içeyim� deme.�2

Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne�nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.

Hz. Sa�d�ın Cesareti

Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.

Hz. Sa�d, ilk Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke�nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa�d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.

Böylece Hz. Sa�d, Allah yolunda ilk kan döken Sahabî ünvânını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur.

Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa�d bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:

�Anam babam, sana fedâ olsun yâ Sa�d, durma at!�1

Hz. Ali der ki:

�Resûlullah (a.s.m.), �Fedâke ebî ve ümmi�2 (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa�d için söyledi.�3

Aynı muharebede, Hz. Sa�d, her ok attıkça, Allah Resûlü, �İlâhi bu senin okundur,� diyor,� ve onun için şöyle duâ ediyordu:

�Allah�ım! Sana, duâ ettiğinde, Sa�d�ın duâsını kabul et. Atışını da doğrult.�1

Allah Resûlünün, �Allah�ım, onun duasını kabul et� buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.2

İslâma davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa�d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâma hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran�a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona �İran Fatihi� ünvânı verildi.

* * *



Ebû Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi

İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve yaşamaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz, henüz davasını aşikâre ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke�nin dışında da bir çok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi.

Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzîde şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys�e, �Haydi, Mekke�de zuhur ettiği söylenen zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir� diyerek onu Mekke�ye gönderdi.

Üneys, kardeşinin bu ta�limatı üzerine Mekke�ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.

Ebû Zerr, �Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?� diye sordu.

Üneys, �Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor� dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

�Halk, �Şâirdir, kâhindir, sâhirdir� diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz.

�Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s.m.) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir.�1

Ebû Zerr, kardeşine, �Sen,� dedi, �beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim.�

Üneys, onu ikaz etti:

�Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed�e karşı düşman cephesi kurmuşlardır.�

Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke�ye kavuştu ve doğruca Kâbe�ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke�de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi yaşıyorlardı.

Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu.

Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine: �Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir� diye konuşunca, Ebû Zerr, �Evet,� dedi, �uzak bir yoldan gelmişim.�

Hz. Ali, �Gel, evimize gidelim� dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.

Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı.

Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine: �Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek zamanı gelmedi mi?� dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; �Hayır� dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, �Haydi, öyle ise bize gidelim� dedi ve alıp evine misafir götürdü.

Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, �Nereden ve niçin geliyorsun?� diye sordu.

Ebû Zerr, �Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım� dedi.

Hz. Ali, �Emin olabilirsin� karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:

�Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım diye geldim.�

Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, �Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun� diye konuştuktan sonra, �Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin.�

Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullahın huzuruna vardılar.

Ebû Zerr,�Selâm sana olsun, ey Allah�ın Resûlü� dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.

Resûl-i Ekrem, �Allah�ın rahmeti senin üzerine de olsun� dedikten sonra, �Sen kimsin?� diye sordu.

Ebû Zerr, �Ben, Gıfar Kabilesindenim� diye cevap verdi.

�Ne zamandan beri buradasın?�

�Üç gün, üç geceden beri buradayım.�

�Seni kim doyuruyor?�

�Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım.�

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir� buyurdu.

Sonra Ebû Zerr, �Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat� dedi.

Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Müslümanlığını ilân etti

Şehâdet getirerek, İslâmla şerefyâb olan Hz. Ebû Zerr�e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu oldu:

�Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!�

Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, �Yâ Resûlallah,� dedi, �seni hak peygamber olarak gönderen Allahü Teâlaya yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim.�

Sonra da kalkıp doğruca Kâbe�ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, �Ey Kureyş topluluğu! Ben şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yok ve Muhammed Onun resûlüdür!� diye haykırdı.

Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şâm ticâret yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!

Fakat, îmânın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr�i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah�ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve �Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticâret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?� diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.1

Bu hâdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

* * *



Habbab bin Eret'in Müslüman Olması

Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü�l-Erkam�a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu.

O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti.

Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hazret-i Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu.

Bir gün çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar�dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz:

�Ya Rab! Habbab�a yardım et!� diye duâ etti.

Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.

Hz. Habbab ateş alevi içinde

Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab�ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.1

Seneler sonraydı� Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek:

�Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır,� diye konuştu. Hz. Habbab merak edip, �Yâ Emire�l-Mü�minîn! Kimdir o?� diye sordu.

Hz. Ömer, �Bilâl�dir� diye cevap verdi.

Hz. Habbab, �Yâ Emîre�l-Mü�minîn! O benim kadar işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl�i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da� dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:

�Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!�

Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu.

Peygamberimize başvurması

Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta�viz vermiyor, Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.

O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak, �Ya Resûlallah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah�a duâ etmez misin?� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:

�Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi.

Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San�a�dan Hadramut�a kadar tek başına giden bir kimse, Allah�tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.�1

As bin Vail�e verdiği cevap

Hz. Habbab�ın azılı müşriklerden As b. Vâil�den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, �Muhammed�i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim� dedi.

Hz. Habbab, �Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem� diye cevap verdi.

Bunun üzerine As bin Vâil, �Ben, öldükten sonra dirilecek miyim?

Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim�2 diye küstahça konuştu.

As bin Vâil�in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:

�Şimdi şu âyetlerimizi ve �Elbette bana mal ve evlad verilecektir!� diyen adamı gördün mü?

�O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?

�Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız.

�Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir.�1

Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur�ân-ı Kerimi okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu.

Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Aleni davet

ALENÎ DÂVET

Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması


Peygamberliğin İlânı ve Davetin Birinci Safhası

Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazdı. Madem, insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu. Öyle ise açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zaruri idi.

Cenâb-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itâat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap hiç şüphesiz muvaffakiyetsizlik olacaktır.

Resûlullah Efendimiz de, Allah�tan aldığı talimât üzere bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.

Bu hareketiyle onun İslâma muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve davasına güç vermişti.

Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat kalmamıştı. Zira, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm davası bir çok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlarını bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.

Yakın akrabaları dâvet

Halkı, İslâma açıktan davete, nereden başlayacağı Resûl-i Ekreme bizzat Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ile bildirildi:

�Önce en yakın akrabâlarını azaptan sakındır.�1

Resûl-i Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada birgün Hz. Ali�yi yanına çağırarak şöyle dedi:

�Yâ Ali, Cenâb-ı Hakkın, yakın akrabamı azabla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi.

�Ben iyi biliyorum ki, ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam, onların beni, hoşlanmadığım birşeyle ithama kalkışacaklarını göreceğim.�

Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvâsını açıktan açığa akrabalarına anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithâmlarına maruz kalacağı edişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp, düşünmeyi uygun görüyordu. Hatta onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safiyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyâretine geldiler. Efendimiz onlara, �Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok. Rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı emretti. Abdülmuttaliboğullarını toplayıp, onları Allah�a îmâna davet etmek istiyorum� dedi.

Halaları, �Dâvet et, ama sakın, onlardan Ebû Leheb�i dâvet edeyim deme. Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez� diye konuştular. Sonra da, �Biz nihâyet kadınız� diyerek Resûlullahın yanından ayrıldılar.

Dâvâsını açıklama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali�ye şu emri verdi:

�Bize sadece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra da Abdülmuttaliboğullarını topla, onlarla konuşacağım. Emrolunduğum şeyi onlara bildireceğim.�

Hazret-i Ali, emri derhal yerine getirdi.

Sabah olunca, Ebû Talib�in evinde, dâvet edilmeyen Ebû Leheb de dahil, bütün amcaları ile birlikte ikisi kadın kırk beş kişi toplandı.

Bir mu�cize

Kapta bulunan et bir kişilikti. Sadece bir insanı doyurakcak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.

Resûl-i Ekrem, eti parçaladı ve ziyâfette bulunanlara, �Bismillah, buyurun� dedi.

İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler, çok az eksilmiş haliyle et yine yerinde duruyor. Hayrette kaldılar.

Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!

Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben şöyle dedi:

�Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşımız sizi büyük bir büyü ile büyüledi.� Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.

Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan davettekiler dağıldılar.

Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan bu ziyafetten sonra, ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek yine Hazret-i Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı. Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve şöyle bir giriş yaptı:

�Hamd yalnız Allah�a mahsustur. Ben de Ona hamdederim. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şeksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah�tan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.�

Sonra da maksadını şöyle açıkladı:

�Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip âilesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!) yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam.

�Sizi Ondan başka ilâh olmayan Allah�a îmâna dâvet ediyorum. Ben de Onun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa, gönderdiği Peygamberiyim.�

Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine şöyle devam etti:

�Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennette veya temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz.�1

Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince, Ebû Talib ayağa kalktı ve şöyle dedi:

�Sana, severek ve candan yardım edeceğiz. Öğütlerini benimsedik ve kabullendik. Sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların �and olsun ki�en çabuğu da benden başkası değildir.

�Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım. Nefsimi Abdülmuttalib�in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık, ben onun öldüğü dinde öleceğim.�

Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslâm dâvâsının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb. Ortaya atıldı ve şöyle dedi:

�Ey Abdülmüttaliboğuları,bu, vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin. Eğer, siz bugün ona itâat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünuz.�

İslâmın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safiyye�den geldi:

�Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdülmüttalib�in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte o peygamber budur� dedi.

Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahca şu karşılığı verdi:

�And olsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş âileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz.�

Ebû Leheb�in bu konuşmasından Ebû Talib fazlasıyla rahatsız oldu:

�Ey korkak,� dedi, �vallahi biz sağ oldukça, ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız.�

Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek, �Ey kardeşim oğlu! Dâvet etmek istediğin zaman bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız.�1

O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle bir konuşma yaptı:

�Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum.

�Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki; o da: �Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammede�n-Resûlullah [Allah�tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed�in, Onun resûlü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.�

Sonra da, �O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek, vezirim ve yardımcım olur?�2 diye sordu.

Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler, Peygamberimize bakacak takatı kendilerinde bulamıyorlardı. Sadece biri vardı, Resûlullahın mübârek gözlerine dikkatle bakan. Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona, �Sen otur� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali�den geldi:

�Yâ Resûlallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de.�3

Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler.

Hz. Ali�nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye�se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikatı tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâb-ı Hak verebilirdi.

* * *



Davetin İkinci Safhası: Mekkelilere Safâ Tepesinden İlk Hitap

Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îmân ve İslâma davet, inanmış ruhları sevinci ile okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönüleri ise telaşa sevkediyordu.

�Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir,�1 İlâhî fermanı gelince Fahr-i Kâinat, âdeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî, manevî saâdetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.

Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.2

Safâ Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile: �Yâ Sabâhâh! [Ey Kureyş topluluğu, buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var!]� diye seslendi.

Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlike ile karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?

Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen �Muhammedü�l-Emîn� dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?

Merakla, �Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?� diye sordular.

Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pürdikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delilerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:

�Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce âilesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp âilesine zarar vermesinden korkarak, �Yâ sabahâh!� diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.

�Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?�

O âna kadar �Muhammedü�l-Emîn� dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan, �Evet,� dediler, �biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin.�

Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:

�Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, �En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut� emrini verdi. Sizi �Allah bir, Ondan başka İlâh yok� demeye davet ediyorum.

�Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz �Allah bir, Ondan başka ilâh yok� demedikçe, size ben ne dünyada, ne de âhirette bir fâide temin edemem.�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitap eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, �Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?� diye âdice bağırdı.

Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fısıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

Bu hareketleriye Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullaha olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mal oldu. Çünkü, Cenâb-ı Hak, inzâl buyurduğu Tebbet Sûresiyle korkunç âkıbetini şöyle haber veriyordu:

�Kahrolsun Ebû Leheb! Zâten kahrolup gitti. Ne malı, ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda ise bükülmüş bir ip olacak.�

Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah nûrunu tamamlayacaktı.

Bu sebeple de, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.

* * *



Peygamber Efendimize Revâ Görülen Eziyet ve Hakaretler

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâma davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat arttırdılar.

Peygamber Efendimiz, onları �Tevhid�e çağırıyordu. Onlarsa, �Atalarımızın dini� dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı. Efendimiz, onları fazilete, dünya ve âhiret saâdetine dâvet ediyordu. Onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saâdetten uzak durmaya çalışıyorlardı. Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kudsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu. Onlar, insanın şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde, günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.

Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saâdet, bekâ, likâ, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya dâvet ediyordu. Onlar ise, kendilerini ebedî şekâvete, Cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.

Hazret-i Resûlullah, dâveti ile, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve fâidesizlikten kurtarıp alâ-yı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvi vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu. Onlarsa tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfel-i sâfilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.

Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Alem Efendimizin, dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla, onu tesirsiz hale getirmeye; sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı. Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve su-i kastlara teşebbüs edeceklerdi.

Şüphesiz bu durum, sadece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nâhoş karşılanmış, hakîr görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve sû-i kastlara rağmen, davalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla taviz vermemeleri; aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde me�mur bulundukları hakikatları duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyetle çalışmış olmalarıdır.

Fahr-i Âlem Efendimize, hakaret ve eziyet edenlerin başında Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu. Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu.

Birgün Hazret-i Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah�ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike davet edip:

�Ey ahalî, �Lâilâhe illallah� deyin, kendinizi kurtarın� diyordu.

Peşisıra gelen Ebû Leheb ise halka, �Ey ahalî! Bu yeğenimdir, yalan söylüyor, ondan uzak durun�1 diye sesleniyordu.

Bu, ibret dolu bir tablodur: Yeğen Allah�a îmâna ve saâdete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor!

Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu. Birgün, komşusu olan Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler atmıştı. O sırada Hazret-i Hamza, henüz îmân etmemiş olmasına rağmen, yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb�in başına dökmüştü.

Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece; �Ey Abd-i Menâfoğulları! Bu nasıl komşuluk� diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.

Kur�ân�ın, Cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.

Ebû Leheb, Resûl-i Kibriyâya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu. Birgün, oğlu Uteybe�ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz Necm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe, �Necmin Rabbına andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum� dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.

Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduâ ile cevap verdi:

�Yâ Rab, ona bir itini musallat et.�

Resûl-i Ekrem Efendimizin, ne duâsı ve ne de bedduâsı Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe�ye yaptığı bu bedduâ da bir müddet sonra gerçekleşti. Yemen tarafında Havran denilen yerde arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı!

Duâlarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mûcizelerinin bir bölümünü teşkil eder.

Ümmü Cemil, İslâm dâvâsının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb�in karısı idi. Kur�ân�ın tabiriyle �Cehennem oduncusu� bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdetâ bu davranışından zevk alıyordu.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ Tepesinde ilk olarak, Kureyş�e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hatta hakaret etmiş, �Helâk olasıca, bizi bunun için mi buraya çağırdın� demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkibetlerini mevzu ediyordu.

Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Harama geldi. Peygamber Efendimiz, sadık dostu Hazret-i Ebû Bekir ile orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hazreti-i Ebû Bekir�i gördü fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini fark edemedi, Hz. Ebû Bekir�e şöyle dedi:

�Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım� dedi.

Ebû Bekir�i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.1

Elbette göremezdi! Allah�ın hıfz ve inâyeti altında bulunan Sultan-ı Levlaki görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?

Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil�in başına geldi. Birgün kabilesine şöyle söz verdi:

�Vallahi, secdede Muhammed�i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!�

Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi. Tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar. Namaz bitince Ebû Cehil�in eli çözüldü.2 Çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı.

Herşeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, �Vallahi, Muhammed�i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim� diye yemin etti.

Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıka geldi. İbn-i Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescid-i Haram�ın içine girdi. Alâk Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.

Etrafta bulunanlar Ebû Cehil�e, �Ey Ebû Cehil, işte Muhammed!� diye seslendiler.

Ebû Cehil�in Resûl-i Ekreme doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu.

Seyredenler şaşkınlık içinde, �Ne oldu, neden döndün?� diye sordular.

Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir edâ içinde:

�Benim gördüğümü, siz görmüyor musunuz?� diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti:

�Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı.�1

Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve su-i kast teşebbüsleri karşısında, Cenâb-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu!

Kureyş müşriklerinin, Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve sû-i kastları çeşitli sûretlerde oluyordu.

Resûl-i Ekrem, birgün Kâbe�de huşû içinde namazını edâ etmekte idi. Müşriklerden bir grub da Kâbe civarında toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fırlayarak topluluğa, �Hanginiz gidip filancalarda bugün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı getirip, secdede iken onun üzerine koyar?� diye seslendi.

Gözü dünmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebî Muayt, ortaya atıldı. �Ben yaparım� dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesi ile Peygamber Efendimizin yanında göründü.

Resûl-i Ekrem, her şeyden habersiz, Cenâb-ı Hakkın huzurunda secdeye varmıştı. Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu. Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler manzarayı kahkahalarla seyrediyorlardı.

Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine maruz kaldığını duyan Hazret-i Fâtıma, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi suratlarına çarparcasına müşrik gürûhuna doğru fırlattı.

Namazını bitiren Hazret-i Resûlullahın mübârek dudaklarından, �Allah�ım, Kureyş�i sana havale ediyorum� cümlesi döküldü.

Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaşlarının isimlerini teker teker zikrederek, onları da sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakka havale etti.1

Resûl-i Ekrem Efendimize, müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hâdisesini, Abdullah bin Amr Hazretleri şöyle anlatır:

�Birgün Kureyş�in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Kureyşliler Allah Resûlü hakkında konuşarak şöyle diyorlardı: �Biz bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göstermedik. Bu adam, bizi akılsızlıkla ittiham etti. Babalarımıza, dedelerimize hakaret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yaptığı bunca şeylere biz sabrettik.�

�Kureyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resûlü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerü�l-Esved�i öptü. Sonra Kâbe�yi tavaf etmek üzere yanlarından yürüyüp geçti. Bu sırada Kureyşliler kendilerine laf attılar. Allah Resûlü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden fark ettim.

�Allah Resûlü, tavafına devam etti. İkinci defa Kureyş topluluğunun yanından geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına ma�ruz kaldı. Yine fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü yine yüzünden fark ettim.

�Allah Resûlü, üçüncü defa, Kureyşlilerin yanından geçerken yine aynı şekilde kendisine lafla sataştılar. Bunun üzerine Allah Resûlü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu: �Ey Kureyşliler! Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, başınıza felâket gelecektir.�

�Nebiyy-i Ekremin bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana getirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. Sonunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup, arakadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:

��Yâ Ebe�l-Kàsım! Haydi selâmetle git. Vallahi, sen cahillerden, kendini bilmezlerden değilsin.�

�Allah Resûlü de uzaklaşıp gitti.

�Ertesi gün, Kureyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine aralarında idim. Aynı şekilde Allah Resûlü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:

��Muhammed�in size yaptıklarını ve Onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü(!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz.�

�Onlar, böyle konuşup dururlarken, yine Resûlullah çıkageldi. Kureyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun, kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, �Hakkımızda şu şu sözleri söyleyen sen misin?� dediler.

�Nebiyy-i Ekrem, cevaben, �Evet, bunları söyleyen benim� dedi. Bunun üzerine hep birden Resûlullahın üzerine atıldılar. Biri onun yakasına yapıştı.

�Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Bekir�e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir hemen Mescid-i Harama girdi. Gözyaşları arasında müşriklere, �Allah belânızı versin �Rabbim Allah�tır� diyen bir zâtı öldürmek mi istiyorsunuz?� diye seslendi.

�Bunu duyan Nebiyy-i Ekrem, �Bırak onları ya Ebû Bekir! Varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, ben onların hepsinin hakkından geleceğim� dedi.

�Bu sözü işiten Kureyşliler korktular ve Resûlullahı bırakarak dağıldılar.�1

�Rabbim Allah�tır� dediği ve halkı bu ulvî hakikata çağırdığı için Resûl-i Kibriyâ Efendimize revâ görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.

Yine birgün, Kâbe yanında namaz kılıyordu. Alnını yüce Yaratıcısının huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe bin Ebî Muayt, ridasını topladı ve boynuna doladı. Olanca gücüyle sıktı. Maksadı ona boğmaktı.

O arada Hazret-i Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da âdeta kâinata işittirmek istiyormuşçasına şu âyet-i kerimeyi okudu:

�Firavunun âilesinden, îmânını gizleyen mü�min bir kimse, �Rabbim Allah�tır� dediği için mi bir adamı öldüreceksiniz?� dedi. �Halbuki, o, Rabbinizden size mûcizelerle gelmiştir. Eğer yalancıysa yalanı kendi aleyhinedir. Fakat doğru söylüyorsa, size vaad ettiği azâbın bir kısmı olsun başınıza gelir. Muhakkak ki, Allah haddini aşan ve yalancılık eden kimseyi muvaffak etmez.��1

Resûlullahı öldürmeye teşebbüs

İçlerinde Ebû Cehil ve Velid bin Muğîre�nin de bulunduğu Mahzumoğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi Velid bin Muğîre yerine getirecekti.

Resûl-i Ekrem, namazda Kur�ân okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat, o da ne! Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur�ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.

Velid şaşkınlaştı. Telaşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi görmeye muvaffak olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.

Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısını gidermek için örttüsüne büründü ve yattı.

* * *

İlk Müslümanlara Yapılan İşkence ve Eziyetler

Efendimizin peygamberliğinin beşinci senesi: Milâdî, 615. Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifâ edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.

İslâm ve îmânın tâlimi, Allah�a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Safâ Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi�l-Erkâm bin Esed�in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi.

Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muâllim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü�l-Erkâmı, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür.

Hazret-i Ömer�in, İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.

Dârü�l-Erkâmı Erkâm bin Ebî�l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.

İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hàiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, �Dârü�l-Hayzûran� adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.1

Yasir âilesinin başına gelenler

Yâsir, Mekke�ye Yemen�den gelmişti. Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe bin Muğire�nin himâyesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu câriyesi Sümeyye ile evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah.

Bütün ferdleriyle saâdet dairesine giren bu âileye başta Mahzumoğulları olmak üzere, bütün müşrikler çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, îmân ve İslâmdan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

Yine bir gün Yâsir âilesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında, �Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükâfatınız Cennettir; sabredin, ey Yâsir âilesi!� diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.

İşkence altında kıvranan Yâsir, �Yâ Resûlallah,� dedi, �bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?�

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, �Allah�ım! Yâsir âilesinden Rahmet ve Mağfiretini esirgeme� duâsıyla karşılık verdi.

Bu hâdiseden bir müddet sonra Hazret-i Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece Müslüman erkeklerden �ilk şehid� şerefi kendisinin oldu.

Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan Yâsir�in âilesi Sümeyye de işkence etsin diye Ebû Cehil�e havâle edilmişti.

Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahca ve âdice, �Sen güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed�e îmân ettin!� diyordu.

Bu âdice ithama, îmân âbidesi kesilmiş Hazret-i Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır laflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak, şehid etti. Hazret-i Sümeyye de böylece, kadınlardan ilk şehid edilen kişi oldu.

Ammar�ın başına gelenler

Ammar�ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.

Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekremin yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu.

�Azabın her türlüsünü tattık, yâ Resûlallah� diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle duâ ediyordu:

�Allah�ım, Ammar âilesinden hiçbir kimseye Cehennem azabını tattırma.�

Hz. Ammar�a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rasgeldi. Mübârek elleriyle Ammar�ın başını sığayarak ateşe, �Ey ateş, İbrahim�e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi, Ammar�a da öyle ol!� diye duâ etti. Sonra da Ammar�a şu haberi verdi:

�Ey Ammâr! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın bir topluluğun eliyle olacaktır.�1

Gerçekten de, Cenâb-ı Hak, Hz. Ammar�a uzun ömürler ihsan ederek, Sevgili Habibinin haberini doğrulamıştır. Hz. Ammar daha sonra Sıffin Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu Muâviye�nin taraftarlarının bâği (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muâviye te�vil etti. Amr bin Âs dedi: �Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.�1

Yine birgün, Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsali Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Sonra da, �Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da, sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul� dedi.

Bu, hayatını zalim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar�a bir müsâade idi!

Bu müsâadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:

�Muhammed�e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ�ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!�

Zavallı Ammar�ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar Ammar�ı serbest bıraktılar.

İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar doğruca Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine, �Kurtulduğun yüzünden belli� deyince, cevabı şu oldu:

�Hayır, vallahi kurtulmadım!�

Peygamber Efendimiz, �Niçin?� diye sorunca da Ammar, �Ben, senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ�nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler� karşılığını verdi.

Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya, başına yıkılacakmış gibi heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriyanın huzurunda dikilmiş duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti!

Resûl-i Ekrem, �Müşriklerin dediklerini söylerken, kalbini nasıl buldun?� diye sordu.

Ammar�ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:

�Kalbimi îmân ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da, demirden daha sağlam buldum.�

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Sana vebâl yok, ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul�1 diyerek Ammar�ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürûra garketti.

Bu hâdise üzerine, yüce Allah şu meâldeki âyetini inzâl buyurdu:

�Kalbi îmânla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesnâ, kim îmân ettikten sonra tekrar kâfir olur ve gönül rızâsıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah�tan bir gazap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır.�2

Şu halde kalbi îmân ile karar bulmuş bir mü�mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: Düşman tarafından canı veya herhangi bir azası yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin îmân ile mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için şehid olmayı göze alıp, küfür kelimesinin lisanla dahi olsa, söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsat ile değil de, azimet ile amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.3

Hazret-i Ebû Bekir�in işkenceye mâruz kalışı

Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârü�l-Erkam�da ilk Müslümanlardan birçoğu ile oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde Tevhid davasını müşriklere karşı açıklamak arzusu bir iştiyâk halini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriyâ Efendimizden ricâda bulundular. Fakat, Hazret-i Resûlullah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı.

�Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz� diye konuştu.

Fakat, îmânın tap taze heyecan ve şevkini ter temiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Alem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Harama gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.

Allah ve Resûlüne îmân aşkıyla yanıp tutuşan Hazret-i Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah�a îmânın ulviyet ve kudsiyetini; buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler, Hazret-i Sıddîk�a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından bir kaçının araya girmesiyle kurtulabildi.

Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hazret-i Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşam üzeri kendine gelebildi.

Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:

�Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi?�

Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hazret-i Resûlullaha olan sadakatının şâheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan Nebiyy-i Zişânın durumunu öğrenmek istiyordu. Hem de o Nebiyy-i Muhtereme şiddetle muhâlefet edenler arasında.

Kendisine yemek teklifinde bulundular. �Aç kaldın, susuz kaldın, birşeyler yiyip içmez misin?� dediler. O ise hep, �Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?� diye soruyordu.

Annesinin Resûl-i Ekremin dâvâsından haberi yoktu. Henüz îmân etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, �Git,� dedi, �Hattab�ın kızı Ümmü Cemil�e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir.�

Ümmü Cemil, îmân etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûl-i Ekremden aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.

Ebû Bekir�in annesi Ümmü Hayr, ona, �Ebû Bekir senden Abdullah�ın oğlu Muhammed�i soruyor� deyince; �Ben Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen beraber oğlunun yanına gidelim� diye cevap verdi. Aslında, Ümmü Cemil�in Resûlullahdan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.

Hazret-i Ebû Bekir�i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil�in içi burkuldu ve kendisini zaptedemeyerek, �Sana bunları reva gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır. Allah�tan dileğim, onlardan intikamını almasıdır� diye haykırdı.

Ümmü Cemil�den Resûl-i Ekremin selamette olduğunu öğrenmesine rağmen Hazret-i Ebû Bekir�in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, �Vallahi, gidip Resûlullahı görmedikçe, ne yer ne de içerim!� dedi.

Onu, Resûl-i Ekreme götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl giderdi? Dârü�l-Erkam�a kadar nasıl yürüyebilirdi?

Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil�e yaslanarak sendeleye sendeleye Resûlullahın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekremin durumunu gözleriyle gördükten sonra, �Annem, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! O azgın, sapkın adamın (Utbe bin Rabia) yüzümü yerlere sürtüp, bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok�1 diye konuştu.

O anda bile Hazret-i Ebû Bekir�in gönlü îmân ve İslâma hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.

Peygamber Efendimize annesini göstererek, �Bu annem Selmâ�dır� dedi. �Onun hakkında Allah�a duâda bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır.�2

Bu samimi arzu, samimi duâ ile birleşti ve o anda orada Ümmü�l-Hayr Selmâ Hâtun bahtiyar mü�minler safına katıldı.

* * *

Bütün Bunlar İmtihandı

İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sadece �îmân ettim� demekle bitmiyordu. Îmândaki sadâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu.

Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îmân etme arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îmân edecekler; bu arzuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, halis mü�minlerden ayrılacaklardı.

Nitekim, şu âyet-i kerime de bu hususa işâret eder:

�Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de [çeşitli musibetlerle] denedik. Allah [imtihan sûretiyle îmânında] sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek.�1

Demek ki, îmânında samimiyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.

Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah�a îmânın ve Resûlüne tabi olmanın gerçek şuuruna eren hakiki Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebât etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslâm davası da bir başka hızla gelişiyor, yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nûrdan saltanatını devam ettiriyordu.

Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiç bir zaman, hiç bir devirde devamlı olarak hak ve hakikatı yenememiş, boğamamış ve kendine esir edememiştir. Aksine hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.

Asr-ı Saâdet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve harika metanet, cidden insaf ve basiret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulviyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibretleri havidir. Öyle ki, İtalyan muharrir, tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:

�Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!�

Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn İslâma gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır.

* * *

Müşriklerin Yeni Tertipleri

Ebû Tâlib�e şikayet

Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiç biri Resûl-i Ekrem Efendimizi İslâmı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Talib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilakis onu koruyordu.

Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib�e gelerek, �Ey Ebû Talib,� dediler, �yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu.

�Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil.�1

Ebû Talib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti?

Sonunda yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.2

İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib�e tekrar başvurdular:

�Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz.

�Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız.�1

Ebû Talib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama, yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) yanına çağırarak yalvarırcasına,�Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç�2 dedi.

Durum oldukça nazikti. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden Ebû Talib�di. O da mı himâayeden vazgeçecekti?

Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakiki muhafızının Cenâb-ı Hak olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: �Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ay�ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vaz geçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.�3

Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendimiz, bu cevabını verirken göz yaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları sanki, amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası onu nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet beslediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?

Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriyânın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Talib; �Yeğenim benim,� diyerek boynuna sarıldı ve, �işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi birşeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim�1 diye konuştu.

Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib�in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.

Ebû Talib�e başka teklif

Gözleri önünde bir çok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Talib�e başvurarak şu teklifte bulundular:

�Ey Ebû Talib! Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre bin Velid�i verelim, kendine evlâd edin. Aklından, yardımından istifâde edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte sana adam karşılığında adam, daha ne istersin?�

Ebû Talib bu mantıksız teklife, �Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm, ancak sonra onu size verebilirim� diye cevap verdi.

Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar:

�Bizim çocuklarımız,� dediler, �onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!�

Ebû Talib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, �Vallahi, o sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz? Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız? Buna asla müsâade edemem!�1 diye konuştu.

Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böylece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Talib�e de yönelmiş oluyordu.

Kaderin garip tecellisine bakınız ki, müşriklerin Ebû Talib�e karşı menfi tavır takınmaları Haşimoğullarının Resûl-i Ekremi himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb.

Bu arada Ebû Talib, Haşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekremin korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.

Ebû Talib�in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara sevketti: Allah Resûlünün hayatına son vermek!

Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram�a toplandılar. Bunu duyan Ebû Talib, Haşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal onlarla Kâbe�ye giderek müşrik topluluğuna göz dağı verdi:

�Vallahi,� dedi, �yeğenim Muhammed�i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiçbir kimse sağ kalmaz. Biz de, siz de bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız.�

Ebû Talib�in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.

Ebû Talib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:

�Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları âilesinin yoksulları ona sığınırlar. Hâşimoğulları onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.

�Ey Kureyş topluluğu! Beytullah�a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki su-i kasdınız ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaâ etmedikçe size bırakmayız.�1

Bütün bu olup bitenlerden sonra Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizin baskılarla , zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.

Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydarmayı tasarladılar. Hedef; Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini nazarlarda (haşâ) küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel olmaktı!

Bu maksatla hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid bin Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saâdet bahşeden îmân, İslâm davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar.

Fikir babalarından biri olan Velid bin Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, �Ey Kureyşliler,� dedi, �işte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed�in meselesini de duymuşlardır. Size bir takım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim.�

Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmız ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.

Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.

�Sen,� dediler, �bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim.�

Fakat, Velid, önce onların kanâat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşikleri fikirlerini beyân ettiler.

�Kâhindir deriz.�

Velid bu fikirlerine katılmadı.

�Hayır,� dedi, �vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed�in hiçbir yalanını görmedik ki!�

Müşrikler, �O halde �mecnûn (deli)� diyelim� dediler.

Velid, bu görüşe de itiraz etti:

�Hayır,� dedi. �O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali bir delininkine asla benzemiyor.�

Topluluktan üçüncü teklif geldi: �Öyle ise �şair�dir deriz.�

Velid bu görüşü de doğru bulmadı.

�Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez.�

Müşrikler, �O halde �sihirbaz (büyücü)� deriz.�

Bu fikirler de Velid�ce makbul sayılmadı. �Hayır, hayır! O sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları,� diye konuştu.

Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid�e havâle ettiler:

�O halde ey Abdüşşems�in babası, ne diyeceğimizi sen söyle� dediler.

Velid�in konuşması şaşırtıcı oldu:

�Vallahi,� dedi, �onun sözlerinde ap ayrı, bam başka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz. O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır, o.�

Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar. Yoksa akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele kendilerini terk edip, evine dönmesi telaş ve endişelerini bütün bütün arttırdı. Öyle ki, �Velid, dininden döndü� diye söylenmeye bile başladılar.

Ancak, Velid�in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti. Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:

�Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor.�1

Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ) sihirbaz diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!

Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerde, Velid bin Muğire�nin bu kurnazca tedbir ve plânından, �Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti� buyurarak bahsediyor ve âkibetini de şöyle ilân ediyordu:

�Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. �Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir� dedi. �Bu ancak beşer sözüdür� dedi. Ben onu Sakara sokacağım. Sakarın ne olduğunu bilir misin? O yakmadık birşey bırakmaz; azâbı tekrarlamaktan da vazgeçmez.�1

Kâinatın Efendisi müşriklerin iddiâ ettiği gibi bir kâhin değildi. Çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir. Halbuki, onun söyledikleri hak ve hakikattı. Her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi. Karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifâde eden sözlerdi.

O, iddia edildiği gibi mecnûn da değildi. Çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile yeri geldikçe aklının mükemmeliyetine şehâdet ediyorlardı.

Server-i Kâinat, iddiâ ettikleri gibi bir şâir de değildi. Çünkü, onun bahsettiği parlak, nûrlu hakikatlar şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi.

Cenâb-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden sonra indirdiği vahiy ile Resûlüne şöyle hitap etti:

� O halde ey Resûlüm, sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin Sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.�2

* * *

Habeşistan'a Hicret

Bi�setin 5. senesi, Receb ayı: Milâdî, 615. Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu ezâ ve cefâlar, dini ibâdetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı.

Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.

Bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, �Siz bâri yeryüzüne dağılın. Allah Teâla sizi yine bir araya getirir� dedi.

Sahabîler, �Yâ Resûlallah, nereye gidelim?� diye sorunca da eliyle Habeşistan�ın bulunduğu tarafı işâret ederek, �Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur� buyurdu.

Resûl-i Kibriyânın bu müsâade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10�u erkek 5�i kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan�a varan ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet müsbet karşılanan İslâmda ilk hicret kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:

Hazret-i Osman ve hanımı Hz. Rukiyye, Zübeyr bin Avvam, Ebû Huzeyfe bin Utbe ve hanımı Sehle, Mus�ab bin Umeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme ve âilesi Ümmü Seleme, Osman bin Maz�un (Kâfile reisi), Amir bin Rabia ve âilesi Leylâ, Süheyl bin Beydâ, Ebû Sebre bin Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.1

Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye�yi yanına alıp herkesten önce yola çıkmıştı. Bunu haber alan Efendimiz, �Lût Peygamberden sonra âilesini yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman�dır�2 buyurdu.

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin Habeşistan�ı tercih edişi bir kaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı.

Habeş Necaşi�sinin âdil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşî, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti.

Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının ehl-i kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslâma karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!

Nitekim, Mekke�yi sessiz sedâsız terk eden adı geçen Sahabîler, Habeş Necaşî�si ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifâ, dinî inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslümanlar, �Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık gördük. İncitilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik,�3 diyerek ifâde etmişlerdir.

Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) tarafından, bir başka ülkenin değil de, Habeşistan�ın hicret ülkesi olarak seçilişi dikkat çekicidir. Bir müşrik ve putperest ile bir Müslümanın hiç bir zaman ruhen kaynaşması mümkün değildir. Ama ikisi de ehl-i kitap olan bir Müslüman ile bir Hıristiyanın hiç olmazsa, �inanç� noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim Habeşistan halkının Müslümanlara karşı nazik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahalı davranmaları bu gerçeği doğrular.

Bütün bunlarla birlikte bu hicret hâdisesi çok daha mühim bazı müsbet neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede İslâmiyet etraftan da duyuldu. Hicret hâdisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan�a sığınmalarından endişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

* * *

Hazret-i Hamza Müslümanlar Safında

Bi�setin 6. senesi. İslâm ve îmân sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere ma�nevi serinlik veren bu îmânî havanın teessüsü müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve planların hiçbiri, coşkun akan bu îmân şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.

Kahraman Hazret-i Hamza�nın saâdet dairesine dahil olmasıyla mânevi sancıları kat kat artmış oldu.

Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hazret-i Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.

İlâhî hidayetin tecellisi bu: kimin nerede ve nasıl îmân nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hazret-i Hamza da beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.

Bir gün çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ Tepesinden Kâbe�ye doğru giderken karşısına Abdullah bin Cudâ�nın azâdlı câriyesi çıktı ve, �Ey Umâre�nin babası,� dedi, �kardeşinin oğlu Muhammed�e, Ebûl-Hakem bin Hişâm (Ebû Cehil) ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!�

Hz. Hamza heybetli bakışlarını câriyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, �Ebû�l-Hâkem bin Hişâm ona ne yaptı?� diye sordu.

�Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti. Sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi.�

Hz. Hamza, �Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?� dedi.

Câriye, �Evet, gördüm!� diye cevap verdi.

Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleriyle doğruca Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil�in başına, hiç bir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fenâ halde yardı. Sonra da, �Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim. Onun söylediğini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap göreyim!� diye konuştu.

Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti:

�Ama o bizi akılsız saydı,� dedi. �Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu.�

Hazret-i Hamza�dan kararlı ve sert bir cevap geldi:

�Siz ki, Allah�tan başkasına ilâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah�ın Resûlüdür!�1

Hazret-i Hamza�nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de etrafındakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil, �Doğrusu ben, kardeşin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım. Buna müstahak oldum� diyerek suçluluğunu da itiraf etti.

Şeytanın vesvesesi

Ani ve beklenmedik bir kararla saâdet dâiresine dahil olan Hazret-i Hamza evine dönünce, zihninde şeytanın bir takım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı: �Sen Kureyş�in hatırı sayılır birisi idin. Şu dininden dönen Muhammed�e uydun. Hiç de iyi etmedin!�

Kalb ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hazret-i Hamza, doğruca Kâbe�ye vardı ve:

�Allah�ım Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir. Bana bu hususta bir çıkar yol göster!� diye duâ etti.

Aradan bir gün geçtikten sonra Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı. Resûl-i Ekrem, kendilerine va�z ve nasihatta bulundu.

Kalbi îmân ve itminan bulan Hazret-i Hamza, Peygamber Efendimize, �Senin doğruluğuna şehâdet ediyorum ki, ey kardeşimin oğlu, artık dinini bana açıkla� dedi.

Hazret-i Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekreme pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar.

* * *

Müşriklerden Yeni Teklifler

Hidâyet dairesi gittikçe genişliyordu. Îmân ve Kur�ân nûru bütün haşmet ve parlaklığıyla ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.

Kureyş müşriklerinin telaş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hazret-i Hamza�nın inananlar tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açılması onları değişik planlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.

Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike, �Ey Kureyşliler! Muhammed�in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer� diye teklif etti.

Topluluk tarafından teklif kabul edildi. Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haramda bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:

�Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın.

�Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Söyle ey Velid�in babası! Seni dinliyorum� deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:

�Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın.

�Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.�

Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe�ye, �Ey Velid�in babası, söyleyeceklerin bitti mi?� diye sordu.

Utbe�den, �Evet� cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, �O halde, şimdi sen beni dinle� dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri kemal-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:

�Hâ mim.

�Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah�ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş Arapça bir Kur�ân olarak Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler��

Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe�ye döndü ve, �Ey Velid�in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!� dedi.

Kur�ân�ın nazmındaki i�caz, mânasındaki tatlılık Utbe�nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler: �Vallahi, Ebu�l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!�

Yanlarına gelince, �Ne getirdin, anlat bakalım?� diye sordular.

Utbe, �Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!� dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

�Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın!

�Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes�ud ve bahtiyarı olursunuz.�

Utbe�nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek, �Ey Velid�in babası! Gene o, seni dili ile büyülemiş� dediler.

Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, �O halde, istediğinizi yapın!� diyerek yanlarından uzaklaştı.1

Böylece müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlubiyet üzerine mağlubiyete uğruyorlardı. İslâm davasına karşı tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!.

Çünkü; Cenâb-ı Hakkın, �Ben nûrumu tamamlayacağım, kâfirler, müşrikler istemeseler bile� diye va�di vardı.

Resûlüne emri şuydu:

�Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, ben seni insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.�2

Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), îmân ve İslâmiyete davet vazifesine bıkmadan, usanmadan, korkmadan, çekinmeden devam ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde Tevhid Bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safı gittikçe hem daha sıklaşıyor, hem de güçlenip kuvvetleniyordu.

Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de makam, mevki, mal ve servet tekliflerinin Peygamber Efendimizi bir an bile dâvâsında tereddüde düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.

Birgün Peygamber Efendimize, �Rabbine duâ et. Eğer Safâ Tepesini bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana îmân ederiz!� dediler.

Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti. Ama Allah�ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hadiseydi. Müşrikler, böylesine herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle âdetâ kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı. �Bakın işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden îmân edelim?� demek istiyorlardı.

Diğer istek ve tekliflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep bunları yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah�ın isteğiyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifâde etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden, �Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten yapar mısınız?� diye sordu.

Hep birden, �Evet, yaparız� dediler.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak Kudreti sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı. Elbette, Sultan-ı Levlâkın niyazı cevapsız kalamazdı. Anında Cebrâil (a.s.) gelerek, �Allah Teâla, seni selâmlıyor ve; istersen, onlara Safâ Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaplandırırım. Yok, istersen onlara tevbe ve rahmet kapılarını açık bırakayım, diyor� dedi.

Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, iki teklif arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hak, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip, sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:

�Hayır, Allah�ım! Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak.�1

Evet, Peygamber Efendimiz �alemlere rahmet olarak� gönderilmişti. Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbâı idi. Kendisine zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affediyordu. Hiç bir zaman şahsı için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi îmân saâdeti ve İslâm hidâyeti diliyordu.

O, bu engin şefkat ve merhamet ve bu derin af ve müsamaha ile, gönülleri fethetmiş, kalp ve ruhları nûru etrafında pervane gibi döndürmüştür.

Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.

İleri gelenleri, birgün Resûl-i Ekreme, �Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç� dediler. Sonra da şöyle konuştular:

�Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!�

Resûl-i Ekrem, �Nedir, o hayırlı teklif?� diye sordu.

Kureyş ileri gelenleri, �Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza�ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl tapalım�1 dediler.

Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca Resûl-i Ekremi böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat, hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hâdisenin hemen sonrasında �Kâfirûn� sûresini indirdi:

�De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibâdet edecek değilim.

�Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet edecek değilsiniz.

�Ben zâten sizin taptıklarınıza tapmam.

�Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz.

�Sizin dininiz size, benim dinim bana.�

Peygamberimiz (a.s.m.) inen bu sûreyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anlayarak bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler.

Müşriklerin üç sorusu

Hazret-i Resûlullahın davası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden Peygamberimiz hakkında bir şeyler öğrenmek. Bu maksatla Medine�ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da, �Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk� dediler.

Yahudî âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:

�O kimseye, �Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?� Sorularını sorun. Eğer bu suâlleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah�ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz.�1

Temsilciler, Mekke�ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.

Müşrikler, ümid ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu soruları sordular.

Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi: �Size yarın bildireyim� dedi.

Bunu derken, o sırada �İnşaallah (Allah dilerse)� demeyi unutmuştu. Bu sebeple, bir görüşe göre üç, diğer bir rivâyete göre ise on beş gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) sıkıntıdan duramaz hale gelmişti. Hele müşriklerin, �Muhammede bizden birgün mühlet istedi. Bunca zaman geçti, bize hâlâ birşey bildirmiş değil� diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da arttırdı. Öyle ki, kimseyle konuşamaz hale gelmişti.

Nebiyy-i Ekremin, bu sıkıntıları fazla sürmedi, sonunda vahiy indi. Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:

�Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı bizim mu�cizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı sandın? Hatırla ki o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: �Ey Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla.�2

Bu âyet-i kerimlerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki âyetlerde ise Ashab-ı Kehf�in maceraları anlatılıyordu.3

Müşriklerin ikinci sorularına ise şu âyetler cevap veriyordu

�Sana Zülkarneyn�den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hâtıra okuyacağım.�1

Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk�ın Zülkarneyn�i iktidar sahibi yaptığı, ona bol vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyân ediliyordu.2

Müşriklerin üçüncü suâllerine ise şu âyet-i kerime ile cevap veriliyordu:

�Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Bilgi olarak da size pek az şey verilmiştir.�3

Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı.

Buna rağmen, Peygamber Efendimizin davasını doğrulayıp, Ona uymaktan uzak durdular, şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.

Ancak, onların bu hak ve hakikattan yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, îmân ve Kur�ân dâvâsı daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.

Cenâb-ı Hak, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı sûrede şöyle ikaz ediyordu:

�Hiçbir şey hakkında �Yarın bunu muhakkak yapacağım� deme. Ancak �İnşaallah� deyip Allah�ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnâdır. Unuttuğun zaman da yine Rabbini an ve �Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru bir yola eriştirir� de.�1

Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında �İnşâallah� demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.

* * *

Kırkıncı Müslüman: Hazret-i Ömer

Bi�setin 6. senesi Zilhicce ayı (Milâdi; 616). Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hazret-i Hamza�nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan�a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hakim bulunuyordu.

Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi: Mutlaka şu Ebû Talib�in yetimi Muhammed�in işi bir an önce halledilmelidir.

Bu konuyu görüşmek üzere, Darü�n-Nedve�de toplanan Kureyş�in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil�in teklifi kabul edildi: Muhammed�in vücudu ortadan kaldırılacaktır.

Bu korkunç cinâyeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimoğullarının böyle bir hal vukûunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi.

Bu iş için bazıları büyük va�dlerde de bulunuyordu. Meselâ Ebû Cehil; �Muhammed�i öldürecek kimseye benden 100 kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s.� diyordu.

Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan, budaktan sakınmaz, gözü pek biri. Ortaya atıldı.

�Bunu ben yaparım� dedi.

Bir anda bütün gözler ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar: Hattaboğlu Ömer�di bu. Ömer�in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler hep bir ağızdan, �Evet, bunu ancak sen yapabilirsin. Görelim seni� dediler.

Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca Dârü�l-Erkâm�a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.

Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kâbe�ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safâ Tepesinin yolunu tutup, Dârü�l-Erkâm�a doğru yollandı.

Gidişinde bir manâ vardı, bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmânını gizleyen akrabasından Nuaym bin Abdullah Hazretlerine rastladı. Hazret-i Nuaym, Ömer�in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi:

�Nereye gidiyorsun ey Ömer?�

�Şu, dinini bırakan, Kureyş�in arasına ayrılık düşüren Muhammed�in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!� cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.

Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hazret-i Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve, �Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed�in ashabı onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abd-i Menâfoğulları senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsâade eder?� diye konuştu.

Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, �Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?� diye sordu. Fakat beklenmedik bir cevapla karşılaştı:

�Ya Ömer, sen beni bırak, önce ev halkına, âile efradına dön. Enişten ve amacaoğlun Said bin Zeyd ile eşi kızkardeşin Fâtıma Müslüman olup, Muhammed�in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!�

Ömer�de bir şaşkınlık bir tereddüt. Duyduklarına önce inanmak istemedi, hatta araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kızkardeşinin evine doğru döndü.

Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab bin Eret, Hazret-i Said ile âilesi Hz. Fâtıma�ya yeni nazil olan Tâhâ Sûresini okumakta idi.

Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir-iki çaldı. Açılmadığını görünce omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.

Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur�ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.

Ömer, öfke dolu sesiyle, �Okuduğunuz ne idi?� diye sordu.

Eniştesi telaş ve heyecan dolu ifadelerle, �Birşey yok, sadece aramızda konuşuyorduk,� cevabını verince, Ömer�in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Mâsum mâsum duran eniştesinin yakasına yapıtşı ve, �Demek duyduklarım doğru imiş; siz de Muhammed�in dinine girdiniz öyle mi?� diyerek onu yere çarptı. Hazret-i Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hazret-i Fâtıma, ayağa kalktı ve, �Elinden geleni yap, ey Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız. Allah ve Resûlüne îmân ettik,� diye haykırdı.

Bu sözlerini, getirdiği �Kelime-i Şehâdet� takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.

Manzara ibretli ve içler acısıydı. Bir insan, kızkardeşini �Rabbim Allah� dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?

Ömer, şaşırdı birden. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta duramadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, �Hele getirin şu okuduklarınızı. Getirin de Muhammed�e gelen şey ne imiş göreyim� dedi.

Hazret-i Fâtıma önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübârek Kur�ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, �Korkmayın� diyerek onun bu endişesini yok etti.

Kur�ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Halbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da mânen temiz sayılmıyordu. Bunun için Hz. Fâtıma, �Kardeşim,� dedi, �sen Allah�a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Halbuki, ona ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk önce bir yıkan.�

Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur�ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.

Hz. Ömer kâtipti. Okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:

�Tâ hâ. Biz Kur�ân�ı sana meşakkat çekmen için indirmedik. Onu, Allah�tan korkan kimse için bir öğüt olarak indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratan Zât tarafından peyderpey indirilmiştir.�1

Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur�ân�ın ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi. Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden. Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu. Yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, �Muhakkak ki Allah Benim. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl�2 âyetini okuyunca haykırdı:

�Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!�

Bu ifâdeler Ömer�in kalbinin hidâyet nûruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi. Hz. Ömer�in bu sözlerini işiten Kur�ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, �Müjde, ey Ömer,� dedi, �dilerim ki, Resûlullahın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece o, �Allah�ım, İslâmiyeti ya Ebü�l-Hakem bin Hişâm�la (Ebû Cehil), ya da Ömer bin Hattab�la kuvvetlendir� diyerek duâ etmişti.�

Ömer bin Hattab ve Ebü�l-Hakem Amr bin Hişam, yani Ebû Cehil. Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvâsının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer. Artık, Ömer�in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamen aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Alem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nûruyla kucaklaşmak istiyordu.

�Resûlullah şimdi nerededir?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efedimizin, Ashabından bazılarıylâ Safâ Tepesi eteğindeki Dârü�l-Erkam�da bulunduğunu öğrenince Hz. Habbab�la derhal yola koyuldu. Gözcü Ömer�in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyacan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hazret-i Hamza. Bu büyük İslâm kahramanı elini kılıcının kabzasına atarak, �Bırakın gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallederiz� diye konuştu.

Manzarayı seyreden Fahr-i Âlemin yüzünde tebessümler belirdi. Ömer�in gönlünün hidâyet nûruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiç bir telâş ve endişeye kapılmadan oturduğu yerden, �Telaş edilecek birşey yok, bırakın gelsin. Eğer, Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir� diye emir buyurdu.

Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silahıyla içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikatı aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekremle bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevi heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekremin nûranî bakışları kalb ve ruhunu tesiri altına almış âdeta avuçlamıştı.

Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz sessizliği, heyecan ve telaş havasını, �Neye geldin, ey Hattab�ın oğlu Ömer?� sorusuyla dağıttı. Sonra da elini uzatıp kılıcının bağından tuttu ve, �Allah�ım, bu Hattaboğlu Ömer�dir. Allah�ım, İslâm dinini Hattaboğlu Ömer�le kuvvetlendir� diye duâ etti.

Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık. Resûlullah Efendimizin sualini, �Allah ve Resûlüne ve onun Allah�tan getirdiklerine îmân etmek için geldim� diye cevapladı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab�ı kiramın sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: �Alahü ekber� Alahü ekber��

Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nûranî dalgalar halinde yükseldi!

Artık Hazret-i Ömer Müslümandı. Kırkıncı Müslüman. Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Server-i Kâinatın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmânın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hazret-i Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıtr, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli �Âdil Ömer� ünvanıyla geçecektir.

Saf halinde Mescid-i Harama gidiş

Cesaretin gerçek kaynağı olan îmânı kalbine yerleştiren Hazret-i Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekreme, �Yâ Resûlallah, biz ölsek de, yaşasak da Hak din üzere değil miyiz?� diye sordu.

Resûl-i Zîşân, �Evet, varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, siz kalsanız da, ölseniz de Hak din üzeresiniz,� diye cevap verince, �Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?� dedi. �Seni Hak dinle gönderen Allah�a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım.�

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz önde, sağında Hazret-i Ömer, solunda Hazret-i Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârül�l-Erkâm�dan çıkarak Kâbe�ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescid-i Harama girdiler.

Hazret-i Resûlullahın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hazret-i Ömer�e, bir Hazret-i Hamza�ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, �Ey Ömer, arkanda ne var, ne ile geldin?� diye sordular.

Hz. Ömer, �Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü�r-Resûlullah ile geldim� dedi ve ilâve etti:

�Kimse yerinden kımıldamasın, yoksa boynunu vururum.�

Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, serbestçe Kâbe�yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.

Hazret-i Ömer der ki:

�İşte o zaman Allah Resûlü, �Hak ile batıl olanın arasını ayırdı,� diye bana �FARUK� adını taktı.�1

Önce Hazret-i Hamza�nın, arkasından Hazret-i Ömer�in Müslüman olması İslâmın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbestçe ifâ etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hazret-i Ömer�in mü�minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabdan Abdullah bin Mes�ud Hazretleri, �Ömer�in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine�ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu.

�Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk�2 diyerek ifâde etmiştir.

* * *

İkinci Müslüman Kafilesi Habeşistan'a Hicret Ediyor

Bi�setin 7. senesi (Milâdî 616). Habeşistan�a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdârı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifâ edebilme imkânına kavuşmuşlardı.

Bu durumu haber alan Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke�de kalan Müslümanlara da Habeşistan�a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.

Resûl-i Ekremin amcası Ebû Talib�in oğlu Hazret-i Cafer�in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. 10�u kadın 92 kişilik bu topluluk da sağ salim sırf dinlerini emniyet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalb ile ifâ edebilmek gayesiyle Mekke�den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.

Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mekke�den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye devam etti. Cenâb-ı Hakkın hıfz ve inâyeti altında kudsî ve ulvî hizmetini sürdürdü.1

Kureyşliler muhacirlerin peşinde

Kureyş müşrikleri Müslümanların ard arda Habeş ülkesine hicret etmelerinden telâşa kapıldılar. Gurbet diyarında da garip Müslümanların peşini bıkamak niyetinde değillerdi. İslâmiyetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet haline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zira, Müslümanlar Habeş Hükümdarından himâye gördükleri takdirde Arabistan�ın İslâm sinesine koşması daha da kolaylaşabilirdi. Böylece, İslâmın önüne çekmek istedikleri sedleri de yerle bir olacaktı.

Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş Hükümdarından geri istemeye karar verdiler.1

Elçi olarak Amr bin Âs ve Abdullah bin Ebi Rabîa�yı vazifelendirdiler. Plânları şu idi: Başta Necaşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce, hükümet adamlarına hediyeleri verilecek ve arzuları arzedilecek. Sonra da Hükümdara hediyesi takdim edilecek.

Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi: Devlet erkanının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necaşî�sinin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.

Habeş ülkesine varan elçiler aynı plânı tatbik ettiler.

Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece artettiler:

�Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler.�

Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.

Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:

�Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp, işlerimizi bozan bu adamlar şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik.

�Bunlar Meryem oğlu İsâ�yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iâde et, biz onların hakkından geliriz.�1

Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifâde ediyorlardı. Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazanmak istiyor ve, �Onlar, Meryem oğlu İsâ�yı ilâh olarak tanımazlar� diyerek mülteci Müslümanlar hakında hiddete gelmesini istiyorlardı.

Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler:

�Ey Hükümdar,� dediler, �bunlar doğru söylüyorlar. Elbette onları başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar. Hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler.�

Elçiler, isteklerine �evet� denileceğini ümitle beklerken, Necaşi hiddetli hiddetli, �Vallahi, hayır,� dedi. �Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem. Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem. Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş, bunun aksi olursa kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim.�2

Daha sonra, Necaşî, Müslümanların yanına gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Câfer�i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.

İçerde Kureyş elçileri ile birlikte, Necâşî�nin çağırttığı Rahipler de vardı.

Hz. Câfer, Necâşî�nin huzuruna girince, selâm verdi, fakat secde etmedi.

Saray adamları Hz. Câfer�e, �Sen ne diye Hükümdara secde etmedin,� diye sorunca şu vevabı verdi:

�Biz ancak Allah�a secde ederiz.�

Tekrar, �Niçin?� diye sordular.

�Çünkü,� dedi, �Allah bize Resûlünü gönderdi. O da Allah�tan başkasına secde etmemizi men etti.�

Bunun üzerine elçiler, �Ey Hükümdar, biz bunların hâlini sana bildirmemiş miydik?� dediler.

Necâşî Müslümanlara, �Siz ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. O halde, bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana söyleyiniz, ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?� diye sordu.

Hz. Cafer, bu soruları cevaplardırmaya geçmeden, �Ey Hükümdar,� dedi, �ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söyler isem, beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sadece biri konuşsun, öbürü sussun!�

Elçilerden Amr bin As konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Câfer Necâşîye hitaben, �Söyle şu adama,� dedi, �biz tutulup efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz?�

Necâşî, �Ey Amr,� dedi, �onlar köle midirler?�

Amr, �Hayır,� dedi, �Onlar şerefli ve hürdürler.�

Bu sefer Hz. Câfer Necaşî�ye, �Sor şu adama,� dedi. �Biz haksız yere birinin kanını mı döktük ki, kanı dökülenlere geri verileceğiz?�

Necâşî, �Ey Amr,� dedi, �Bunlar haksız yere herhangi birinizin kanını mı döktüler?�

Amr, �Hayır,� dedi. �Onlar, bir damla kan bile dökmediler.�

Hz. Câfer, yine Necâşî�ye, �Sor şu adama,� dedi. �Halkın mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?�

Necâşî, �Ey Amr,� dedi. �Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçları varsa, onu ben ödeyeceğim.�

Amr, �Hayır,� dedi. �Onların bir kırat borçları bile yok!�

Bunun üzerine Necâşî, �O halde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?� dedi.

Amr, �Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Muhammed�e ve dinine tâbi oldular� diye cevap verdi.

Bu sefer, Necâşî, Hz. Câfer�e döndü ve, �Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne diye bırakıp, başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza, ne benim dinimde, ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?� diye sordu.

Hazret-i Câfer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, �Ey Hükümdar,� dedi, �biz cahiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, lâşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zaifleri ezerdik.

�Bizler bu hal üzere iken, Allah içimizden birini bize peygamber gönderdi. Nesebini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber.

�O, bizi Allah�ın varlık ve birliğine inanmaya, Ona ibadete, bizim ve atalarımızın Allah�tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti.

�Doğru sözlü olmayı, emânetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, gühâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftirâ etmekten bizi menetti.

�Biz de ona îmân ettik ve dâvâsını tasdik ettik. Onun Allah�tan getirip bildirdiği şeylere tabi olduk.

�Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah�a ibadetten alıkoyup, putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar.

�Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümid etmekteyiz.�1

Hazret-i Câfer, hükümdarın selâm verme ve secde etmeme hususundaki sorusuna da şöyle cevap verdi:

�Selâm verme meselesine gelince, biz seni Resûlullahın selâmı ile selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selâmladık.

Secde etme hususuna gelince, biz Allah�tan başkasına secde etmekten yine Allah�a sığınırız.�2

Hazret-i Câferin bu sözleri, Necâşî�nın üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.

Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Câfer�e, �Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?� diye sordu.

Hazret-i Ca�fer, �Evet var,� dedi ve Meryem Sûresinin baş taraflarını okudu.

�Kâf hâ yâ ayn sâd.

�Bu âyetler, kulu Zekeriyâ�ya Rabbinin rahmetini zikirdir.

�Hani o Rabbine gizlice niyaz etmişti.

�Ve demişti ki: �Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim duâlarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.�1

Sonraki âyetlerde, Hazret-i Meryem�in, İsâ�ya (a.s.) nasıl hamile kaldığı, Hazret-i İsâ�nın dünyaya nasıl geldiği, bir mu�cize olarak beşikte nasıl konuştuğu, sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği anlatılıyordu.

Okunan âyetler, Necâşî�nin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti. Hatta akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar.

Kur�ân-ı Kerim�in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra, Necâşî, �Vallahi,� dedi, �bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musâ da, İsâ da onunla gelmişti.�2

Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, �Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm�3 dedi.

Necâşî�nin bu beklenmedik kararı karşısında elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çâreleri kalmadı.

Buna rağmen elçiler, bilhassa Arab�ın siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr bin Âs, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.

Ertesi gün tekrar Necâşî�nın huzuruna çıkarak, Müslümanların Hazret-i İsâ hakkında çok garip şeyler söylediklerini anlattı.

Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hazret-i Câfer�e, �Hazret-i İsâ hakkında ne düşünüyorsunuz?� diye sordu.

Hz. Câfer şu cevabı verdi:

�Biz Hz. İsâ hakkında Peygamberimizin bize Allah�tan getirip bildirdiğini söyleriz.�

�O, Allah�ın kulu, Resûlü ve Allah�ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem�e ilka edilmiş olan Allah�ın bir kelime�sidir. (Yani Cenâb-ı Hakkın �Kün� emriyle babasız dünyaya gelmiştir.) Meryem oğlu İsâ�nın hâli ve şânı bundan ibârettir.�1

Müslümanların Hz. İsâ hakkındaki bu kanaatları Necâşî�yi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek:

�Bizim ile sizin aranızda, bu hususta, şu çizgi kadaracık bir fark var. Zaten biz de onu sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz� dedi.2

Elçiler Necâşînin himâyeden vazgeçmesini beklerken hayal kırıklığına uğradılar.

Necâşî Müslümanları da, �Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki, o, Allah�ın Resûlüdür. Zaten biz onun vasıflarını kitabımız olan İncil�de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsâ da insanlığa müjdelemişti. Allah�a yemin olsun ki, eğer o bu ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım�1 dedi.

Hak ve hakikatı görüp idrâk eden Necâşî, Peygamberimizin Risâletini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifâde etti:

�Gidiniz! Ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecâvüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız.

�Size kötülük eden helâk olur. (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.)

�Ben sizden hergangi birinizi üzüp de, bir dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem.�2

Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisin geri Mekke�ye dönmekten başka yapacak birşey kalmamıştı. Hatta, Necâşî kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iâde etti.

Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktukları başlarına gelmiş sayılırdı!

Muhacirlerin Mekke�ye dönüşü

Habeşistan�a hicret eden Müslümanlar her ne kadar müşriklerin eziyet ve hakaretlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine getirme imkânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba vatanından uzakta, gurbet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum kendilerini üzüyordu.

Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Kureyş ileri gelenlerinden bir kaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelenlerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslâma teslim olması demekti.

Bu haberler üzerine, Mekke�nin artık kendileri için bir eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu zannıyla altısı kadın 39 kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak, Mekke�ye yaklaştıklarında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki, artık geri dönmek bir hayli zordu.

Mekke�ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himâyesine sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre serbestçe girmeye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve dostlarının himâyesine sığınmayı tercih ettiler. Bir kısmı ise, himâyeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.

Bu arada Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların Medine�ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı hicretin hemen akabinde Medine�ye gelip Müslümanlara katıldılar. Bir kısmı ise, uzun müddet Habeşistan�da ikâmet ettiler.

Mekke�ye yerleşenler, Medine�ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar. Müşriklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper ederek îmân-küfür mücadelesinde azimle sebât ettiler.1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Şakk-ı Kamer Mu'cizesi

Şakk-ı Kamer Mu'cizesi


Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizin davasını tasdik eden bir çok mu�cizeye şâhid oldukları halde, yine de inad ve inkârlarından vazgeçip ona sadakat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mu�cizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûl-i Ekremi güç durumda bıkakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. �Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de, görelim� diyorlardı.

Bu isteklerde bulunurken maksatları imân etmek değildi. Bilakis Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenab-ı Hak, müşriklere karşı sevgili Resûlünü hiç bir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiç bir zaman muâvenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu.

Yine bir gün Kureyş�in ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid bin Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek, �Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen bize Ay�ı ikiye ayır. Öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yarısı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün� dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Şayet bunu yaparsam, îmân eder misiniz� diye sordu.

Onlar, �Evet, îmân ederiz� dediler.

Dâvâsında haklı ve doğru olduğunu göstermek için mu�cizeyi istemek Peygamberin vazifesidir. İstenilen mu�cizeyi yaratan ise Cenâb-ı Hak�tır.

Ay�ın bedir haliydi, yani en güzel göründüğü 14. gecesiydi. Kâinatın Efendisi, Allah�ın emir ve iradesi dâiresinde hareket eden Ay�a şehâdet parmağıyla işâret etti. Bu işaret-i Nebevî kâfi geldi ve ay ikiye ayrıldı. Öyle ki yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça halinde göründü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada bulunan halka, �Şahid olunuz! Şahid olunuz!�1 diye seslendi.

Bu ap açık mu�cize karşısında da müşrikler, inad ve inkârlarından vazgeçmediler. Üstelik, �Bu da Ebû Kebşe�nin oğlunun bir sihridir�2 diyerek asılsız bir te�vilde bulunarak kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna saptılar. Gözleri önünde cereyan eden hâdiseyi elbette inkâr edemezlerdi. İnkâr edemedikleri için de, çıkar yol olarak �sihirdir� demek zorunda kalıyorlardı!

Etraftan gelenlerin aynı hâdiseyi haber vermeleri

Sırf Resûl-i Ekrem Efendimizin davasına tasdik etmemek için bu apaçık mu�cizeye �sihirdir� diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmaktan da edemediler:

�Şayet Muhammed büyü yaptı ise, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz ya! Etraftan gelecek olan yolculara soralım, bakalım onlar da gördüklerimizi görmüşler mi?�3

Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da aynısını gördüklerini itiraf ettiler. Bütün bunlara rağmen, ruhen ve kalben tefessüh etmiş, şirkle gönüllerini kirletmiş müşrikler, �iman ederiz� va�dinde bulundukları halde inanmadılar, ebedî saâdetin kaynağına koşmadılar. Üstelik arkasından da şöyle dediler:

�Yetim-i Ebû Talib�in sihri semâya da tesir etti!�1

Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mu�cizesini inkâr etmeleri üzerine, Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu âyet-i kerimelerde hâdisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa imansızlıkta, yalanda diretip durduklarını beyân etti:

�Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı.

�Onlar bir mu�cize görseler yüz çevirir ve �Bu kuvvetli bir sihirdir� derler.

�Peygamberi yalanlayıp kendi heveslerine uydular. Fakat takdir edilen herşey bir gayeye ulaşacaktır.�2

* * *

Hz. Ebû Bekir'in Übey bin Halef ile Bahse Girmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, peygamber olarak gönderildiği sırada Doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük devleti idiler.

Bi�setin 5�inci, yâni Milâdi 613 senelerinde bu iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında Hüsrev II, Rum İmparatorluğunda ise Herakliüs bulunuyordu.

İran orduları, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye�deki bütün mukaddes şehirleri ele geçirmiş, Mîladî 614 senesinde bütün Filistin�i ve Kudüs-ü Şerifi istila etmişti. Bu istilâ esnasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin kadar Yahudi, altmış binden fazla Hıristiyanı kılıçtan geçirmişti. İran Kisra�sının sarayı (30.000) ölünün kafatasıyla donatılmıştı!

Bu istilâ tufanı burada da durmamıştı. Mısır�ı da basmış, Mîladın 616 senesinde İranlılar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye�ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu�yu istilâ ederek İstanbul�un Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler. Doğu Roma İmparatorluğunun başşehri olan Kostantiniye (İstanbul) şehri karşısında görünmüşlerdi. Böylece Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu�yu saltanatları altına almışlardı.

Hülasa; çarpışma 616 senesinde Doğu Roma İmparatorluğunun tar ü mâr edilmesi ve bir daha kımıldamayacak şekilde yere serilmesiyle son bulmuştu.

Rumlar, ehl-i kitaptı, Hıristiyan idiler. İranlılar ise kitapsız, âhirete inanmaz, ateşperest idiler.

Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke�ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, şımarmışlar, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi.

Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve �Siz ve Hıristiyanlar ehl-i kitapsınız. Biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rum kardeşlerinize galabe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz� diyerek şamataya başladılar.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bir mu�cizesi olmak üzere Cenâb-ı Hak, Rûm Sûresini indirip mü�minlerin üzüntüsünü giderdi:

�Elif lâm mim.

�Rumlar, size yakın bir mevkide mağlûp düştüler. Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Evvelce de, sonra da hüküm Allah�ındır. O gün mü�minler Allah�ın yardımıyla sevineceklerdir. O dilediğine yardım eder. Onun kudreti herşeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır.

�Bu Allah�ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez; lâkin insanların çoğu bunu bilmez.�1

Bu âyetler nâzil olduğu zaman, Rum imparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, dahilî isyanlarla devlet inhilale uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, İmparator Herakliüs, İstanbul�u terk ederek Kartaca�ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galip kumandanları zaferin verdiği sarhoşluk ile şu sulhü teklif etmişlerdi: İmparator, İranlılar tarafından istenen herşeyi verecektir! Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir.

Rum İmparatorluğu da bütün bu ağır ve zillet taşır şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde anlaşmayı imzalayarak murahhaslar göndermişlerdi. Bu murahhaslar İranlıların yanına vardığı zaman İran Kisrası Hüsrev, �Bu yetmez! Bizzat İmparator Herakliüs karşıma zincirler içinde gelerek ilâhına bedel, ateş ve güneşe tapmalıdır� diyecek kadar mağrurane ifadede bulunmuştu.

Böylesine büyük bir hezimetten sonra, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak birşey değildi.

İşte böyle bir hengamede Cenâb-ı Hak, yukarıdaki âyet-i kerimelerle Resulüne Rumların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini mu�cizane haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir ve Übey bin Halef

Hz. Ebû Bekir, bu âyetleri Resul-i Kibriya Efendimizden (a.s.m.) dinler dinlemez onları, Mekke�nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, �Rumlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklar� dedi.

Müşrikler şaşırdılar. Bahsettiğimiz gibi büyük bir hezimete uğramış, âdetâ yerle bir olmuş bir imparatorluk bir daha nasıl canlanacak ve İranlılara galebe çalacaktı!

Bu durumu havsalalarına sığdıramadıklarından içlerinden Übey bin Halef, �Yalan söylüyorsun,� dedi. �Haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.�

Hz. Ebu Bekir kabul etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tayin ettiler.1

Hz. Ebû Bekir gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ, �Âyetteki �bid�den (yani bir kaç seneden) maksat, üçten dokuza kadar olan seneler demektir.

Develerin sayısını artır. Müddeti de uzat� buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir çıktı. Übey�e rastgeldi. Übey, �Galiba pişman oldun� dedi.

Hz. Ebû Bekir, �Hayır� dedi. �Gel seninle bahsi arttıralım. Müddeti de uzatalım. Haydi dokuz seneye kadar yüz deve yapalım.�

Übey de, �Haydi yapalım� diyerek kabul etti.

Hz. Ebû Bekir, Mekke�den ayrılacağı sıralarda, Übey bin Halef yakasına yapıştı ve �Sen, Mekke�den ayrılırsan, bahisde kazanacağım develeri ödemeyeceğinden endişe ediyorum. Bana bir kefil göster� dedi.

Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman�ı kefil gösterdi.

Übey bin Halef de Uhud Harbine çıkmak istediği zaman Abdurrahman, gidip onun yakasına yapıştı ve �Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe, seni bırakmam� dedi.

Übey bin Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola çıktı.

Übey bin Halef, Uhud Harbinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kılıcından aldığı bir yaradan öldü.

Mağlubiyetlerinden 9 yıl sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar. Buna da Müslümanlar çok sevindiler, müşrikler ise son derece üzüldüler.

Hz. Ebû Bekir, 100 deveyi Übey bin Halef�in kefilinden ve mirasçılarından alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Onları sadaka olarak dağıt� buyurdu.

Kur�ân-ı Azimüşşânın istikbâlden haber veren ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bir mu�cizesi sayılan bu haberin ortaya çıkması üzerine Mekkeli müşriklerden bazıları Müslüman oldular.1

* * *

Müslümanlara Karşı Boykot

Bi�setin 7. senesi (Milâdi: 617). Bu tarihe kadar İslâmın inkişâfına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı. Üstelik İslâmiyet, daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslamın nuru Mekke dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu.

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâmın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü.

Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu.

Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâmın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.

Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lazım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayr-ı müslim olsun, Haşimoğullarından tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.

İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tesbit ettiler:

1. Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.

2. Haşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.

3. Haşim ve Muttaliboğullarına hiç bir şey satılmayacak.

4. Haşim ve Muttaliboğullarından hiç bir şey satın alınmayacak.1

Bu andlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and içtiler.2

Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı. Ebu Leheb hariç, Mekke�nin kuzey tarafında bulunan Şi�b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi) denilen yere topluca taşındılar.3

Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı.

Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mevsiminde dışarı çıkıp alış verişte bulunmalarına sözde müsâade ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü, o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta, zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.

Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu.

Mekke�ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve �Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst tarafını ben öderim!� diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu.

Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryadlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryadlardan âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir.

Boykota uğrayanlar dışardan fazla bir şey alamadıklarından haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.

Bununla birlikte, Müslümanların bu haline acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice�nin kardeşi oğlu Hakim bin Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi�b�deki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.

Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice�ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil�e tesadüf etti.

Ebû Cehil, ona, �Sen, Haşimoğullarına yiyecek götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke�de açıklayıp seni rezil ederim� dedi. O sırada Ebü�l Bahteri yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil�i muâheze ederek, �Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir� diye konuştu.

Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebü�l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü�l Bahteri, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.

Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere müşriklerden habersiz Şi�b�de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü.

Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de, onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar.

Şi�b�de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bütün bunlar niçin yapılıyordu? Tek bir şey için: Peygamberimiz Hazret-i Muhammed�i (a.s.m.) teslim almak.

Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta, Ebû Talib, herhangi bir su-i kasda ma�ruz kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimizi yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu.

Bi�setin yedince senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslamın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslâmı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.

Boykot kaldırılıyor

Boykot uygulamasının 3. senesiydi... Cenâb-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları mâlum sahifeye bir kurt musallat etti ve durumu vahiy ile Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemediği sadece �Bismike Allahümme (Allah�ım senin isminle başlarım)� yazısı kalmıştı.

Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Talib�e anlattı. Bunun üzerine Ebû Talib gidip müşriklere şu teklifte bulundu:

�Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah sizin Kâbe�de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla münasebeti kesme ve iftirâ gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir.

�Kâbe�ye gidip sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer�hâşâ�yalan söylemişse, ben onu size teslim edeceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz.�1

Kâbe�ye giden müşrikler Ebû Talib�in anlattıklarının aynısını gözleriyle gördüler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Peygamber Efendimizin bir mu�cizesi olarak kabul etmediler ve �bu da bir sihirdir� diyerek nûra gözlerini kapadılar.

Bununla birlikte bu hâdise boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır bir kaç kişi de ortaya çıkınca, bi�setin 10. yılı, Milâdî 619 senesinde, Kureyş�in hudut tanımaz inad ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Anlaşmanın feshedildiği halka duyuruldu ve boykot kararlarının yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.

Böylece müşrikler, �vazgeçilmez bir karar� olarak vasıflandırdıkları zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.

Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke�nin fethine geldikleri sırada, Minâ�dan Mekke�ye ineceği zaman, �Ertesi günü inşallah varacağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yapmışlardı�1 diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı.

* * *

İslâmın Yayılması ve Efendimize Yapılan İlâhî İkaz

Bir grup Hıristiyanın Müslüman olması

Boykot uygulamasının kaldırılması Peygamberimiz ve Ashab-ı Kirama geniş bir nefes aldırdı. Bu sırada peş peşe İslâm sinesine koşmalar görüldü.

İslâma gönül verenler arasında yirmi kadar Hıristiyan da vardı. Bunlar, Habeşistan�a hicret etmiş Müslümanlardan Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında duyduklarını yerinde araştırmak için Mekke�ye gelmişlerdi.

Kâbe�nin yanında Peygamber Efendimiz ile buluşan Hıristiyan grup, bir çok sorular sordular. Sorularına mükemmel cevaplar alınca sevindiler.

Daha sonra Resûl-i Ekrem, kendilerini Allah�ın birliğine imana davet etti, Kur�ân okudu. Kur�ân�ın azameti karşısında gönülleri İslâma karşı muhabbetle doldu. Gözyaşları arasında, yirmisi birden orada İslâmiyetle müşerref oldu.

Hâdise, Kureyşli müşrikleri fenâ halde kızdırdı. Putperestlerin Müslüman olmasını engellemeye çalışırlarken, şimdi de Hıristiyanlar kendi ayaklarıyla gelip, İslâmiyete giriyorlardı.

Başta Ebû Cehil olmak üzere bir kısım müşrik, onların yolunu keserek, binbir hakaretten sonra, �Allah belânızı versin! Sizler, bu adamın ne dediğini öğrenmek için buraya gönderilmişken, onunla düşüp kalktınız ve sonunda dininizden ayrılıp, ona uydunuz. Bu düpedüz bir ahmaklıktır� dediler.

Fakat, İslâmla müşerref olan bu bahtiyarlar, müşriklerin hakaret dolu sözlerine aldırış etmediler ve �Bize karşı yaptığınız cahilliği, biz size yapamayız� diyerek, bir güzel cevapta bulundular.

Kasas sûresinin 51-55�nci âyetlerinin bu kimseler hakkında nazil olduğu rivâyet edilmiştir.1

Efendimize yapılan İlâhî ikaz

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir gün İslâmiyet ve Müslümanlara şiddetli muhalefetleriyle bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Hâlef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara îmân ve Kur�ân hakikatlarından bahsediyordu.

Zaman zaman muhataplarının dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, �Nasıl, güzel değil mi?� diye soruyordu.

O sırada bir hak aşığı çıkageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mânâ gözü açık bu zât, Hz. Hâtice�nin dayısı oğlu Ashabdan Abdullah bin Ümmi Mektûm idi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle konuştuğunun farkında değildi.

�Yâ Resûlallah,� dedi, �beni irşad et, bana Kur�ân okut, Allah�ın sana öğrettiklerinden bana birşeyler öğret.�

Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine İslâmiyeti anlatmak için teksif ettiğini fark edemediğinden bu arzuzunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu.

Peygamber Efendimiz bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. Zira, o her zaman gelip kendisinden İslâmiyetle ilgili herşeyi öğrenebilirdi. Ama, Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma imkânını elde etmeyebilirdi. Onların İslâmiyeti kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş�in toptan Müslüman olma mânâsına geliyordu.

İşte bu sebeple Fahr-i Âlem Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden rahatsız olmuştu. Ve bunu haliyle de izhar etmişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Kureyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Sûresi nâzil oldu.1

Sûrede Efendimizin davranışından bahisle şöyle buyuruluyordu:

�Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü.

�Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı.

Yahut öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti.

�Öğütle ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun.

�Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mes�ul değilsin.

�Sana koşarak gelen ve Allah�tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun.

�Sakın! O Kur�ân bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.�2

Evet, kalblerinden şirkin pisliğini imân suyu ile gidermek istemeyen, Kur�an�ı dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi düşünmeyen kimselerin İslâmiyete girmemesi ve nefsini temizlememesi Resûl-i Kibriyânın üzerine bir mesuliyet yüklemiyordu. Çünkü, Onun vazifesi sadece İslâmı hakkıyla tebliğdi. Ancak, hak ve hakikatı öğrenmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap vermemek, işte böylesine ikazı gerektiriyordu.

Cenab-ı Hak, konu ile ilgili indirdiği âyet-i kerimlerde ma�nen şöyle diyordu:

�Zahir gözü görmese de, kulağı ve kalb gözü açık hidâyet aşığı birini bırakıyorsun da, zahiren gözü bulunan ve fakat kalb gözü kör, hak sözü dinlemek şânından olmayan müstağnîlerle uğraşıyorusun!�1

Bu hâdise ve ikazdan sonra Resûl-i Ekrem, Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm�u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar ve �Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmasıne sebeb olan kişi!�2 diyerek iltifât ederdi.

Ebû Rükâneye gösterilen iki mu�cize

Rükâne bin Abd-i Yezid, müşriklerin sırtı yere getirilemeyen emsâlsiz pehlivanlarından biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yazık ki, Allah Resûlüne karşı beslediği şiddetli kin ve düşmanlığını yenip, hakiki pehlivan olma şerefine ermeyi bir türlü istemiyordu.

Bu meşhur pehlivan, günün birinde Hazret-i Resûlullah ile Mekke�nin bir vadisinde karşılaştı. Gözleri husûmet kıvılcımları saçıyordu.

Allah Resûlü, �Ey Rükâne,� dedi, �sen, kendisine îmâna dâvet ettiğim Allah�tan korkmaz mısın?�

Rükâne, �Eğer sözünün gerçek olduğuna kanaat getirseydim, sana tâbi olurdum� cevabını verdi.

Resûl-i Ekrem, �Eğer seni yere vurursam, söylediklerimin hak olduğuna inanır mısın?� diye sordu.

Rükâne, �Yâ Muhammed,� dedi, �eğer beni yıkacak olursan, sana îmân ederim.�

Bunun üzerine Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz, �Kalk, haydi güreşelim� dedi.

Güreşmek için kalktılar. Mağrur Rükâne, daha ilk tutuşta kendini yerde buldu. Neye uğradığının farkına varamadı ve şaşkındı. Derhal ayağa kalktı ve Resûlullah Hazretlerine bir daha güreş teklif etti. Allah Resûlü kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu.

Hayret ve şaşkınlığı biraz daha artan Rükâne üçüncü defa Resûlullaha güreş teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttuğu gibi yere vurdu.

�Beni yıkarsan, söylediğinin hak olduğuna inanırım� diye Resûlullaha söz veren Rükâne, üç sefer sırtı yere geldiği halde, yine şirkte inad etti ve �Yâ Muhammed,� dedi, �Şüphesiz sen bir sihirbazsın. Benimle yaptığın bu güreşe doğrusu şaştım kaldım.�

Böylece Resûlullahtan gördüğü mu�cizeyi sihir ithamıyla perdelemeye çalıştı.

Bir başka mu�cize

Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resûlünün bir başka mu�cizesine şahid oldu.

�Doğrusu, ben, seninle yaptığım bu güreşe şaştım kaldım� deyince, Allah Resûlü, �Bundan daha çok şaşılacak olanı da var. İstersen sana onu da göstereyim de, Allah�tan kork, dâvetime tâbi ol� dedi.

Rükâne, �Nedir, o şaşılacak şey� dedi.

Allah Resûlü, �Şu semûre ağacını çağırayım. Bana geldiğini gör� dedi.

Rükâne, �Haydi, çağır da gelsin� dedi.

Allah Resûlü, azılı müşrikin gözü önünde semûre ağacına emretti: �Allah�ın izniyle bana gel!�

Ağaç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahr-i Kâinatın karşısında durdu.

Gözleri faltaşı gibi açılan Rükâne�nin kalb gözü hâlâ kapalı duruyordu. Bu açık mu�cizeler karşısında yine küfürde inat etti ve �Doğrusu ben bugünkü gibi büyük bir sihir, hayatımda görmedim� dedi.

Sonra da ağacın tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi.

Allah Resûlü, ağaca, �Allah�ın izniyle yerine dön� diye emretti. Ağaç, derhal yerine döndü.

Bundan sonra Resûlullah Efendimiz, Rükâne�yi tekrar Müslüman olmaya dâvet etti. Ancak, o küfürde inad etti ve dâvete icabet etmedi. Bunun üzerine Resûlullahın kendisine son sözleri şunlar oldu:

�Yazıklar olsun, sana!�

Hayret ve şaşkınlık içinde kavminin yanına dönen Rükâne, başından geçenleri ve gördüklerini anlattıktan sonra, �Ey Abd-i Menâfoğulları,� dedi, �adamınızla bütün dünyayı sihirleyebilirsiniz. Vallahi, şimdiye kadar ondan daha maharetli bir sihirbazı görmedim.�1

Hak ve hakikatı kabul etmemekte herşeye rağmen inad edenler, bu inadlarında kendilerini teselli edebilmek için her zaman çeşitli iftira ve ithamlarla İslâm dâvâsını küçük düşürmek istemişlerdir. Ama, her seferinde küçülenler yine kendileri olmuştur.

Bir rivâyete göre, Rükâne, Mekke�nin fethine yakın Müslüman olmuştur.2

Evet, misâlde görüldüğü gibi ağaçlar da Resûl-i Kibriyâyı tanıyor, risâletini tasdik edip, emirlerini dinliyorlar. Acaba, buna karşılık kendilerine insan adını veren bir kısım kimseler, o Resûl-i Zîşanı tanımazsa, ona îmân etmezse, kuru ağaçtan daha ednâ, odun parçasından daha ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olarak Cehennemin ateşine lâyık olmazlar mı?

* * *

Hüzün Yılı

Üç senelik müşrik ablukasından kurtulmanın sevincini acı olaylar takib etti. Acı hâdiseler zincirinin ilk halkası, Resûl-i Ekremin dört yaşındaki en büyük oğlu Kasım�ın vefâtı oldu.

Gönlü şefkat şelâlesini andıran Peygamber Efendimiz, büyük oğlunun vefâtından çok müteessir oldu. Derin teessürünü ciğerpâresinin cenazesini götürürken, karşısında dim dik duran Kuaykıan Dağına, �Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın� hitabıyla ifâdeye çalışıyordu.

Mübârek gönülleri henüz Kasım�ın vefat hüznünden kurtulmamışken, bir acı hâdise daha vuku buldu. Diğer oğlu Abdullah da vefât etti.

Allah�ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın Efendisi, bu acı hâdiseler karşısında yine de göz yaşlarını tutamıyordu.

Hz. Hatice, hakiki sabihine iâde ettiği bu ciğerpârelerini kastederek, �Yâ Resûlallah! Onlar, şimdi nerededirler?� diye sordu.

Resûl-i Kibriya, �Onlar, Cennettedirler� diye cevap verdi.

Bu acı hâdiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri yaşlıydı. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama şirk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları haysiyetiyle, insanlığın gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâzımsa yapıyorlardı. Hatta içlerinden As bin Vâil ve Ebû Cehil gibi azılılar işi daha da ileri götürerek, �Artık, Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır�1 diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.

Resûlünü , hiç bir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan Cenâb-ı Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Sûresini inzâl buyurarak, müşriklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Peygamber Efendimizi şöyle teselli etti:

�Şüphesiz ki Biz sana kevseri2 verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Asıl nesli kesik olan, sana düşmanlık edenin tâ kendisidir.�

Evet asıl, adı sanı toprağa karışıp kaybolan Ebû Cehiller, Ebû Lehebler oldu. Resûl-i Kibriyanın (a.s.m.) adı ve dâvâsı ise, asırlardır inananların gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve Kıyamete kadar da dalgalanmaya devam edecektir.

Ebû Talib�in vefatı

Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke�de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.

Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.

Ebû Tâlib�in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:

�Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım.�

Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu.

Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben, �Ey kardeşimin oğlu� dedi. �Bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Olur, ey amcam� dedi. �Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler.�

Ebû Tâlib, hayret içinde �Bir tek kelime mi?� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Evet, bir kelime� buyurdu.

Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?

Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimize hitaben, �O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım� dedi.

Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:

�Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah�tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!�

Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar, �Yâ Muhammed,� dediler, �sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?�

Sonra da birbirleriyle konuştular:

�Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin.�1

Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur�ân�ı Keriminde bize şöyle haber verir:

�Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey!� Onların ileri gelenleri, �Haydi yürüyün� diyerek oradan ayrıldılar. �İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur.��2

Resûl-i Ekremin, amcasını İslâma dâveti

Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimize, �Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde, �Ey Amca!� dedi. �Gel, bari sen �Lâ ilâhe illallah� de de, onunla sana âhirette şefâat edebileyim.�

Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.

�Yeğenim,� dedi, �vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü, ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim.�

Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz, amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı, �Ey amca, �La ilâhe illallah� de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim� diyordu.

Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib�in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de, �Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib�in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?� dediler.

Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib�in dini üzere olduğunu söyledi.1

Buna rağmen Peygamberimizin mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve �Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım�2 diyordu.

Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu.3

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü�minlere hitap etti:

�Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.�1

Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefâtıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:

�Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun.�

Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib�in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve �Lâ ilâhe illallah� dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize, �Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi� dedi.

Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında, �Ben işitmedim� buyurdu.2

Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:

�Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın.�3

Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü�minlere değişmez bir ölçü verdi:

�Akrabâ bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah�tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez.�4

Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi. Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.

Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiç bir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.

Ebû Talib�in îmânı meselesi

Ebû Tâlib�in îmânı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şiâ âlimleri îmânlı gittiğine kâildirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îmân etmediğini söylemektedirler. Bununla birlikte Peygamber Efendimizle iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dâir bazı emareler şiirlerinden anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu hususla ilgili olarak şöyle der: �Ehl-i Teşeyyu (şialar), îmânına kâil; ehl-i sünnetin ekserisi ise, îmânına kâil değildir. Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun�o gayet ciddi�o şahsî şefkatı ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib�in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îmân getirmemesi üzerine Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda�uyku vasıtasıyla�bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennemi, hususî bir nevi Cennete çevirebilir��1

Hz. Hatice�nin vefatı

Ebû Tâlib�in vefâtından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi�setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken fâni dünyadan ebedî âleme göç etti. Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ�ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.

Günün birinde Hz. Hatice�nin kızkardeşi Hâle�nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; �Allah�ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini� söylemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe�nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice�nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle, �Yâ Resûlalah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah�a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice�nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum�1 diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.

Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe�nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:

�Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiç birini, Hz. Hatice�yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki, onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice�nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek, �Sanki yeryüzünde Hatice�den başka kadın yok mu?� derdim. Resûlullah da, �Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi� diye iyiliklerini sayar ve �Ondan çocuklarım var� buyururdu.�2

Resûlullah Efendimiz Hira�ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı.

Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek, �Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice�dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak�3 dedi.

Hz. Ali�de Resûlullahın şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

�Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân�ın kızı Meryem�di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice�dir�4 demiştir.

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi�setin bu 10. yılını �senetü�l-hüzün (hüzün yılı)� olarak isimlendirdi.

Müşrikler eziyet ve hakaretlerini arttırıyor

Ebû Tâlib�in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimize arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib�in hayatında cür�et edemedikleri bir çok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiç bir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.

Şefkat menbaı Peygamberimiz dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek, �Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır� dedi.

Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:

�Ebû Tâlib�in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür�et etmemişlerdi.�1

Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifâde etmesine sebep olmuştu.

Ebû Leheb�in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimizden uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb�in akrabalık bağından gelen sun�î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah�a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.

* * *

Resulullah Tebliğe Devam Ediyor

Peygamberimizin Hz. Âişe ile nişanlanması

Hz. Hatice Validemizin vefâtı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu durumun farkında idiler.

Bir gün, Osman bin Maz�un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve �Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice�nin yokluğunu hissettim� dedi.

Resûl-i Ekrem, bunun üzerine, �Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi idi� buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ�nın ebedî âleme irtihâli ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:

�Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?�

�Kiminle?�

�Ebû Bekir�in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem�a ile.�

�Git, benim için ikisi hakkında da konuş!�

Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir�in evine vardı. Evde, Hz. Âişe�nin annesi Ümmü Rûman vardı, �Ey Ümmü Rûman� dedi. �Allah�ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?�

Ümmü Rûman, �Nedir?� diye sorunca da Havle, �Resûlullah, Âişe�yi istemek için beni gönderdi� cevabını verdi.

Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun�a, �Ebû Bekir�in gelmesini bekle� dedi.

Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı: �Yâ Hz. Ebû Bekir� dedi. �Allah�ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?�

Hz. Ebû Bekir, �Nedir o?� diye sordu.

Havle, �Resûlullah, Âişe�yi istemek için beni gönderdi� cevabını verdi.

Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra, �Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?� diye konuştu.

Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

�Ebû Bekir�in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!� buyurdu.

Havle, dönüp bunu bildirince Hz. Ebû Bekir�in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe�yi Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.1

Efendimizin Hz. Sevde ile evlenmesi

Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem�a�ya gitti.

Hz. Sevde, Sekrân bin Amr�ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan�a hicret etmişti. Daha sonra Mekke�ye dönmüşlerdi. Mekke�ye döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:

�Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen Resûlullah ile evleneceksin.�

Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat etmişti.

Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.

Havle Hâtun kendisine, �Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi� deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?

Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü. �Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?� diye sordu.

Hz. Sevde, �Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum� diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır� buyurarak bu endişe ve tereddüdüne mahal olmadığını belirtti.

Sonra da, �Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir� dedi.

Hz. Sevde, kaynı Hâtip bin Amr�e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde�yi bi�setin 10. yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.1

Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah�a ve Allah�ın dinine bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü�minlerin annesi olama şerefine ulaştırıyordu.

* * *

Resul-i Ekrem Efendimizin Taif''e Gidişi

Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice�nin vefâtlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri ezâ ve cefâlarını birden kat kat arttırdılar. Öyle ki, Efendimiz onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dini neşretme vazifesini âdeta yapamaz hale gelmişti.

Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Tâif�e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı Tâif�te oturan Sakif Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvâsını kabul etmelerini istemekti.

Tâif, Arabistan�ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullahın süt annesi Halime�nin mensup olduğu Beni Sa�d Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sakinlerinin İslâma alâka duyup îmânla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı.

Tarih, bi�setin 10. yılı, Şevvâl ayının 27�sini gösteriyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mekke�den ayrılarak Tâif�e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını taleb etmek için geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı on gün zarfında hiç bir müsbet netice elde edemedi. Üstelik hakaret ve istihza ile mukabele gördü. Türlü türlü ithamlara maruz kaldı.

Reislerinden biri, �Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?� diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübârek kalblerini teessüre boğdu.

Bir başkası, �Vallahi� dedi. �Ben hiç bir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü, sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah�ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.

Müşriklerin bu durumu haber alıp cür�etlerini arttırmalarından endişe duyduğu için de yanlarından ayrılacağı sırada onlara, �Bâri konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!� dedi.

Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Tâif sakinleri Resûl-i Zişânın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslâmiyete alâka duymalarından korkarak, iki cihan güneşi Efendimize şöyle dediler:

�Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi, biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz.�2

Lât ve Uzza�ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler bu çirkin sözlerle de yetinmediler. Beldelerinde misafir olarak bulunan cihan Peygamberine ayak takımını, sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar.

Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisi ve Hazret-i Zeyd�i taşa tuttular. Resûlullahın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.

Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriyâ�ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revân içinde kaldı.

Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe bin Rabia adında iki kardeşti.

Resûl-i Ekrem bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münacaatta bulundu:

�Allah�ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim.

�Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.

�Allah�ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.

�Allah�ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!

�Allah�ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim!

�Allah�ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!�1

Köle Addas

Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin maruz kaldığı şen�i ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete geçmişti. Köleleri Addas�la Efendimize biraz üzüm göndererek ikrâmda bulundular.

Addas tabak içindeki üzümü alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem üzümü, �Bismillah� diyerek alıp yemeğe başlayınca Addas�ın dikkatini çekti. Kendi kendine, �Vallahi� dedi. �Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler.�

Fahr-i Âlem Efendimiz, �Ey Addas, sen hangi dindensin?� diye sordu.

Addas, �Ninevalıyım ve Hıristiyanım� cevabını verdi.

�Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Mettâ�nın hemşehrisisin?�

�Sen, Yunus İbn-i Mettâ�yı nereden biliyorsun?�

�O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.�

Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü.

Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri diğerine, �Senin adamın,� dedi, �gözünün önünde kölenin itikadını bozdu.�

Addas, yanlarına dönünce de ikisi birden ona çıkıştılar.

�Yazıklar olsun sana, Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?�

Addas�ın efendilerine cevabı ise şu oldu:

�Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir.�1

Peygamberimizin şefkat ve merhameti

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif Kabilesiyle, Tâiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke�ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil�i fark etti.

Cebrâil (a.s.) seslendi:

�Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin.�

O anda görünen dağlar meleği de emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.

Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:

�Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ�nın bu müşriklerin sülbünden, Allah�a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.�1

Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her anı nûrlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.

Cinler de Peygamberimizi dinliyor

Peygamber Efendimiz, Mekke�ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur�ân�ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna dâvet ettiler.1 Kur�ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:

�Hani, Kur�ân�ı dinlemeleri için cinlerden bir topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine �Susun� dediler. Kur�ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere kavimlerine döndüler.

��Ey kavmimiz,� dediler. �Biz Mûsâ�dan sonra indirilen, kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dos doğru bir yola ileten bir kitap dinledik.

��Ey kavmimiz! Sizi Allah�a çağıran peygambere uyun ve ona îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi korusun.��2

Mekke�ye giriş

Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle�de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke�ye yöneldi. Kureyş�in kendisini kolay kolay Mekke�ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.

Bu sebeple Hîrâ�ya varınca birini göndererek müşrik Mut�im bin Adiyy�in himâyesini istedi. Mut�im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira�dan alarak Mekke�ye getirdiler.3

Müşrikler, Mut�im�in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.

Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe�yi tavaf etti, Harem-i Şerif�te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.

Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut�im bin Adiyy�in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.

Mut�im�in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine�ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:

�Eğer, baban Mut�im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut�im�e bağışlardım.�1
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Miraç

İsrâ ve Mi'raç Mu'cizesi


Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ1 ve Mi'raç2 mu'cizesi vuku buldu.

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram�dan3 alıp Burak ile Mescid-i Aksâ�ya4 götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkartıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da �imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan� makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.

Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur�ân-ı Azimüşşan�ında bize şöyle haber verir:

�Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ�ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.�1

Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mi'raç mu'cizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi�rac-ı Nebeviye�ye dâir kısmında şöyle der:

�Mi�raç meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah�ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc�dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor�2

Aynı eserde �Hikmet-i Mi'raç nedir?� sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:

�Mirâcın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:

�Şu kâinatın Hâlikı, şu kesret tabakâtında nur-u Vahdetini ve tecelli-i Ehaddiyetini göstermek için, kesret tabakâtının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mirâc ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makàsıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san�atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni-i âlemin; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidir. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuâtını sever, çünkü masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnûatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir� İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehaddiyet sırriyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirâc ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü�yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip fermaniyle tavzif etmektir�

�Şimdi şu hikmet-i âliyyeye bakmak için �iki temsil� dürbünü ile tarassud edeceğiz.

�Birinci temsil:

�Nasıl ki bir sultan-ı zîşânın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa ve hesapsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa� her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa�şaasını, hem kendi san�atının harikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşâhede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazariyle baksın. Ve şu hikmete binaen elbette, cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtiyle süslendirip, kendi dest-i san�atının en güzel, en lâtif san�atlariyle zînetlendirir. Fünûn ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu�cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni�metlerinin çeşitleriyle , taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzâr eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san�atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının madeni olan mübârek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini o sarayın müştemilâtiyle, nukuşiyle acâibiyle ahâliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san�atlarının işâretlerini öğretip�derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?�o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmiyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini tarif etsin�

�Aynen öyle de: �Velillâhi meselü�l-a�lâ,� Ezel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; her bir mevcud, pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatiyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünûn, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem�den beri mutalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi�şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl�in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba�larını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisine gezdirsin. Ve bütün onların fevkına çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muâllim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mûcizat nişanlariyle imtiyazını göstersin. Kurân gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin�

�İşte Mirâc�ın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin�

�İkinci Temsil:

�Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu�ciznüma bir kitabı te�lif edip yazsa� öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latif mânalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu�ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez� Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

�Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu, ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyrüsülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor� İşte şu temsil ile Mirâc�ın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.�1

Peygamber Efendimizin mübârek lisanından İsrâ ve Miraç mu'cizesi

İsrâ ve Mirâc mûcizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekûta dâir sırlarla dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimizin muâzzam bir mûcizesi olduğundan müteaddid tariklerle güzîde Sahabîler tarafından Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu hâdise Sahabîlerin rivayetlerine göre şöyle olmuştur:

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir gece Kâbe-i Muazzama�nın Hatîym kısmında yatarken, Hz. Cebrail (a.s.) gelip göğsünü yardı ve kalbini Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binek [Burak] getirildi. Habib-i Kibriyâ Efendimiz, ona bindirildi. Cibril�in (a.s.) refakatında yol aldılar.

Burak, adımını, gözün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibrîl (a.s) ile birlikte Beyt-i Makdis�e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ�da bütün peygamberlere imam olarak namaz kıldırması demek onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.1

Sunulan üç bardak

Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, �Eğer, suyu alırsa kendisi de, ümmeti de ihtiyaçsız ve kanâatkar olur. Şerbeti alırsa kendisi de, ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa kendisi de, ümmeti de doğruyu bulur� diye bir ses işitti.

Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrâil, �Yâ Muhammed� dedi. �Sen, fıtrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz.�2

Semâvâta yükselme ve peygamberlerle görüşme

Beytü�l-Makdis�de yüksek makamlara çıkmak için Mir�ac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrâil (a.s.) ile birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler� Nihâyet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrâil gök kapısını çaldı:

�Kim o?� denildi.

�Cibril�im!�

�Yanındaki kim?�

�Muhammed.�

�Ona gelsin diye haber gönderildi mi?�

�Evet, gönderildi.�

Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize, �Hoş geldin, safâ geldin, salih peygamber, salih oğul!� dedi.

Peygamber Efendimiz, Cebrâil�e, �Bu kim?� diye sordu.

Hz. Cebrâil şu cevabı verdi:

�Bu senin baban Âdem�dir. Şu sağındaki, solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik, solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar.�1

Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsâ (a.s.) ile karşılaştı.

Hz. Cebrâil, �Bu gördüklerin Yahya ve İsâ�dır. Onlara selâm ver� dedi.

Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, �Hoş geldin, safâ geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş� dediler.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Cebrâil ile birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrâhim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine �hoş geldin�de bulundular ve mirâcını tebrik ettiler.

Sidre-i Müntehâ�da

Cebrâil (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yükseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriyâ�nın karşısına Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.

Cebrâil (a.s.), �İşte, bu Sidre-i Müntehâ�dır. Ben , buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım� dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Müntehâ�dan dört nehirin aktığını gördü.

Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrâil�i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine Risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke�nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz daha sonra yanında Cebrâil (a.s.) olmadığı halde �imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işâret olunan� makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zü�l-Celâlin sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.

Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o anı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrâil ile kelâm

Geldi Refref önüne virdi selâm.

Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân

Sidre�den götürdü vü gitdi hemân

Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ

Ne mekân var anda, ne arz ü semâ

Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal

Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal

Ref� olup ol şâha yetmiş bin hicâb

Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb

Her birisinden geçerken ilerü

Emr olurdı, �Yâ Muhammed, gel berü�

Çün kamusını görüp geçdi öte

Vardı irişdi ol ulu Hazret�e

Şeş cihetten ol münezzeh Zü�l-Celâl

Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl

Zâten ol sultân-ı mâ zâgâ�l-basar 1

Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar

Âşikâre gördü Rabbü�l-izzeti

Âhirette öyle görür ümmeti

Bî-hurûf ü lafz ü savt ol pâdişah

Mustafâ�ya söyledi bî-iştibâh.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde bir çok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifâtlara mazhar kılındı. Erkân-ı îmâniyenin hakikatlarını göz ile gördü; melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zü�l-Celâl�i müşâhede etti.

Ayrıca bu gecede her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi.

Cenâb-ı Hak, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı. Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musâ�ya uğrayınca o, �Allah Taâla, ümmetine neyi farz kıldı?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �50 vakit namazı farz kıldı� dedi.

Hz. Mûsa, �Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun! Ümmetin, buna takat getiremez� dedi.

Resûl-i Ekrem dönüp Cenâb-ı Hakka yalvardı. Allah Teâla, 10 vakit namazı indirdi.

Resûl-i Ekrem, yine Hz. Musâ�nın yanına döndü, �Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi� dedi.

Hz. Mûsa, �Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Cenâb-ı Hakka döndü ve niyazda bulundu. Allah Taâla 10 vakit daha indirdi.

Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa�nın yanına geldi ve �Allah, 10 vakit daha indirdi� dedi.

Hz. Mûsa yine, �Rabbine dön ve niyazda bulun! Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez� dedi.

Hz. Resûlullah, yine döndü ve yüce Allah�a niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu.

10 vakte indirilince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa�ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı:

�Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez� dedi.

Resûl-i Kibriyâ, yine dönüp yüce Mevlâ�sına niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

�Yâ Muhammed, Benim katımda, hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde 5 vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder.�

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa�ya uğradı. Hz. Mûsa, �Neyle emrolundun?� diye sordu.

Peygamberimiz, �Her gün beş vakit namazla emrolundum� dedi.

Hz. Mûsa, �Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrâiloğullarını çok tecrübe ettim, bilirim. Sen, dön de biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et� dedi.

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Rabbime çok niyâz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim�1 dedi.

Böylece, 5 vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından Mirâc gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.

Peygamberimizin İsrâ ve Miraç mu'cizesini müşriklere açıklaması

�İmkân ile vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işâret olunan makama� giren ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın kelâmına ve rü�yetine mazhar olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, aynı gece Hâne-i Saâdetine geldi.

Sabahleyin mirâcını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Kureyş�e haber verip anlatmak istedi. Ancak, amcası Ebû Talib�in kızı Ümmühânî elbisesine yapışarak, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Sakın bunu halka anlatma, seni yalanlarlar ve seni üzerler.�

Fakat Peygamberimiz, �Vallahi! Ben onu anlatacağım� dedi ve halkın yanına varıp Mirâc�ı haber verdi. Kureyşliler şaşırdılar: �Yâ Muhammed! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik� dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz şunları anlattı:

�Delilim şudur ki, filân oğullarının devesine filân vadide, filân yerde rastladım. Develerini kaçırmış arıyorlardı. Onları develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam�a yöneldim.

�Sonra dönüşümde Dabhanan�a geldiğimde, filan oğullarının kafilesine rastladım, halkı uyuyordu. Onlara ait, üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm.

�Başka bir delilim de şudur: Sizlere ait bir kafileye Ten�im yokuşunda rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu.�1

Halk merak içinde ve sürâtle Seniyye mevkiine çıktı. Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kabına baktılar, üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülü idi, ama içinde su yoktu. Müşrikler şaşırdılar ve �Tıpkı dediği gibiymiş� dediler.2

Müşrikler, Peygamberimizin haber verdiği diğer haberleri de araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen îmân edip Peygamberimizin dâvâsını tasdik etmediler.

İsrâ ve Mirâc mûcizesini kabul etmemekte direnen Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlardı. Bir çokları, �Deve ile Mekke�den Şâm�a gidiş bir ay, dönüş de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nasıl gidip Mekke�ye döner?� dediler.

İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescid-i Aksâ�yı görmüş olanlar, Peygamber Efendimize gelerek, �Mescid-i Aksa�yı bize târif edebilir misin?� diye sordular.

Resûlullah Efendimiz, �Gittim, târif edebilirim� cevabını verdi.

Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:

�Onların, yalanlamalarından ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hatta, o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken, Cenâb-ı Hak, birden Beytü�l-Makdisi bana gösterdi. Ben de ona bakarak herşeyi birer birer târif ettim. Hattâ bana, �Beytü�l-Makdisin kaç kapısı var?� diye sormuşlardı. Halbuki, ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü�l-Makdis karşımda görününce, ona bakmaya ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım.�1

Bunun üzerine müşrikler, �Vallahi, tas tamam ve doğru târif ettin� dediler. Buna rağmen yine îmân etmediler.

Hz. Ebû Bekir tereddütsüz tasdik ediyor

Mekke halkı arasında gönülleri İslâma ısınıvermiş, fakat Mirâc haberiyle birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhal Hz. Ebû Bekir�e koştular, �Yâ Ebâ Bekir!� dediler. �Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytü�l-Makdis�e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke�ye döndüğünü söyledi.�

Hz. Ebû Bekir, �Siz bunları ondan mı duydunuz?�

�Evet,� dediler, �aynen ondan duyduk.�

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, �Vallahi,� dedi, �o söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşmayın!�

Sonra da, kalkıp doğruca Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, �Yâ Resûlallah! Sen, şu halka bu gece, Beytü�l-Makdis�e gittiğini söyledin mi?� diye sordu.

Peygamberimiz, �Evet� deyince Hz. Ebû Bekir, �Doğru söylüyorsun, senin Allah�ın resûlü olduğuna şehâdet ederim� dedi.

Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, �Yâ Ebâ Bekir, sen zâten sıddîksın� buyurdu.2

Ve, o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, �Sıddîk� diye anılmaya başlandı. Sıddık, şeksiz, şüphesiz doğrulayan mânâsına geliyordu.

* * *

Mi'raç'la İlgili Birkaç Suale Cevap

�Sual: Şu Mi�rac-ı Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhisselâma mahsustur?

�Elcevap: Elvvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediye�ye (a.s.m.) dâir yüz on dört işârî beşaretleri çıkarıp Risale-i Hamîdiye'de göstermiştir.

�Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Sâtih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediye�den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi; çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

�Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe�deki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yı Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

�Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârekat-ı Ahmediye�den (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması; �Ve�n-şakke�l-kamer� nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkıklerin tahkikatiyle bine bâliğ mu�cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

�Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyle ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğâtında en âli bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âli hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

�Sâdisen: Onuncu Söz�ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediyye (a.s.m.) dinindeki azamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlik-ı âlemin nihayet kemâlindeki cemâlini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o zâttır.

�Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san�atı üzerine enzar-ı dikkati celp etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.

�Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil�tevhidin en âzamî bir derecede�bütün meratib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

�Hem, sâhib-i âlemin nihayet derecede ve âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-i zâtîsini ve cemalinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şa�şaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

�Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet harika mu�cizeleri ile ve gayet kıymettar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhîr edici ve tavsif edici, ve tarif edici yine bilbedâhe o zâttır.

�Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur�an-ı Hakîm vasıtasiyle rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.

�Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın �Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?� olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil; en vâzıh bir surette ve en âzâmî bir derecede hakaik-ı Kur�aniye vasıtasiyle o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.

�Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatiyle kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni�metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzu-yu İlâhiyyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur�an vasıtasiyle o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.

�Hem Rabbü�l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs�at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan ve bir rehber vasıtasiyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur�an vasıtasiyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe o zâttır.

�İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât; elbette o Mir�ac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyn�e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imânın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

�Sâbian: Bilmüşâhede şu masnûatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezniyat vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsinat ve tezyinat onların Sâniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve teyzin ise, bizzarure o Sânide, san�atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde câmi� ve letâif-i san�atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri �mâşaallah� deyip istihsan eden, bilbedâhe o sanatperver ve sanatını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

�İşte masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehasine; ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemalâta karşı, �Sübhanallah, Mâşaallah, Allahu Ekber� diyerek semâvatı çınlattıran ve Kur�an�ın nağamatiyle kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zâttır.

�İşte böyle bir zât ki, �es-sebebü ke�l-fâil� sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetin salâvatı, onun mânevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiye�nin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mir�ac merdiveniyle Cennete, Sidretü�l-Müntehâya, Arşa ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.�1

�Suâl: Bin müşkülât ile, tayyare vasıtasiyle ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabiliyor. Nasıl bir insan cismiyle binler sene mesafeyi bir kaç dakika zarfında kat�eder, gider, gelir?

�Cevap: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi, bir senede kat�ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl; bir insanı, arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbâni ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahmana çıkaramaz mı?

�Suâl: Haydi çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?

�Cevap: Madem Sâni-i Zülcelâl mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menba�larını temâşâ ettirmek ve amâl-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması muktezay-ı akıl ve hikmettir. Nasıl ki; Cennette, hikmet-i İlâhiyye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü; pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübârek, ruha arkadaş olacaktır. Madem, Cennete cisim ruh ile beraber gider. Elbette Cennetü�l-Me�va gövdesi olan Sidre-i Müntehâ�ya uruc eden Zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübârekini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.

�Suâl: Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat�etmek, aklen muhaldir?

�Cevap: Sâni-i Zülcelâlin san�atında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür�atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür�atleri ne kadar mütefavit olduğu mâlum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür�atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş; ruh sür�atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü�yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

�Şu mânâya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan hayalden tezahür eden sür�at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: O saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def�a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def�a daha geniş bir daire içinde sâniyeleri; diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ aşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa; herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin hârekatına göre temâşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman�çünki�harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat�edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü�yet-i cemâl-i İlâhiye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

�Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz, �Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?

�Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim akliyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîîman, namazın ef�al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi�rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülük ile; Arştan ve daire-i esmâ ve sıfattan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bâzı zatların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü�minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan zât-ı Ahmediye�nin (a.s.m.) seyr ü sülûkuna medar bir Mi�racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkidir.�1

�Suâl: Mi�racın semerâtı ve faydası nedir?

�Elcevap: Şu secere-i Tûba-i Mâneviye olan Mi�racın beş yüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

�BİRİNCİ MEYVE

�Erkân-ı imâniyenin hakaikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile, o kâinatı; kudsî mektubat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatı göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nûr ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a�dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insanı o nûr, o meyve-i kudsiyye ile Ahsen-i Takvimde, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-ı Samedaniyyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkıyesine namzet bir misafir-i azîzi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

�İKİNCİ MEYVE

�Sâni-i mevcudat ve sâhib-i kâinat ve Rabbü�l-âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, târif edilmez. Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni�met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, �Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim� der. Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemalât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

�İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyyatını doğrudan doğruya Mi�rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

�Evet, beşer, kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü�l-Mülk�ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki: O Mâlikü�l-Mülk-i Zülcelâl�in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir zât-ı Zülcelâl�in şuunatını ve acâib-i san�atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

�ÜÇÜNCÜ MEYVE

�Saadet-i Ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mir�ac vasıtasiyle ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâl�in rahmetinin bâkî cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyyen hakkalyakîn anlamış ve saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçâre cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu târif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

�DÖRDÜNCÜ MEYVE

�Rü�yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü�mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yâni; her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd der, pereştiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki; bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemaatın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü�yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı zülcelâli ve�l-kemâlin saadet-i ebediyede rü�yetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

�BEŞİNCİ MEYVE

�İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sânî-i kâinatın nâzdar sevgilisi olduğu, Mi�rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki; kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes�udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki; âdi bir nefere denilse, �Sen, müşir oldun.� Ne kadar memnun olur. Halbuki; fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak silsilesini daima yiyen bîçâre insana, birden ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmanın rahmetinde ve hayal sür�atinde, ruhun vüs�atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü�yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

�Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı� Her taraf müthiş cenazelerle dolu� İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse; o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse. O yetimâne ağlayışlar, senakârane �yaşasınlar� hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar; terhisat sûretine dönse. Kendi sûrurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte Mi�rac-ı Ahmediye�nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz�iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi�rac olan hakaik-ı erkân-ı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir.

�İkinci temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me�yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz te�min edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

�İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi�rac olan marziyyat-ı İlâhiyye ile şu dünya, gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi, onun misafirleri, me�murları, istikbal dahi, cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın��1

* * *

Peygamberimizin Kabileleri İslâma Daveti

Resûl-i Ekrem, Tâiflilerin insafsız ve âdice hücum ve hakaretlerine hedef olduktan sonra, Mekke�ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, îman ve İslâmı tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Tâif dönüşü, İslâma dâvet dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslâma dâvete başladı.

Bir dâvânın hızla intişârı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiblerinin çokluğu ile doğru orantılıdır. Resûl-i Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem îmâna davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle Hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.

Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İslâma girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunların İslâm safına katılmalarına engel oluyordu.

İslâma dâvet edilen bazı kabileler ise, dâvete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.

Resûlullahın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu âdeta bir gölge gibi takib ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslâmiyetten uzak durmalarında şüphesiz müşriklerin menfî, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalarının da büyük rolü vardı.

Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukâz, Mecenne, Zü�l-Mecâz panayırlarını (bir nevî fuâr) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kur�ân okuyup ve onları İslâma davet etmeyi asla ihmal etmezdi. Ne var ki, o, kudsî gayeyle halk arasında dolaşırken, Ebû Leheb de ara sıra geziyor ve �Muhammed atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor, ona kanmayın� diyor, halkın kendisiyle temas etmesine mâni olmaya çalışıyordu.

Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp, tebliğ vazifesinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslâmı onlara anlatıyordu. Çünkü, kabile ferdlerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri vardı. Reislerinin İslâmı benimsemesi demek, tamamının mü�minler safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resûlü, kısa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.

Resûl-i Ekremin bu tarz bir usül takip etmesinde, hak ve hakikatı tebliğde, mühim bir prensibi tesbit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikata dâvete mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlanmalıdır. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikatı kabul etmesi, şüphesiz halkın da sür�atle aynı dâvâyı benimsemesini kolaylaştıracaktır.

Medineli ilk Müslümanlar

Bi�setin 11. senesi hac mevsimi idi. Mekke�ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsimlerinde âdetleri olduğu üzere, kabileler arasında dolaşıp onları İslâm dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi.

Onlara, �Siz kimsiniz?� diye sordu.

�Hazreç kabilesindeniz� diye cevap verdiler.

Peygamber Efendimiz, �Yahudîlerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?� diye sordu.

�Evet,� dediler.

Bunun üzerine Efendimiz, �Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?� dedi.

�Olur� deyip oturdular.

Nebiyy-i muhterem Efendimiz, onları Allah�ın varlık ve birliğine îmâna çağırdı. İbrâhim Sûresinden bir bölüm okudu, onları İslâm dinine dâvet etti.1

Onlar, �Galip ibn-i Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evlâdından bir peygamber gelecek� diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş. Ayrıca, Medine�de oturan Yahudilerle iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anlaşmazlık vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı. Yahudiler ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler.

Evs ve Hazreçliler ise Allah�a şerik koşar, puta taparlardı. Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, �Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tabi olacak, İrem ve Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız� der, dururlardı.

Bu sefer Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, onları İslâma davet edince birbirlerine bakıştılar ve aralarında, �Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir. Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler� diye konuşarak hemen îmân ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i şehâdet getirdiler.2

Sonra da Resûl-i Kibriyâ Efendimize hitaben şöyle konuştular:

�Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki, Allah onları da sayenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz.

�Eğer Allah, onları bu din üzerine bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz.�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dâvetine icabet edip İslâmiyetle müşerref olan Medineli ilk altı zât şunlardı: Ebû Ümâme Es�ad bin Zürâre (r.a.), Avf bin Hâris (r.a.), Rafi� bin Mâlik (r.a.), Kutbe bin Âmir (r.a.), Ukbe bin Âmir (r.a.), Cabir bin Abdullah bin Riâb (r.a.).2

Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Medine�ye döndüklerinde, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp, onları İslâma dâvet edince, İslâmiyet Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve Resûlullah sadası şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Peygamberimiz ve İslâmın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi. Böylece, Medine�ye İslâm nûrundan parıltılar götürme bahtiyarlığına bu altı zât ermişti.

Medine�ye parıltıları ulaşan ebedî Nûr, artık birden bire burada parlayacak ve kısa zaman sonra şehri, İslâm Devletinin merkezi haline getirecekti.

* * *

Akabe Bîatları ve Medine'de İslâmın Yayılması

Birinci Akabe Bîatı

Bi�setin 12. senesi (Miladî: 621). Bi�setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi.

İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip, hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslâmla şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu 12 kişilik bir kafile Mekke�ye doğru yola çıktı.

Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Resûl-i Ekremle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Resûlullaha bîat ettiler.

a) Allah�a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,

b) Hırsızlık yapmamak,

c) Zina etmemek,

d) Çocuklarını öldürmemek,

e) Kimseye iftirâ etmemek,

f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak.1

Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:

�Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır.

�Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffâret olur.

�Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de, işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah�a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.�1

Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûl-i Ekremle aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:

�Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refâh ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz.�2

İlk Akabe bîatlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardı. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.

İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen islâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiblerinden kesin söz alacaktı.

Bu ilk Akabe Bîatında bulunan Medineli 12 Müslüman şunlardı: (1) Es�ad bin Zürâre (r.a.), (2) Avf bin Hâris (r.a.), (3) Muâz bin Hâris (r.a.), (4) Râfî� bin Mâlik (r.a.), (5) Zekvan bin Kays (r.a.), (6) Ubâde bin Sâmit (r.a.), (7) Yezid bin Sa�lebe (r.a.), (8) Abbas bin Ubâde (r.a.), (9) Kutbe bin Âmir (r.a.), (10) Ukbe bin Âmir (r.a.), (11) Uveym bin Sâîde (r.a.), (12) Ebü�l-Heysem Mâlik bin Teyyihân (r.a.).3

Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileri arasında İslâmın nûrunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.

Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullahtan kendilerine İslâm adâb ve erkânını öğretecek bir Kur�ân muallimi gönderilmesini istediler. Resûl-i Ekrem onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nazik ve medenî, aynı zamanda güzel bir sîmâya sahip Kureyşin eşrafından, genç bir sahabî olan Mus�ab bin Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.1

İslâm nûru Medine�de parlıyor

Esad bin Zürâre Hazretleri Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç Sahabî, Kur�an muâllimi Mus�ab bin Umeyr (r.a.) Medine�ye gelince onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.

Bizzat Resûl-i Kibriyâdan dersini almış bulunan Hz. Mus�ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir Sahabî idi. Bütün gayret ve himmetini Medine�de İslâmın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara �kavl-i leyyîn�le İslâmı anlatıyordu.

Medineli Müslümanların Kur�an muâllimi Hz. Mus�ab bin Umeyr, onların reisleri olan Es�ad bin Zürare�nin (r.a.) evinde kalıyor ve İslâmı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.

Medine�de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslâmın daha da hızlı intişârı için bazı mâniler vardı. Evs Kabilesinin reisi Sa�d bin Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu. Sa�d bin Muaz, Es�ad bin Zürâre Hazretlerinin halası oğlu idi.

Birgün Mus�ab ile Es�ad Hazretleri Benî Zafer�e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı. Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde Üseyd bin Hudayr yanlarına çıkageldi. Hiddet ve şiddetle şöyle dedi:

�Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zâif kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!�

Hz. Mus�ab, �Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla; beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun� diye gayet nazikçe mukabelede bulundu.

Üseyd, �Doğru söyledin� dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.

Hz. Mus�ab, ona İslâmiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur�ân-ı Kerim okudu.

Üseyd kendisini tutamayarak, �Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz� diye konuştu ve, �Bu dine girmek için ne yapmalı?� diye sordu.

Mus�ab (r.a.), ona İslâmı anlattı. O da kelime-i şehâdet getirerek İslâmiyetle müşerref oldu.1

Sonra da, �Ben gideyim, size birini göndereyim. Eğer, o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz� deyip oradan ayrıldı; Sa�d bin Muaz ve kavminin yanına vardı.

Sa�d, �Ne yaptın?� diye sordu.

Üseyd şöyle dedi: �O iki adama söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi, ben onlardan bir itâatsizlik, bir inad görmedim.�

Sa�d bin Muaz, �Vallahi, sen beni tatmin edici bir malûmat getirmedin� dedi ve doğruca Mus�ab ile Es�ad�ın (r.a.) yanına gitti. Hiddetli hiddetli, �Ey Es�ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim� diye tekdir ve tehdit etti.

Mus�ab (r.a.) ona da aynı tatlılıkla, �Hele biraz durunuz. Oturup dinleyiniz, anlayınız da; beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz, biz de size, çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz� diye nazikçe cevap verdi.

Onun üzerine Sa�d oturdu ve Hz. Mus�ab�ın sözlerini dinlemeye başladı. Hz. Mus�ab ona İslâm dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Sûresinin baş kısımlarından okudu.

Kur�ân okunurken, Sa�d�ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simâsında îmân alametleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kur�ân�ın eşsiz belagatı ve tatlı üslûbu karşısında derhal, �Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz� diye sordu.

Mus�ab (r.a.), ona İslâm dininin esas ve adâbını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü�l-Eşhel cemâatının yanına döndü. Onlara, �Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?� diye sordu.

�Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün� diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Sa�d Hazretleri, �Öyle ise, siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz� dedi ve ilâve etti:

�Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!�

Bu söz üzerine, Beni Abdü�l Eşhel aşireti içinde o gün îmân etmedik hiç kimse kalmadı.

Es�ad bin Zürâre Hazretleri de Mus�ab (r.a.) ile birlikte evine döndü.

Artık, Mus�ab Hazretleri Medine�de İslâmı tebliğ ve neşirde yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslâmın yayılmasına çalışıyorlardı.

Yine İslâmı tebliğ ve neşir merkezi Es�ad bin Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus�ab ile Sa�d bin Muâz Hazretleri el ele vererek burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.

Kısa zamanda, İslâmiyet Medine�de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki, Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye bin Zeyd�in hânesinden başka İslâm ve Kur�ân nûru ile aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra, bu evde de İslâmın nûru parlamaya başladı.

İkinci Akabe Bîatı

Bi�setin 13. senesi (Milâdî: 622). Bu senenin hac mevsiminde, Kur�an muallimi Mus�ab bin Umeyr Hazretleri, hem Medine�deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın 75 Müslümanla Mekke�ye geldi. Bunları temsilen bir grup Mescid-i Haram�da amcası Hz. Abbas�la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:

�Ya Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı fedâ etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz. Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?�

Resûl-i Kibriyâ, yine Akabe�de buluşmayı uygun gördü.

Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken de dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe�ye geleceklerdi.1

Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.

Peygamber Efendimiz de burada henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas ile geldi. Hz. Abbas�ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.

Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar bizzat Resûlullahın konuşmasını istiyorlardı:

�Yâ Resûlallah! Sen de konuş. Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al� dediler.

O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es�ad bin Zürâre Hazretleri Resûlullahtan konuşmak için müsâade aldı ve �Ya Resûlallah,� dedi, �her dâvetin bir yolu var. O yol ya kolay olur, ya da zor! Bugün senin yaptığın dâvet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir dâvettir. Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik.

�Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka hiçbir kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaâttık. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik!

�Halbuki, bütün bunlar�Allah Taâla, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe�insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak sûretiyle de kabul ettik.

�Allah�dan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz. Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz. Allah�ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir.

�Kendimizi, evladlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız.

�Eğer, bu ahdimizi bozarsak, Allah�ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım.�

Es�ad bin Zürâre Hazretleri konuşmasının sonunu şöyle bağladı:

�Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al. Rabbin için de istediğin şartı koş.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur�ân-ı Kerimden bazı âyetler okudu. Onları Allah�a dâvet, İslâmiyete teşvik ettikten sonra, kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:

�Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur: Ona hiç bir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.

�Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah�ın peygamberi olduğuma şehâdet etmenizdir. Kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.�1

Bu sırada Abdullah bin Revâha söz alarak, �Yâ Resûlallah. Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak, bize ne var?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Cennet var� diye cevap verdi.

Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, �O halde bu kazançlı ve kârlı bir alışveriştir�2 diyerek sözleriyle de te�yid ettiler.

Sonra Peygamber Efendimize, �Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?� diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Allah�tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah�ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itâat edeceğinize; emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz!

�Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat�i söz vermelisiniz!�1 dedi.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onlara, �Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz. Musâ da İsrâiloğullarından 12 temsilci almıştı�2 buyurdu.

Medineli Müslümanlar, Hazreç Kabilesinden 9, Evslilerden 3 temsilci seçtiler.

Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı: (1) Ebû Ümâme Es�ad bin Zürâre, (2) Sa�d bin Rebi�, (3) Rafi� bin Mâlik, (4) Abdullah bin Revâha, (5) Abdullah bin Amr, (6) Berâ� bin Mâ�rur, (7) Sa�d bin Ubâde, (8) Ubâde bin Sâmit, (9) Münzir bin Amr (r.anhüm).

Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti: (1) Üseyd bin Hudayr, (2) Sa�d bin Hayseme, (3) Ebü�l-Haysem Mâlik bin Tayyihan(r.anhüm).3

Bu temsilcilerin hepsi de Medine�nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.

Peygamber Efendimiz seçilen temsilcilere şöyle dedi:

�Havarîler, Meryemoğlu İsâ�ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz. Ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim.�1

Onlar da, �Evet� deyip tasdik ettiler.

Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, 12 temsilci seçildikten sonra Es�ad bin Zürâre Hazretlerini de seçilen 12 temsilcinin başkanı tayin etti.

Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullaha bîata hazırladılar.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti. Yapılan bîat bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifâktı.

Müşriklerin, durumu sezmeleri

Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde cereyan etmişti.

Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi:

�Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!�

Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı.

Bu ses, Münebbih bin Haccac�ın sesine benziyordu.

Resûl-i Ekrem, �Bu Akabe�nin şeytanıdır� dedi ve Medineli Müslümanlara da, �Derhal konak yerlerinize dönünüz!� emrini verdi.

O sırada Medineli Abbas bin Ubâde, �Yâ Resûlallah� dedi. �İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Minâ�da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz� diye konuştu.

Ancak, Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeli idi. Şöyle buyurdular:

�Hayır, hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz.�1

Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.

Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mâhiyeti henüz meçhul bulunan hâdiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, �Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz� dediler.

Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı.

Kureyşli müşrikler bu sefer Abdullah bin Übey bin Selûl�e gidip sordular. O da aynı şekilde, �Bu büyük bir iştir. Böyle bir şey olmamıştır. Söylenenler boş lâf olsa gerek. Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib�de iken bana danışmadan hiç bir iş yapmazlardı� dedi.

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanâatına vardılar.

Şayet, Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Bu işi sizden başkasına duyurmayın� dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşerilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gâile açılacaktı. Belki de, Medine�ye henüz açılmış bulunan İslâmiyet için büyük bir mâni ortaya çıkacaktı.

Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.

Medineli Müslümanların Mekke�den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorladı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa�d bin Ubâde ve Münzir bin Amr. Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa�d bin Ubâde�yi Mekke�ye getirdiler ve âdeta hınçlarını bu Sahabîden almak istercesine kendisine ezâ ve işkencelerde bulundular. Sonunda Sa�d bin Ubâde Hazretleri kendisini daha önceden tanıyan ve Medine�den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkenceden kurtuldu.

Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirlerin ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu beklediler.

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicret

Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti


Medine�ye Hicretin Başlaması

Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yep yeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibâdetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü, Medine�nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç onlara kucaklarını açmış, her hal u kârda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dâir vaadde bulunmuşlardı. İslâm güneşinin Medine�de bütün haşmetiyle parlayacağı şimdiden gözüküyor gibiydi.

Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslâmlaşan bu yeni yurdun bir an evvel İslâm merkezi haline gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.

Mekke�de oldukça nazik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resûlullahın Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da arttırdılar. Mesele, âdeta bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti.

Mekke�de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki yakıcı bir ateş olmuştu.

Müslümanlar bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce, kendisine böyle bir müsâadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak, bu açıklamasının üzerinden daha bir kaç gün geçmişti ki, sevinç içinde hicret müsâadesinin verildiğini Müslümanlara şöyle bildirdi:

�Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Mekke�den ayrılmak isteyen oraya gitsin. Medineli Müslüman kardeşleri ile birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine�yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.�1

Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı, İslâmı �yaşamak� ve �neşretmek� şartlarıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hicrete izin vermiştir.2 Hz. Âişe�nin, �Mü�min dini için Allah�a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı� sözü bu durumu ifâde eder.3

�Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.

�Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit etmiştir. Bulunulan yerin şartları, bu gâyenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek şarttır; dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur�an-ı Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.4 Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.�5

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu müsâadeden sonra �dini yaşayıp neşredebilmek için müsâit yer arama gayreti� olan hicret hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.

Peygamber Efendimizin bu müsaâde ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde Medine�nin yolunu tuttular.

Herkesten önce Mekke�den Medine�ye hicret etmek üzere ayrılan Sahabî Ebû Seleme İbn-i Abdi�l-Esed idi.

İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslâm dininden vazgeçirmek için her türlü çâreye başvuruyorlardı. Öyle ki, gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayâle gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kat�i kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine�ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.

Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.

Hz. Ömer�in hicreti

Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe�ye gitti. Açıkça Kâbe�yi 7 sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik ele başlarına cesaretle şöyle seslendi:

�İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa şu vadide önüme çıksın!�1

Bu pervasızca seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gün ortasında Medine�nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiç biri arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.

Böylece bir kaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine�ye yerleşmek üzere Mekke�den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedâriki göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takatı bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat, bu hususta Cenab-ı Hakkın iznini bekliyordu. Hatta, Hz. Ebû Bekir Medine�ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, �Sabret! Umulur ki, Allah Teâla, sana bir arkadaş ihsan eder� buyururdu.

Müşriklerin telâşı

Peyder pey Medine�ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Kubâ�da oturan bekâr Sahabî Sa�d bin Hayseme�ye misafir oldular.

Kureyş müşrikleri hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamberimizin de bir gün hicret edip, başlarına geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şâm ticâret yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büs bütün arttı.

Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârü�n-Nedve�de toplanmayı kararlaştırdılar.

Dârü�n-Nedve; Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Kusay bin Kâb�ın, kapısı Kâbe�ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.

Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de, daha önceden kararlaştırdıkları günün sabahında Dârü�n-Nedve�de bir araya geldiler.

Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, �Kimsin?� diye sordular.

�Necidli bir ihtiyarım,� diye cevap verdi adam. �Böyle bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!�

Kureyşliler, �Olur, gir!� dediler ve onu içeri aldılar.

Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş bir şeytandı.

Verilen korkunç karar

Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen haberleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece İslâm düşmanı Ebû Leheb alınmıştı.

�Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?� diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.

Bazıları, �Onu zincire vurup hapsettirelim� fikrini ileri sürdüler.

Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan Şeytan, �Hayır� dedi. �Vallahi bu görüşünüz uygun değildir. Siz onu hapsettirecek olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğalarak bu işte size galip gelirler. Siz başka bir tedbir düşününüz.�

Bunun üzerine bazıları, �Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin� dediler.

Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve şöyle dedi:

�Hayır, vallahi, bu düşünceniz de yerinde değildir. Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalblerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka birşey düşününüz!� dedi.

Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve �Vallahi, ben onun hakkında hiç bir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm� dedi.

�Nedir o?� diye sordular.

Ebû Cehil fikrini şöyle açıkladı:

�Onu öldürmekten başka çâre yoktur. Bunun için de, aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların herbirine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Kimin öldürdüğü de belli olmaz. Böyle olunca da Haşimiler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve çâr nâçar diyete razı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz.�

Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan Şeytan ileri atıldı ve �En doğru fikir ve uygun çâre budur� dedi.

Diğerleri de Ebû Cehil�in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.1

* * *


Peygamber Efendimize Hicret İzninin Verilmesi

Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kat�î karar almışlardı ve bunun için faâliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir�in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat, hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir�in evine vardı. Efendimizin geldiği haber verilince Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve �Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var� diye konuştu.

Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve �Anam, babam sana fedâ olsun, Yâ Resûlallah, ne haber var?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Yüce Allah, bana Mekke�den çıkmaya ve Medine�ye hicret etmeye izin verdi� buyurdu.

Hz. Ebû Bekir merakla, �Senin refakatınla şereflenecek miyim, yâ Resûlallah?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Evet� deyince gönlüne sürûr, gözlerine sevinç göz yaşları doldu.

Hz. Âişe bu ânı şöyle anlatır:

�O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını görmemiştim.�1

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine�ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah bin Ureykit�le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gün sonra Sevr Dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir�in yanından ayrılarak Hâne-i Saadetine döndü.1

Hz. Cebrâil�in ihbârı

Bu sırada vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:

�Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!�

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali�yi çağırdı ve �Yatağımda bu gece yat uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir� dedi.

Ayrıca Hz. Ali�ye, kendisine teslim edilen emânetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke�de kalmasını emretti.

Mekkeliler, �Muhammedü�l-Emîn� lâkabını verdikleri Peygamber Efendimize son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak bir çok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emânetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali�ye emretmekle bir kere daha büyüklüğünü ve emânete sadakatını ortaya koyuyordu.

Peygamberimizin evinin kuşatılması

Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem�in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek korkaklığın en âdisi sayılırdı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Sâadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve �Yasîn Sûresi�nin ilk sekiz âyetini okudu. İçlerinden hiç biri onu görmedi çıkıp gitti.

Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı:

�Burada ne bekleyip duruyorsunuz?� diye sordu.

�Muhammed�i bekliyoruz� dediklerinde, �Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp ve içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başınıza bakınız� diyerek gözü dönmüş katillerle âdeta alay etti.

Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hane-i Sâadetin içerisine baktılar. İçerde birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, �İşte, Muhammed yatıyor� diyerek beklemeye devam ettiler. Tâ ortalık ağarıncaya kadar.

Sabahleyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerine Hz. Ali�nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve �Vallahi, bize söylenen doğru imiş� dediler.

Sonra da Hz. Ali�ye, �Muhammed nerede?� diye sordular.

Hz. Ali, �Bilmem� deyince hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşırdılar.

Cenâb-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği âyet-i celîlede şöyle buyurdu:

�Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır.�1

Sevr Mağarasına gidiş

Hâne-i Sâadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz. Ebû Bekir�in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar azık kondu.

Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke�nin aşağısındaki güney batısına düşen, şehre üç mil takriben bir saat uzaklıkta bulunan Sevr Dağına doğru yol aldılar.

Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, �Yâ Ebâ Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?� diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, �Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah� diye cevap verdi.

Cum�a gecesi Sevr Mağarasına vardılar.

Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri elbisesini yırtarak tıkadı. Yetmeyince, geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeri dâvet etti.

Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübârek başını Sıddık-ı Ekber�in dizini dayayarak uyudu.

Az sonra, Hz. Ebû Bekir deliğe dayadığı ayağında müthiş bir acı hissetti. Yılan ısırması olduğunu anladı. Fakat, delikten ayağını çekmedi. Hatta, Kâinatın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı. Canı öylesine acıdı ki, gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının bir kaç damlası mübârek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriyâ Efendimiz uyandı ve �Ne var, yâ Ebâ Bekir?� diye sordu.

Sadakat timsali Hz. Ebû Bekir, �Yâ Resûlallah! Ayağımı bir şey soktu. Ama mühim değil. Anam babam sana fedâ olsun� diye cevap verdi.

Resûl-i Kibriyâ, yılanın soktuğu yeri mübarek tükürüğü ile meshetti. Allah�ın lütfu ile acı derhal kayboldu ve Sıddık-ı Ekber şifâ buldu.

O anda Allah�ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.1 Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriyâ ve Hz. Ebû Bekir�i bütün Kureyş�e karşı korumak için nöbettârlık etmeye başlıyorlardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hâne-i Sâadetinde bulamayan müşrikler fazlasıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke�nin her tarafını didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir�in evine vardılar. Onu da bulamayınca büs bütün öfkelendiler.

Mekke�de Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (a.s.m.) bulamayınca bu sefer tellal çağırttılar:

�Muhammed�i ve Ebû Bekir�i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz.�

İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilânı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke�nin dışına çıktılar ve etrafta koşuşturmaya başladılar.

Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takib edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, Hz. Ebû Bekir�in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr Dağının eteklerine dayandılar.

İzcilerden biri, �Vallahi� dedi. �Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir. İz burada kesiliyor.�

İçlerinden bir kısmı Ümeyye bin Halef ile beraber mağaranın ağzına kadar geldiler.

Bu sırada sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müşrikler, onları göremiyorlardı.

Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü:

�Yâ Resûlallah!� dedi. �Beni öldürseler de gam çekmem. Ben nihâyet bir ferdim. Amma, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur.�

Resûl-i Kibriyâ kemâl-i emniyet içinde, �Üzülme, Allah bizimle beraberdir� buyurarak ona teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir, �Yâ Resûlallah� dedi. �Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür.�

Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emîn ve mütevekkil bir şekilde şöyle konuştu:

�Yâ Ebâ Bekir, iki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkibetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?�1 Sonra da Hz. Ebû Bekir�in iç ferahlığına kavuşması için Cenâb-ı Hakka duâ etti.2

Yüce Allah, Kur�ân-ı Kerim�inde bu hâdiseye şu âyetiyle işâret eder:

�Siz Allah�ın Resûlüne yardım etmeseniz de, Allah ona yardım etmiştir. Kâfirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağaradaki iki kişiden biri olduğu halde o, yanındaki dostuna �Üzülme,� diyordu, �Allah bizimle beraberdir.� Allah böylece onun üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, sizin göremediğiniz ordularla onu takviye etti ve kâfirlerin dâvâsını alçalttı. Yüce olan Allah�ın dâvâsıdır. Allah�ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.�1

Örümcek ve güvercinlerin nöbettarlığı

Sevr Mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, �Şu mağarayı da arayalım� dediler.

Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ekber duyuyorlardı.

İçlerinden biri mağaranın ağzına kadar geldi. Fakat içeri girip bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.

�Neden girip içeri bakmadın?� diye sordular.

�Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Orada olduklarına asla ihtimal vermem� diye cevap verdi.

Azılı müşrik Ümeyye bin Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hiddetli şöyle seslendi:

�Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz. Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaâtındayım.�2

Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.

Böylece Cenâb-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabanî güvercin ile Sevgili Resûlünü bütün Kureyş�e karşı korumuş oluyordu.

Perşembe günü sabahleyin Sevr Mağarasına, Hz. Ebû Bekir�le birlikte giren sevgili Peygamberimiz Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zarfında, onların Mekke civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.

Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir�in oğlu Abdullah, aldığı tâlimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekreme haber veriyordu. Geceyi orada geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke�ye geri dönüyordu.

Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir�in kölesi Âmir bin Fuheyre de o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah�ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.

Böylece üç gün, üç gece süren hayat da geride kalmış oluyordu. Kureyşlilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama taramaları da bir derece gevşemişti. Hz. Abdullah�ın Mekke�den getirdiği haber bu meyandaydı.

Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah bin Üreykit de kendisine teslim edilen iki deve ile birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr Dağının eteğinde göründü.

Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir�in kızı Esmâ (r.a.), bunu bir dağarcığa koyup bir tulum su ile birlikte mağaraya getirdi.

Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi unutmuştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak bir şey bulamayınca belindeki kuşağı yırtıp, iki parçaya ayırdı. Bir parçasıyla yemek dağarcığının, diğer parçasıyla su tulumunun ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, �Esmâ�ya Cennette iki kuşak var� diye buyurdu.

Bu sebeple, Hz. Esmâ�ya �Zatü�n-nıtakeyn (iki kuşak sahibi)� denilmiştir.1

Sevr mağarasından ayrılış

Rebiülevvel ayının 4�ü, Pazartesi günüydü. Mağaradan hareket saatı gelmişti.

Hz. Ebû Bekir, iki devesinden üstün olanını Resûl-i Kibriyâ Efendimize takdim ederek, �Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah, buyur bin� dedi.

Resûl-i Ekrem, �Ben, benim olmayan deveye binmem� diye karşılık verdi.

Hz. Ebû Bekir tekrar, �O, senindir. Babam, anam sana fedâ olsun, buyur bin� dedi.

Resûl-i Ekrem �Binmem,� dedi. �Satın aldığın bedeli bana söylemedikçe binmem.�

Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiâtını söyledi ve Peygamberimiz de onu kabul etti.

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azadlı kölesi Amr bin Füheyre�yi aldı.

Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah bin Ureykit önlerine düştü. Sevr Mağarasından ayrıldılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, doğup büyüdüğü mübârek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kudsî Beldeye mahzun mahzun baktı ve ona olan sevgisini şöyle dile getirdi:

�Vallahi, sen Allah�ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevimli olanısın. Bana, senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur.

�Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt, yuva tutmazdım.�1

Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîbini teselli eden şu âyeti inzâl buyurdu:

�Kur�ân�ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, muhakkak ki, seni tekrar Mekke�ye döndürecek, âhirette de övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kavuşturacaktır.�1

Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle Medine�ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takib edildi. Önce, güney istikametinde Kızıl Denize yakın Tihâme�ye gittiler. Sonra Kuzey�e döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, istirahata çekildi. Hz. Ebû Bekir ise başında bir muhafız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efendimiz kanasıya içti.2

Sütsüz keçinin süt verişi

Yolculuk esnasında garip hâdiseler cereyan ediyordu.

Yanına varıp süt istedikleri bir çoban, �Yanımda süt verecek şu keçiden başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi� dedi.

Resûl-i Kibriyânın şifâlı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Mübârek elleriyle, onları sığadı ve duâ etti. Memeler, anında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.

Hayretler içinde kalan çoban, �Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye kadar senin gibisine rastlamadım� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Kim olduğumu söylerim, ama gördüğünü, duyduğunu gizli tutmak şartıyla� dedi.

Çoban, �Olur, gizli tutarım� diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, �Ben Allah�ın Resûlü Muhammed�im� buyurdu.

Hayreti bütün bütün artan çoban, �Demek Kureyş�in �Yolunu sapıttı� dedikleri zât sensin, öyle mi?� dedi.

Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz, �Onlar, böyle söylüyorlar� buyurdular.

Bunun üzerine çoban, �Ben; şehâdet ederim ki, sen bir peygambersin. Getirdiğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir. Ben, sana tâbi oldum� dedi ve orada İslâmiyetle şereflendi.

Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Senin, buna bugün gücün yetmez. Benim muvaffak olduğumu haber aldığın zaman, bize gel, katıl� buyurdu.1

Kısır keçinin süt vermesi

Fahr-i Âlem Efendimiz beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Ma�bed�in çadırı önünden geçerken satın almak maksadıyla, �Hurma veya yiyecek başka bir şey var mı?� diye sordular.

Ebû Ma�bed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Ma�bed, �Hayır, yiyecek bir şey yok� diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zâif bir keçi gördü.

�Bunda süt yok mu?� diye sordu.

Ümmü Mâ�bed, �Onun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?� dedi.

Peygamber Efendimiz, �İzin verirsen sağarım� buyurdu.

Ümmü Ma�bed, sürü ile otlamaya gidemeyecek kadar zâif olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat, misâfire �olmaz� demenin uygun düşmeyeceğini düşünerek, �Pekâlâ, onda süt bulursan, sağıver� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve memesini de mübârek eliyle meshetti. Sonra, �Bismillahirrahmanirrahim� diyerek duâ etti. Daha sonra, �Bir kap getiriniz, sağınız� buyurdu.

Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu.

Peygamber Efendimiz önce Ümmü Ma�bed�e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Ma�bed�e bıraktılar. Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.

Az sonra, Ebû Mâ�bed geldi. Kap içindeki sütü görünce, �Bu ne?� diye sordu.

Ümmü Mâ�bed, �Buraya mübârek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle sağdı� diyerek olup bitenleri tafsilatıyla anlattı.

Ebû Ma�bed, �Bunda bir hikmet var. O zâtın şekil ve simâsı nasıldı?� diye sordu.

Ümmü Mâ�bed, �Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurânî yüzlü, lâtif bir adamdı� diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve şemâilini birer birer beyan etti.

Bunun üzerine Ebû Mâbed, �Vallahi� dedi. �Bu senin tarif ettiğin zât, Kureyş içinde zuhûr eden peygamberdir. Eğer, ben burada bulunsaydım, ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim.�1

Resûlullahtan �Bu keçiyi kesme� diye de emir alan Ümmü Ma�bed şöyle demiştir:

�Resûlullahın memesini meshettiği o zâif keçi Hz. Ömer�in hilâfetinde meydana gelen hicretin 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu sabah ve akşam sağardık.�1

Sürâka�nın başına gelenler

Kureyş�in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve va�d ettiği, Kinâne Kabilesinden olup o havalide yaşayan Beni Müdlic aşireti tarafından da duyulmuştu. Sahil yolundan iki deve ile dört kişinin geçip gittiğini de işitmişlerdi.

Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Sürâka bin Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Sürâka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atı ile gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir Sürâka�nın geldiğini görünce telaşlandı.

Peygamber Efendimiz, mağarada olduğu gibi, �Üzülme, Allah bizimle beraberdir� dedi ve dönüp Sürâka�ya baktı. Sürâka�nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takib etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki; ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona ilişsin.

�Yâ Muhammed� dedi. �Duâ et kurtulayım. Sana hiç dokunmayacağım. Seni takib edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim.�2

Server-i Kâinat Efendimiz duâ etti. Cenâb-ı Hak, duâsını kabul etti ve Sürâka�yı o müşkil durumdan kurtardı.

Sürâka Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İlerde İslâmiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emânname istedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine yazılı bir emânname verdi. Bir rivâyete göre, bu emânnameyi Hz. Ebû Bekir,1 diğer bir rivâyete göre ise Âmir İbn-i Füheyre yazdı.2

Emânnameyi alan Sürâka, �Ey Allah�ın peygamberi, emret istediğini yapayım� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Git, öyle yap ki, başkası gelmesin� diye ferman etti.

Peygamber Efendimizden bu tâlimatı alan Sürâka derhal geri döndü. Arkadan gelen Kureyş�in takipçilerine de, �Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım. Başka tarafa bakalım� diyerek onları geri çevirdi.3

Kaderin tecellisine bakınız ki, günün başlangıcında sevgili Peygamberimizi ele geçirmek ve öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Sürâka, günün sonunda, aynı zâtın bir muhafızı oluyor ve onu düşman takibçilerinden korumaya çalışıyor.

Sonraları Ebû Cehil, Sürâka�nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyâde gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek, hakkında bir kıt�a hicviye söyledi.

Mu�cize-i Ahmediyye�ye şâhid olan Sürâka da ona, �Eğer, atımın ayaklarının yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed�in peygamberliğine îmân ederdin� kıt�asıyla cevap verdi.4

Aynı Sürâka, Hicretin sekizinci senesinde Resûl-i Ekrem Efendimizin Huneyn Gazasından dönüşü sırasında huzur-ı risâlete emânname ile gelecek ve İslâmiyetle müşerref olup, Peygamberimizin iltifatına mazhar olacaktır.

Sürâka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu.

Bu sırada onları bir çoban gördü. Kureyş�e haber vermek üzere son sür�at Mekke�ye geldi. Fakat, şehre girer girmez ne için geldiğini birden unutuverdi. Ne kadar çalıştı ise, bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra anladı ki, ona unutturulmuş.1

Hz. Zübeyr bin Avvam, Şâm ticâret kafilesiyle Medine�den Mekke�ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriyâ Efendimizle karşılaştı. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir�e birer beyaz Şâm maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin, �Resûlullah ve arkadaşları geciktiler� dediğini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hareketini sür�atlendirdi.2

Mekke�ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr bin Avvam da Medine�ye hicret etmiştir.

Büreyde�nin Müslüman olması

Deve sırtında sür�atle yol alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkie ulaştı.

Sehmoğulları yurdu buraya yakındı. Reislerinden Büreyde bin Huseyb, Kureyş�in 100 deve va�dini işitmiş olduğundan yanına seksen kadar adamını da alarak Peygamber Efendimizi buldu.

Resûl-i Ekrem ona, �Sen kimsin� diye sordu.

�Ben, Büreyde�yim� deyince, Peygamber Efendimiz Hz. Ebû Bekir�e, �Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi� dedi.

Peygamberimiz tekrar Büreyde�ye, �Kimlerdensin?� diye sordu:

�Eslem Kabilesindenim� cevabını verdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir�e dönerek, �Yâ Ebâ Bekir,� dedi. �Selâmete erdik.�

Peygamber Efendimiz, �Eslem�in hangi kolundansın?� diye sordu.

Büreyde, �Sehmoğullarındanım� dedi.

Bunun üzerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir�e, �Yâ Ebâ Bekir, okun çıktı� buyurdu.

Fahr-i Kâinat, katiyyen tatayyur1 etmezdi. Yalnız güzel şeylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Büreyde�ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.

Bu sefer Fahr-i Kâinatın akval ve etvarındaki metanet ve ağırbaşlılığa, lisanındaki düzgünlüğe müsahhar ve hayran olan Büreyde, �Peki, yâ Sen kimsin?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Ben, Abdülmuttalib�in oğlu Abdullah�ın oğlu Muhammedim ve Allah�ın Resûlüyüm� dedi ve onu İslâma davet etti.

Büreyde, davete derhal icâbet etti ve beraberindekilerle birlikte kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.2

Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.

Sabah olunca Büreyde, �Yâ Resûlallah,� dedi. �Yanında bir bayrak olmadan Medine�ye girmen doğru olmaz.�

Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Medine�ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Büreyde hakkında, �Ashabımdan bir zât, bir memlekette vefât edecektir. O, kıyâmet gününde, o memleketin nûru ve o memleket halkının önderi olacaktır� buyurmuştur.1

Hakikaten, Büreyde Hazretleri İslâm uğrunda büyük fedakârlıklarda bulundu. İslâm mücahidleriyle Horasan�a kadar gitti ve Merv�de vefât etti.2

* * *



Peygamber Efendimizin Medine'ye Gelişi

Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mekke�ye gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.

Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler, gelmediğini ve etrafı da şiddetli sıcağın bastığını görünce geri evlerine dönmüşlerdi.

Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudî, beyazlara bürünmüş bir kaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yara yara gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların Hz. Resûlullahı günlerden beri beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, �Ey Arap topluluğu. İşte beklediğiniz devletliniz geliyor� diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.1

Bu müjde, o anda bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu. Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru koştular.

Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir�e bir hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir başucunda ayakta duruyordu. Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri ak maşlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selâmladılar, nur saçan mübârek simasını temaşâya başladılar.

Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren Resûl-i Kibriyâ daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılarla birlikte Medine�nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti.

Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.

Güneş ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne gönderiyordu. Kuşluk vakti Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, etrafındaki mü�minler halkasıyla Medine�ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vardı. Orada Amr bin Avfoğullarının kardeşi Gülsüm bin Hidm�in evine indi. Kızgın kumlar üzerindeki sür�atli yolculuk Efendimizi oldukça yormuştu. Hem bu yorgunluğunu üzerinden atmak, hem de buradaki Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen Kuba�da bir müddet ikâmet etmeye karar verdi.

Geceleri, Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı bir zât olan Gülsüm bin Hidm�in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise, Müslümanlarla konuşmak, sohbet etmek için Ashabdan bekâr bir zât olan Sa�d bin Hayseme�nin evine giderdi. Zâten, Muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple evine �Dârül-Uzab (Bekârlar Evi)� denirdi.1

Hz. Ali, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Kureyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini sahiplerine iâde etmek maksadıyla Mekke�de kalmıştı.

Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin Mekke�den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz Kuba�da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmıştı. Peygamberimiz onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için duâ edip eliyle meshetti. Cenâb-ı Hak anında şifâ ihsan etti. Hz. Ali�nin ayaklarında ne kabarmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.2

Kubâ Mescidinin inşası

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Amr bin Avfoğullarında on küsur gece misafir kaldı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidini te�sis etti ve bu mescid içinde namaz kıldı.



İslâmda ilk mescid: Kuba Mescidi

Efendimizin tesis ettikleri mescidden önce, Müslümanlardan bazıları kendileri için mescid inşâ etmişlerse de, İslâm cemâatı için ilk olarak binâ olunan mescid işte bu Kuba Mescididir.

Gülsüm bin Hidm Hazretlerinin üzerinde hurma kuruttuğu arsasında binâ edilen bu ulvî ma�bedin inşasında, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına, güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir taş almışlardı. Sahabînin biri yanına varıp, �Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Elindekini bana ver� deyince, �Hayır vermem. Sen de başkasını al� buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifâde etmişti. Böylece, ibâdeti, takvası, sadakâtı, metaneti, cesareti, vesair bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve çalışkanlığıyla da Sahabîlere en güzel örnek oluyordu.

Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütûr eseri göstermeden çalışıyorlardı. Mescid yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini sâir Müslümanlardan farklı bir muâmeleye tabi tutmadı.

Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriyânın hicreti ve özellikle Kuba köyüne ulaşmasıyla başlayan nuranî ve muazzam bir devrin mübârek bir âbidesidir. Bu sebepledir ki, Kur�an lisanıyla �Takva Mescidi� adı verilerek şerefli kılınmıştır. İlgili âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:

�Muhakkak bu bir Mescid�dir ki, onun temeli Medine�ye hicretin ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Orada maddî ve mânevi pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.�1

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübârek mescidi ziyâret eder ve içinde namaz kılardı. Ayrıca mü�minleri de teşvik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mübârek mescidde namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduğunu müjdelerdi.

İslâmî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf olduğu, İslâmın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşâ edilmiş olması Kuba Mescidine ayrı bir mânâ ve ehemmiyet atfeder.

Suheyb bin Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine ma�ruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine�ye hicrete Efendimiz tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke�den ayrılamamıştı.

Hz. Ali�nin hicret ettiğini görünce o da, Medine�ye hicret maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden bazıları arkasına düşüp yetiştiler ve �Sen, buraya fakir olarak geldin. Yanımızda zengin oldun. Kendinle birlikte bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsâade edemeyiz� demişlerdi.

Îmânından aldığı cesaretle bu kahraman Sahabî hemen bineğinden inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Kureyş topluluğuna, �Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse kılıcımı çalarım. Bunlardan biri elimde bulunduğu müddetçe yanıma sizi yaklaştırmam� diye hitap etmişti.

Müşrikler bu kahramanca seslenişe cevap verememişlerdi. Bu İslâm kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı.

Bir tarafta kalbindeki Allah�a îmânın verdiği hadsiz cesaretle duran Suheyb bin Sinan, diğer tarafta gönüllerine şirk ürkekliği hâkim bir çok müşrik vardı.

Sonunda Suheyb şu teklifte bulunmuştu: �Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsâade eder misiniz?�

Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, �Evet� dediler.

Hz. Suheyb de onlara bütün servetini bırakarak Allah yolunda, dini ve îmânını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.

Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Kubâ�da Resûl-i Kibriyâ Efendimize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer�in önünde taze yapraklı salkım halinde hurma vardı. Hz. Suheyb hemen yaş hurmaları yemeye başladı.

Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah! Suheyb�i görmüyor musun? Hem gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor� dedi.

Resûl-i Ekrem, �Ey Suheyb! Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyorsun� buyurunca Suheyb, �Yâ Resûlallah! Ben, gözümün sağlam, ağrımayan tarafıyla yiyorum� diye latif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.

Hz. Suheyb daha sonra, �Yâ Resûlallah! Sen Mekke�den çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp, hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım� dedi.

Resûl-i Muhterem Efendimiz, �Suheyb kazandı. Suheyb kazandı! Ebû Yahya, satış kârlı çıktı�1 buyurarak bu kahraman Sahabîyi müjdeleyip sevindirdi.

Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:

�Yine insanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah�ın rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Allah ise kullarına pek şefkatlidir.�2

Server-i Enbiyâ Efendimiz, Kuba�da on küsûr gece ikâmet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine�ye doğru hareket etti. Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir, sağ ve solunda ise ana tarafından akrabaları olan Neccaroğullarından silahlı yüz kişi ile bir çok Medineli Müslüman yer almıştı. Manzara düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke�de yalnızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Resûl-i Kibriyânın etrafını şimdi içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı. Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürûr vardı. Kendilerinde dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı olan gerçek îmân ve İslâmı sunan bu şerefli zâtın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.

Medine�de ilk Cuma namazı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.

Bu, Peygamber Efendimizin Medine�de kıldığı ilk Cuma namazı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. İlk hutbesinde Allah�a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:

�Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki, �Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?�

�O kimse dahi sağına soluna bakacak, birşey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

�Allah�ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.�1

Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.

�Allah�a hamdolsun. Allah�a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah�a sığındık. Allah�ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah�ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez.

�Allah�tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, şeriki yoktur.

�Kelâmın en güzeli Kelâmullah�tır. Kimin ki Allah kalbini Kur�an ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur�an�ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur.

�Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah�ın sevdiğini seviniz. Allah�ı can ve gönülden seviniz. Allah�ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, herşeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah�a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız.

�Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te�yid etsin.

�Allah�ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Taâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah�ın selâmı üzerinize olsun.�1

Akabe�deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermişlerdi.

Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba�da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine�ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.

Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.

* * *



Medine'ye Giriş

Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.

Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.

Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:

�Veda yokuşundan doğdu dolunay bize.

�Allah�a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes�ud halimize,

�Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,

�İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.�1

Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.

Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, �Hoşgeldin� diyorlardı:

�Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!

Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!�2

Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz tevazu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ�nın üstünde yoluna devam ediyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, �Yâ Resûlallah, bize buyurun� diyordu.

Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, �Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur� diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.

Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.

Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.

Dikkatler Kasvâ�nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.

O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize �hoşâmedi� ediyorlardı:

�Biz Neccaroğulları kızlarıyız.

Muhammed�in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur.�1

Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve �Beni seviyor musunuz? diye sordu.

Hep bir ağızdan, �Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah� dediler.

Kâinatın Efendisi ise, �Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum� buyurdu.

Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:

�Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah�a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.�

Peygamberimiz Ebû Eyyûb�un evinde

Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, �İnşaallah menzilimiz burasıdır� buyurarak indi.

Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.

Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.

Peygamber Efendimiz etrafını saranlara, �Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?� diye sordu.

Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:

�Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı� diyerek gösterdi.

Sonra da, �Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım� dedi ve Kasvâ�nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, �Kişi bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur� buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî�ye, �Git, bizi kabul için yer hazırla!� diye emretti.1

Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es�ad bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ�yı alıp kendi evine götürdü.

Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, �Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah�ın bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz� dedi.2

Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib oluyordu.

Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine�ye teşrifiyle vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi. Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.) Medine�ye gelince, Medinelilerin onun gelişine sevindikleri kadar, hiç bir şeye öylesine sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, �İşte Resûlullah geldi. İşte Muhammed (a.s.m.) geldi� diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.�3

O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:

�Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine�ye girdiği günden daha güzel, parlak ve daha azametli hiç bir gün görmedim.�1

Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:

�Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk. �Anam, babam, sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise alt katta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım� dedim.

�Resûlullah, �Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasibdir� dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk.

�O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.�2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu. �Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta, bu nasıl olur?� diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.

Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar.

Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine, �Aşağısı bana daha uygundur� dedi.

Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve �Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazi evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî�nin evine yerleşen Fâhr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akşam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.

Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi.

Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini görmeyince feryâd ederek yanına gitti, �Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Sen akşam yemeğini niçin geri çevirdin?� dedi.

Resûlullah, �O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben arkadaşım Cebrâil�i rahatsız etmek istemem� buyurdu ve ilâve etti:

�İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar.�

Bunun üzerine Ebû Eyyûb, �Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım�2 buyurdu.

Ebû Eyyûb Hazretleri de, �Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam� dedi.1

Mu�cizeli bir yemek ziyafeti

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî�nin evinde kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.

Peygamber Efendimiz ona, �Git, Ensârın eşrafından bana otuz kişi çağır!� diye emretti.

Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.

Sonra yine fermân etti: �Altmış kişi daha çağır!�

Hz. Ebû Eyyûb altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler. Efendimiz sonra tekrar, �Yetmiş kişi daha çağır!� diye ferman etti.

Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.

Hz. Ebû Eyyûb der ki:

�Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu�cize karşısında İslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam yediler.�2

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu�cizeli bir yemek ziyâfeti idi. Berekete dâir olan bu mu�cizeler gösteriyor ki, �Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm�in sevgili me�murudur; pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor.�3

Hicrî tarih

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Medine�ye hicret ettiklerinde Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, �Resûlullahın gelişinden bir ay, iki ay sonra� diye Hicrî tarih kullanmaya başladılar.

Hz. Resûl-i Ekremin dâr-ı bekâya irtihâline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir�in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer�in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muâmeleler ve medenî münasebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tâyinine ciddi gerek duyuldu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, Ashabı topladı. Onlarla istişâre etti. Sa�d bin Ebî Vakkas Hazretleri Peygamberimizin vefâtı zamanının esas alınmasını, Talha bin Ubeydullah Hazretleri Efendimizin Peygamber olarak gönderiliş tarihini, Hz. Ali Resûl-i Kibriya�nın Medine�ye hicretlerini, başkaları ise Efendimizin doğum gününü tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.

Hicretin on yedi veya on altıncı yılında toplanan bu şurânın müzâkereleri neticesinde Hz. Ali�nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman bin Avf Hazretleri, �Haram Ayların� ilki olduğu için Receb�i, Talha bin Ubeydullah Müslümanların mübârek ayıdır diye Razaman�ı, Hz. Ali (r.a.) ise sene başıdır diye Muharrem�i başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali�nin teklifi kabul edildi.

Böylece Kamer senesi esas ve Hicret tarihi başlangıç kabul edilerek Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.1

* * *



Mekke Devrinin Bir Hulâsası

Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine�ye hicretleriyle on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte bir çok faydalar vardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Miladi 610 yılında Cenâb-ı Hak tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman o günün Arap cemiyeti bütün dünya ile birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.

Onu peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tesbit ediyordu.

Hayata her yönüyle yep yeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligâtın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşi âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.

İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve fikirlerini çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan dâvete girişmedi. Peygamberliğini ve İslâm dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğması gerekiyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz îmân ve İslâma dâvete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa zevcesi Hz. Hatice-i Kübrâya anlattı. Hz. Hatice onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali�yi İslâma dâvet etti. O da İslâmla müşerref oldu. Bundan sonra âilesi dışında en çok güvendiği Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâma girdi.

Gizli dâvet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfârî Müslüman olduğu zaman ona tavsiyesi şu olmuştu: �Yâ Ebâ Zerr, sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel.�1

Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmânından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Harama gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas�ın yardımıyla kurtulabilmişti.2

Hz. Resûlullah, tam 3 sene böyle gizlice tebligâtına devam etti. Bu zaman zarfında İslâm safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.

Bu devre, �Önce en yakın akrabalarını azaptan sakındır�3 meâlindeki âyet-i kerimenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâhi gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmâna dâvet etmeye başladı. Önce, Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.

Bundan sonra tebliğ dâiresini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah�ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike dâvet etti. Bu dâvete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber Efendimiz îmân ve İslâmı anlatmaktan, insanları Allah�ın birliğine îmâna ve risâletini tasdike, ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.

Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerle, İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tesbit ediyordu.

Mekke�de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: (1) Allah�ın varlık ve birliğine, (2) Ba�se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmânı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek.

Peygamber Efendimiz de, mesâisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah�ın varlık ve birliğine îmâna dâvet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.

Bunlardan başka da Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gereken meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muâzzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimâi meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhere bu meseleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.

Peygamberimiz herşeyden önce, Allah�tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin noksan bulunan temel anlayışı te�sis etmeye, bütün insanlığı Allah�a îmâna ve ona mutlak itâate hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikatı kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiç bir İslâm davası muvaffak olamazdı.

Bunun içindir ki, Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegane Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkin ile işe başladı. Onun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiç bir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa �Tevhid� inancını sundu. �Lâ ilâhe illallah deyiniz, kurtulunuz� diye insanlığa hitap etti.

Resûl-i Ekrem Efendimizin bu dâveti haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfûzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlarının devamını, eski yaşayışlarının idâmesinde görüyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimize (a.s.m.) muhalefete başladılar.

Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatların etrafındaki mü�minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telaşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftirâ ve isnadlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize �sâhir, kâhin, şâir� dediler. Fakat bunların hiç birisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikata inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.

Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe�de namaz kılmaktan menediyorlar, üzerlerine mundar şeyler atıyor, namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zâif, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.

Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.

Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm dinini tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah�tan aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.

Cenâb-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyet-i kerimelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. �Sabret; Allah�ın vaadi haktır. Gerçekten îmân etmiş olmayanlar sakın sana sabırsızlık ve gevşeklik vermesin.�1

Bir başka âyet-i kerimede Efendimize şöyle hitap ediliyordu:

�Sen güzel bir sabırla sabret�2

Bütün bu emirler gereği Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muâmelelere aynıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü�minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevri hareket etmemelerini ve herhangi bir maddi mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu.

Bunun en açık bir misali Yâsir âilesine yaptığı tavsiyedir.

Bir gün, Yâsir âilesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz onları görünce, �Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükafâtınız Cennettir�3 buyurmuştu.

Yine bir gün uğradığı eziyet ve işkencelerden âdetâ bunalan Habbab bin Eret (r.a.) kendisine şikâyette bulunduğunda Peygamber Efendimiz şu cevabı vermişti:

�Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmânlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak İslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San�a�dan Hadremut�a kadar tek başına giden bir kimse Allah�tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt saldırmasından başka hiç bir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz.�1

Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, �Yâ Resûlallah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır Mina�da bulunan halkın üzerine yürürüz� dediği zaman Peygamber Efendimiz, �Hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı� cevabını vermişti.

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen �sabır�dı.

Nitekim bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle, Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâmla şereflenmişti.

Hz. Hamza, birgün Ebû Cehil ve birkaç müşrikin Peygamberimize hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe�nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil�in yanına vararak yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve �Sen misin ona sövüp sayan? İşte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap göreyim� demişti. Sonra Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.2

Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine arttırdılar ki, Peygamber Efendimiz Mekke�nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam bin Ebi�l-Erkâm�ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada bir çok kimse Müslüman oldu.

Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, �Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir; bizim ilâhlarımızı kötülemesin. Ya da onunla aramızdan çekil� dediler.

Ebû Tâlib durumu anlatınca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona şu cevabı verdi:

�Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için güneşi sağ elime ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam. Ya Allah Taâla, onu bütün cihana yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür, giderim.�1

Müşrikler artık Resûl-i Kibriyâ Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.

Yine takdik değiştirdiler. Efendimize mal, mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullahın bunların hiç birine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.

Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve su-i kastlarına sabır ile mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, Habeşistan�a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: �Habeşistan�a gidin. Zira orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez, orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!�2

Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan�a hicret ettiler.

Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemiyetten ziyade keyfiyete, tabiri câizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: �Allah�ım! Bu dini Ömer ibn-i Hattab veya Amr bin Hişam (Ebû Cehil) ile kuvvetlendir� duâları bunun açık bir misalidir.

İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer bin Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duâdan kısa zaman sonra Hz. Ömer Müslümanlar safında yer alınca İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da artık, kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib�in vefatını müşrikler fırsat bildiler. Tecâvüzlerini kat kat arttırdılar. Hz. Resûlullahın durumu aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkil bir hal almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için Mekke�den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif�e gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Tâifliler üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz onlara bedduâ etmedi ve �Rabbimden istediğim müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir� diye niyazda bulundu.

Peygamber Efendimizin Mekke�de, İslâmın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke�ye gelen kabileler ile gizlice görüşerek, onlara Kur�an okuması ve İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullahın gönüllerin fethi ile büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke�nin dışına taştı ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.

Hicret ile de Müslümanlar için yep yeni bir devir başlamış oldu.

 

beydemir

Aktif Üye
Katılım
15 May 2011
Mesajlar
482
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
66
kardeş çok güzel paylaşım teşekkürler ama biz Türklerde okuma alışkanlığı pek olmadığından genellikle daha kısa olan yazıları okuyoruz mümkün mertebe özellikle dini yazıları daha kısa yaparsak okuyan ve yararlanan sayısı artacaktır.selam sevgi ve muhabbetlerimle.
 

Bilgi / İnfo

satcafesi.net kar amacı gütmeyen bilgi & paylaşım üzerine kurulu ücretsiz bir forum sitesidir,Üyeler her türlü bilgiyi,dosya,video,resim,vs. önceden onay olmadan paylaşabilmektedir,bunedenle oluşacak herhangi bir illegal paylaşımdan satcafesi sorumluluk almamaktadır,T.CK.na aykırı paylaşım görüldüğünde iletişim kısmından bizlere bildirmenizi rica ederiz.

Yasal Haklar

Foruma gönderilen mesajlardan öncelikle mesaj sahipleri sorumludurlar. Forum yöneticileri başkalarının mesaj veya konularından sorumlu tutulamazlar. Ancak yasal nedenlere bağlı herhangi bir şikayet durumunda, yetkililer bilgilendirildiği takdirde ilgili düzenleme yapılacaktır.
Üst