gittigidiyor

Efendimiz S.A.V'in [ Medine ] Hayat'ı (622-632)

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 1. senesi

Hicretin Birinci Senesi

Medine ve Ahalisi


Resûl-i Ekrem Efendimizin hicretiyle Medine, İslâm merkezi haline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca mâlumat vermekte fayda vardır.

Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadasının mühim şehirlerinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça genişti. Vadi tamamen dağlarla çevriliydi. İklimi tatlı, arazisi münbitti. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldu. Yağışı Mekke�den fazlaydı.

Hz. Resûlullahın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, buraya ilk gelip yerleşen �Yesrib� isimli Amalikalıdan aldığı söylenir.1 Ancak, bu kelimede �fesad� mânâsı bulunduğundan Peygamberimiz bu ismi beğenmedi ve onu �Medine� diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir �Yesrib� diye değil, �Medine� adıyla anılmaya başladı. Bir ara �Medinetü�n-Nebî� diye anıldıysa da, sonraları sadece �Medine� olarak kaldı. Tarihçiler Medine�nin 94 kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.2

Medine�de Müslümanlardan başka Yahudî ve Hıristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun 10 bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.

Buradaki Müslümanlar Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dahilî muharebelerin sonuncusu Buâs Harbi idi ki, yüz yirmi sene devam etmiş ve Efendimizin Medine�ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki taraftan da en namlı bahadırlar ölmüş veya mâlül düşmüşlerdi. İşte Ensar böyle perişan bir vaziyette iken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hicreti vuku bulmuştu.

Hicret-i Nebevî ile bu iki kardeş arasındaki düşmanlık, eski uhuvvet ve muhabbetle kayboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık ve şecâat destanları Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşmanlığın yeni bir uhuvvete dönmesi, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakkın, Sevgili Efendimize ihsan ettiği bir armağanıdır.1

Hz. Âişe (r.a.) der ki: �Buâs günü, Allah�ın kendi Resûlü (a.s.m.) için hazırladığı bir gündür ki, bu muharebenin neticesi üzerine Resûlullah (a.s.m.) Medine�ye hicret etmiştir. Öyle ki, hicret sırasında birbirleriyle çarpışmış Evs ve Hazreç�lerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bu perişanlık üzerine Allah, birbirleriyle çarpışıp durmuş olan Ensar�ın İslâm camiâsına girmeleri için bu günü Resûlune hazırlamıştır.�2

Buradaki Yahudiler ise üç kabileye mensup idiler: Beni Kaynuka, Beni Kurayza ve Beni Nadr.

Şehirde sayıları en az olan Hıristiyanlardı. Bunlar İslâmın Medine�de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine�den ayrıldılar. Uhud Savaşında müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hıristayanlar, sonraları Bizans�a sığınmışlardır.

Siyasî hayat itibariyle Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudilerde de her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiç bir otorite kabul etmiyorlardı.

Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâkimdi. Meselâ, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.

İşte Peygamber Efendimiz coğrafî, siyasî, içtimâî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler vardı ve halli gereken çok ağır meseleler kendisini bekliyordu.

* * *

Abdullah bin Selâm'ın Müslüman Olması

Hz. Yusuf�un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah bin Selâm, Medine Yahudîlerinin ileri gelen âlimlerinden biri idi.

Büyük bir âlim olan babası Selâm�dan birçok şeylerle birlikte, Tevrât�ı ve tefsirini öğrenmişti. Ayrıca babası âhirzamanda gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleriyle yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve �Eğer, o Hârun neslinden gelirse, ona tâbi olurum. Yoksa tâbi olmam� demişti. Selâm, Efendimiz henüz Medine�ye gelmeden önce vefât etmişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Medine�ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudînin sesini Abdullah bin Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, �Allahü Ekber� deyip tekbir getirmişti.

Bunu duyan halası, �Allah seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Mûsa Peygamberin geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın� diyerek ona çıkışmıştı.

Abdullah ise, �Ey hala! Vallahi, gelen onun kardeşidir. O da onun gibi bir peygamberdir!� demişti.

Bunun üzerine halası, �Yoksa kıyâmete yakın gönderileceği bize haber verilen peygamber bu mudur?� diye sormuştu.

Abdullah, �Evet� cevabını verince de, �Öyle ise davranışında haklısın� demişti.1

Resûl-i Kibiryâ Efendimiz Medine�ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah bin Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nûrlar saçan mübârek simasını görünce, �Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz� diye kendi kendine söylenmişti.2

Peygamberimize Soru Sorması ve İslâmı Kabulü

Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı. Abdullah bin Selâm da Efendimizi ziyarete geldi ve ona bir takım suâller sordu. Tevrat�tan sorduğu suâllerine yine Tevrat�a uygun cevaplar alınca şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Sonra da şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Yahudî milleti iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirâda bulunurlar. Müslümanlığım duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!�

Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden bazılarını dâvet etti ve onlara, �Ey Yahudî cemaâtı, siz benim Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz. Ben hak dinle geldim, Müslüman olunuz� dedi.

Yahudîler, �Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz� diye karşılık verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem, �Sizin içinizde Abdullah bin Selâm adında birisi var, o nasıl bir kişidir?� diye sordu.

Yahudîler, �O, bizim içimizde hayırlı bir babanın oğludur. Kendisi de, babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir� diye şehâdet ettiler.

Resûlullah, �Abdullah bin Selâm Müslüman olursa siz ne dersiniz?� diye sordu.

Yahudîler, �Hâşâ! Abdullah İbn-i Selâm, hiç bir vakit Müslüman olamaz� dediler. Efendimiz suâlini üç sefer tekrarladı. Onlar, her seferinde de aynı inkârî cevabı verdiler.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Abdullah İbn-i Selâm�ı yanına çağırdı, �Yâ İbn-i Selâm, gel!� buyurdu.

Abdullah saklı bulunduğu yerden çıktı ve kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olduğunu ilân etti.

Yahudilere de, �Ey Yahudî cemâatı! Allah�dan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz ki; o yanınızdaki Tevrat�ta ismini ve sıfatını bulduğunuz Resûlullahdır� diyerek onları İslâma dâvet etti.1

Fakat Yahudîler, �Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şerîrimizsin� dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatlar isnad ederek kötülediler.

Abdullah bin Selâm, �Yâ Resûlallah! Korktuğum işte bu idi. Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte dediğim çıktı!� dedi.2

Resûl-i Ekrem, Yahudîleri huzurundan çıkardı. Abdullah bin Selâm ise evine gitti. Onun dâveti ile bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.3

Yahudîlerin bazı ileri gelenleri Abdullah bin Selâm�ı türlü türlü desise ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.

Abdullah bin Selâm�la birlikte bir çok Yahudî âlimi de samimi olarak İslâmı kabul edip Müslümanlıkta sebât gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudî âlimleri ise, �Muhammed�e bizim şerlilerimiz tâbi oldu. Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terketmezlerdi� diye ileri geri konuşmaya başladılar.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurdu:

�Ancak onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden dos doğru bir topluluk vardır ki, geceler boyu Allah�ın âyetlerini okurlar ve namaz kılıp secde ederler.�1

* * *

Müşriklerin Tehdidi

Peygamberimiz ve Müslümanların Medine�de hürriyet ve huzurlu bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler büs bütün rahatsız olup endişeye kapıldılar.

Medine�de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke�de uyguladıkları, halkı Resûl-i Ekrem Efendimizden uzaklaştırma tarzını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla onu himâyeye söz vermiş bulunan Ensara üst üste muhtıra mahiyetinde ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, Ensarın bu himâyeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü hâdiseye razı olmaları gerektiğini belirtiyordu.

Fakat Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası da Medineli Müslümanlar üzerinde hiç bir menfi tesir meydana getirmedi. Bilâkis sert cevaplarla karşılandı. Böylece Mekkeli müşrikler, Medine�de korku ve tehditle kimseyi Hz. Resûlullahın aleyhine çeviremiyeceklerini de anlamış oluyorlardı.

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de haberdâr olmuştu. Bu sebeple Medine devamlı teyakkuz halinde idi. Her an müşrik saldırısı olabilir ihtimaline binâen Resûl-i Ekrem Efendimiz, devamlı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.

Gerçekten Medine�de Müslümanların durumu oldukça nazikti. Çünkü, buraya hicret etmekle Müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.

Hatta bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı basmıştı. Her haslette zirvede olan Resûl-i Kibriyâ cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını kuşanıp, atına atlayarak yanlarına varmış ve kendilerini teselli ve teskin etmişti. Enes bin Mâlik (r.a.) der ki:

�Ne zaman bir feryad kopsa, Resûlullahı atla oraya yetişmiş bulurduk.�1

Mekkeli müşrikler Medineli Müslümanları Resûl-i Ekremin himâyesinden vazgeçirmek için sadece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine�deki münâfık ve Yahudîlerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesad düşürmeyi de planlı bir şekilde yürütüyorlardı.

Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar Resûlullahı bağırlarına basmada, İslâmı yaşatmada, Muhacir Müslümanlara her türlü yardımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar. Bilâkis daha ciddi ve samimi bir tarzda bu hizmetlerini devam ettirdiler.

* * *

Mücahidlerle Ensar Arasında Kardeşlik Kurulması

Allah rızası için herşeyini bırakıp Medine�ye hicret etmiş bulunan Muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar muhabbet ve samimiyetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esirgememişlerdi, esirgemiyorlardı.

Ne var ki, Muhacirler Medine�nin havasına, âdetlerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke�den gelirken de beraberlerinde hiç bir şey getirmemişlerdi. Bu sebeple, Medine�nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı Ensar adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.

Nitekim, Medine�ye hicretten 5 ay sonra Resûl-i Ekrem, Ensar ile Muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi de Ensardan olmak üzere 90 Müslümanı kardeş yaptı.

Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî mânevi yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.1

Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli âilelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir âileyi yanına alacaktı. Mallarını onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.

Resûlullah Efendimiz, rasgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti. Bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Meselâ, Selman-ı Farisî ile Ebu�d-Derdâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus�ab ile Ebû Eyyub Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyât itibariyle tam bir ahenk vardı.1

Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resûlunün muhabbetinden başka herşeylerini geride bırakmış bulunan Muhacirlerin iâşe ve iskân meseleleri de hal yoluna girmiş oluyordu. Ensardan herbiri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti, îmân ve din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yâni Ensar, herşeylerini bu garip, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefât edince, Muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.2

Yine, kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir içtimâi yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldu. Medineli herbir Müslüman kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.

Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar. Resûlullahın huzuruna çıkarak fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:

�Yâ Resûlallah! Hurmalıklarımızı da, Muhacir kardeşlerimizle aramızda bölüştür!�

Ancak, Muhacirler o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Zirâat işlerini pek bilmiyorladı. Bunun için Peygamberimiz, Muhacirler namına Ensarın bu teklifini kabul etmedi.

Fakat, Medineli Müslümanlar buna da bir çare buldular. Zirâattan anlamayan Muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsul ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu teklife razı oldu.1

Tarih, bir çok göçlere şahid olmuştur. Ama, böylesine mânâlı, böylesine ulvî bir hicreti, dışardan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine can u gönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle kucaklaşmayı o ana kadar görmüş değildi. Bir daha da göremeyecektir. Bu samimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu. Öylesine bir kuvvet ki, kısa zamanda bütün Arabistan herşeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.

Muhacirler, �Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, iâşemizi temin etti� diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, îmânlarından gelen gayrete zıttı. Herbiri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu.

Bunun en canlı örneği, Sa�d bin Rebi�nin yaptığı teklife Cennetle müjdelenen 10 Sahabîden biri olan Abdurrahman bin Avf�ın verdiği cevaptır.

Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa�d bin Rebi, Abdurrahman bin Avf�a, �Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım� demişti.

Büyük Sahabî Abdurrahman bin Avf�ın verdiği cevap yapılan teklif kadar ibretliydi:

�Allah sana malını, hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığımız çarşının yolunu göstermendir.�2

Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman bin Avf yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekremin, malının çoğalması ile bereketlenmesi hususundaki duâsına da mazhar olduğundan çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine�nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:

�Taşa uzansam, altında ya altın, ya da gümüşe rastladığımı görürüm!�1

Resûl-i Ekrem Efendimizin duâsı bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman bin Avf, sadece bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber �Fîsebilillah� tasadduk etmişti.

Hz. Abdurrahman gibi bir çok Mekkeli Müslüman, Medine�de kendilerine göre birer iş bulmuş ve kendi ellerinin emeğiyle saâdet içinde geçinmeye başlamışlardı.

Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini Hz. Ebû Hüreyre�nin ifâdelerinden de anlıyoruz. Bir gün kendisine nasıl olup da, diğer Sahabîlerden çok daha fazla hadis rivâyet ettiği sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:

�Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda alışverişle uğraşırken ben, Resûlullahın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip, ezberliyordum. Onun duâsını almıştım.�2



Kardeşliğin müsbet neticeleri

Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur, faziletli bir cemiyet meydana geldi.

Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi: Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürür, diğerini ise her iki âilenin mâişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine�de bırakırdı. Böylece evleri sahipsiz ve hâmisiz kalmıyordu.

Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakarlık ve feragâtı Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimesiyle ilân edip bu davranışlarını medhetti:

�Daha önce Medine�yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.�1

Evet, kurulan bu ma�nevi kardeşlik hiç bir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâmın inkişâfa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. �Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, İran�ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdid edilmesi hep bu dinî kardeşliğin resaneti [kuvvet] eseridir.�2



Muhacirlerin kendi aralarında kardeş yapılması

Resûl-i Ekrem ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.

Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer elele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki Sahabîlere, �Nebîler ve Resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın� buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.1

Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah, sen Sahabîleri birbirine kardeş yaptın. Benimle hiçbir kimse arasında kardeşlik kurmadın?�

Peygamber Efendimiz, �Yâ Ali, sen dünyada ve Âhirette benim kardeşimsin�2 buyurarak gözyaşlarını dindirdi.

* * *

Mescid-i Nebevînin İnşası

Hicretin 1. senesi: Milâdi 622.

Resûl-i Ekrem, Medine�ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescid gerekiyordu.

Efendimiz, Medine�de ilk olarak bu mescidi inşâ etmekle işe başladı.

Şehre ilk girdiklerinde devesi Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim Medineli Müslümanlardan Muaz bin Afra�nın (r.a.) himâyesinde bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini Muaz Hazretlerine bildirdi. Ancak, bu fedakâr Sahabî arsanın bedelini, himâyesindeki iki yetime vererek bu büyük şeref ve ücrete nail olmak için bağışlamak istediğini söyledi. Fakat Peygamberimiz kabul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini ödemek istedi. İki genç yetim de, �Yâ Resûlallah! Biz onun bedelini ancak Allah�tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız� dediler.

Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan 10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.1

Fedakâr Sahabîler tarafından arsa kısa zamanda ter temiz hale getirildi ve Resûlullahın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.

Peygamberimiz, mescidin temelini atacağı sırada, yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu. Müslümanlardan oraya uğrayan biri, �Yâ Resûlallah! Yanında sadece şu bir kaç kişi mi var?� diye sordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz cevaben, �Onlar benden sonra işi yönetecek olanlardır� buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali temele birer taş koydular. Böylece Mescid-i Nebevî�nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin manevi temelleri de atılmış oluyordu.

Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübârek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:

�Taşıdığımız şu yük, ey Rabbimiz!

�Hayber�in yükünden daha hayırlı, daha temiz,

�Yâ Rab! Hayır, ancak âhiret hayrı!

�Sen, Muhacirle Ensar�a acı!�1

Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde Mescid-i Nebevînin inşâsı kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak dört duvarı kerpiçten olan bu kudsî mâbedin tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs�e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Resûlullahın hutbe irâd buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları Sahabîlerin arzusu üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı.2 Mescid-i Nebevî değişik tarihlerde tâdilatlar görerek bugünkü şeklini almıştır.

Mescid-i Nebevî, sadece cemâatle namaz kılmak için kullanılmıyordu. Bunun yanında Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca, burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de, ilerde görüleceği gibi kabul ediliyordu.

Mescid-i Nebevînin yanına ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde diğeri Hz. Âişe�ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar arttırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlanmıştı.

Mescid-i Nebevî�ye bitişik odalar yapılınca Peygamber Efendimiz Ebû Eyyûb el-Ensârî�nin evinden oraya taşındı.1



Hanînü�l-Ciz� mûcizesi

Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irâd buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.

Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, Ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Peygamber Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar, ortalıkta ne hamile deve ve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan o kuru direkti. Kütüğün deve gibi ağlayışını Peygamber Efendimizle birlikte Ashab-ı Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten Sahabîler de göz yaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.

Evet, kuru direk Efendimizden uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan �Zikrullah�dan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin ediyordu. Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem Ashabına dönerek şöyle buyurdu:

�Eğer, ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından kıyâmete kadar ağlaması böyle devam edecekti.�1

Resûl-i Ekremin emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde Mescid yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde Übeyy bin Ka�b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.2

Kuru hurma kütüğünün, cemâatın gözleri önünde ağlayıp sızlaması Hz. Resûlullahın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve davasını halleriyle tasdik ediyorlardı.

Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mu�cizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz göz yaşları arasında şöyle derdi:

�Ağaç, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor. Sizler o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız.�3

Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken, biz şuurlu insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir dereceye düşmüş olmaz mıyız?

Ona iştiyak ve muhabbet ise ancak Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür.

Diğer bir rivâyete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve �İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim. Köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, Evliyaullahın meyvenden yemesi için seni Cennete dikeyim?� diye sordu.

Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:

�Beni Cennette dik ki, meyvelerimden Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem orası bir mekândır ki, orada çürüme yoktur, bekâ bulayım.�

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem arzusunu yerine getirdiğini ifâde buyurdu ve sonra da Ashabına dönerek şu dersi verdi:

�Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti.�1

* * *

Ezan Okunmaya Başlanması

Hicretin 1. senesi: Milâdi 622.

Mekke�de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyor, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla orada namaza açıktan dâvet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.

Ancak, Medine�de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifâ ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzu bahis değildi.

Mescid-i Nebevî inşâ edilmişti. Fakat, Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyor, vakit girince namazlarını edâ ediyorlardı.1

Resûl-i Ekrem bir gün Ashab-ı Kirâmı toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit etmeleri gerektiği hususunda istişâre etti. Sahabîlerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahûdiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp, yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiç birini beğenmedi.2

O sırada Hz. Ömer söz aldı:

�Yâ Resûlallah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem o anda Hz. Ömer�in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl�e, �Kalk yâ Bîlâl, namaz için seslen� diye emretti.

Bunun üzerine Hz. Bilal bir müddet Medine sokaklarında, �Esselâ, Esselâ (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)� diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.1



Abdullah bin Zeyd�in rüyâsı

Aradan fazla bir zaman geçmeden Ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bugünkü ezân şekli kendisine öğretildi.

Hazret-i Abdullah sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyâsını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, �İnşaallah bu gerçek bir rüyâdır� buyurarak dâvetin bu şeklini tasvip etti.2

Hz. Abdullah, Resûl-i Ekremin emriyle ezan şeklini Hz. Bilâl�e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sadasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:

�Allahü ekber, Allahü ekber!

�Allahü ekber, Allahü ekber!

�Eşhedü enlâilâhe illallah!

�Eşhedü en lâilâhe illallah!

�Eşhedü enne Muhammede�r-resûlullah!

�Eşhedü enne Muhammede�r-resûlullah!

�Hayye âle�s-salâh, Hayye âle�s-salâh!

�Hayye âle�l-felâh, Hayye âle�l-felâh!

�Allahü ekber, Allahü ekber!

�Lâilâhe illallah!�

Hz. Ömer de aynı rüyâyı görüyor

Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Durumu öğrenince, �Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah�a yemin ederim ki, Abdullah�ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm� dedi.

Biraz sonra birkaç kişi daha geldi, aynı rüyâyı gördüklerini söylediler. Peygamberimiz birkaç kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah�a hamd etti.1

İslâmın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu bu dâvet şeklinin tesbitinden de anlıyoruz. Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede? Yeryüzünde �tevhid� ulvî hakikatını ilân eden, Resûl-i Ekremin Peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îmân esaslarının tamamını halka duyuran mânâ ve kudsiyet dolu �ezan� şekli nerede?

�Hukuk-u Şahsiyye (şahsi hukuk)� ve �hukuk-u umumiyye (umumî hukuk)� adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer�î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı şahıslarla ilgilidir, ferdîdir. Diğer kısmı umuma bakar, umûmîdir. Onlara �Şeâir-i İslâmiyye� tâbir edilir.

Şeâir-i İslâmiyyenin en büyüklerinden biri de işte bu hicretin birinci senesinde meşru kılınan ve �şehâdetleri dinin temeli� olan ezândır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin �Şeâir-i İslâmiyye� ile ilgili çok mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. Mektûbât isimli eserinin Yirmi Dokuzuncu Mektubunda şöyle açıklanır:

�Mesâil-i Şeriâttan bir kısmına �Taabbüdî� denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir.

�Bir kısmına �Mâkulü�l-Mânâ� tâbir edilir. Yani; bir hikmet ve maslahat var ki, o hükmün teşrîine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü; hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.

�Şeâirin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de; �Şeâirin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir� denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki, o maslahatlar ise, çok hikmetlerden bir fâidesi olabilir.�

İslâmın mühim bir şeâiri olan ezânla ilgili olarak da şunlar söylenir:

�Meselâ biri dese: �Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır, şu halde bir tüfek atmak kâfidir.� Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkât-ı kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkâtı olan ilân-ı tevhid ve Rububiyyet-i İlâhiyeye karşı izhâr-ı ubudiyyete vasıta olan ezânın yerini nasıl tutacak?

�Elhâsıl: Cehennem lüzûmsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle �Yaşasın Cehennem� der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister.�1

* * *



Peygamberimizin, Ev Halkını Mekke'den Getirtmesi

Medine�ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Hz. Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeynep ile nişanlısı Hz. Âişe�yi Mekke�de bırakmak zorunda kalmıştı.

Mescid-i Nebevî inşâ edilip bittiğinde Hâne-i Saâdet yapılınca, onları getirmek üzere Zeyd bin Hârise ile Ebû Rafi� Hazretlerini Mekke�ye gönderdi.

Bu iki Sahabî Mekke�ye giderek adı zikredilenleri alıp Medine�ye getirdiler. Sadece, Hz. Zeyneb�i henüz Müslüman olmayan kocası müsâade etmediğinden getiremediler. Fakat, bir müddet sonra o da Medine�ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.

Medine�ye gelenlerden Peygamberimizin ev halkı kendi odalarına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.1

Hz. Âişe�nin düğünü

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe ile Mekke�de nikâhlanmıştı. Fakat düğün tehir edilmişti. Medine�ye gelinince hicretin birinci yılı Şevvâl ayında2 düğünleri yapıldı.3 Peygamber Efendimiz o sırada 55 yaşında idi.

Hz. Âişe�nin Resûl-i Ekrem yanında diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.

Amr bin Âs bir gün, �Yâ Resûlallah, halkın sana en sevgili olanı kimdir?� diye sordu. Resûl-i Ekrem, �Âişe� diye cevap verdi. �Ya erkeklerden, yâ Resûlallah?� diye sorusunu tekrarlayınca da Efendimiz, �Âişe�nin babası�1 buyurdular.

Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa zamanda Hz. Resûlullahtan birçok hadis ezberledi, bir çok İslâmi hüküm öğrendi. Bununla Ashâb-ı Güzîn arasında mümtaz bir mevkie yükseldi. Rivâyet ettiği hadis sayısı 2210�dur. Bir çok Sahabî, Peygamberimizin çeşitli meseleler hakkındaki tatbikatını ve İslâmı hükümleri ondan sorarak öğreniyorlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Dininizin yarısını bu humeyrâ kadından [Hz. Âişe] öğreniniz� buyurmasıyla, Hz. Âişe�nin ilmî ehliyetini tebâruz ettirmiştir.

Ebû Musâ el-Eşârî�nin şu itirafı da aynı noktaya parmak basmaktadır:

�Biz Resûlullahın Ashâbı, bir hadis-i şerifi anlamakta güçlük çektiğimiz zaman Âişe�den sorardık. Zirâ, hadis ilminin kendisinde mevcut olduğunu görürdük.�2

Hz. Âişe Vâlidemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslâm hukukuna büyük faydalar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir. Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe�ye her haliyle benzemeye çalışmak olmalıdır.

* * *



Ashab-ı Suffa

Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi. Mescid-i Nebevî�nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna Suffa denilirdi. Burada kalan Müslümanlara da �Ashâb-ı Suffa� ismi verildi.

Mescid-i Şerifin Suffasında kalan bu Sahabîlerin, Medine�de, ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiç bir şeyleri yoktu. Âileden uzak, dünya meşgale ve gâilesinden âzâde ve tam mânâsı ile feragatkâr bir hayata sahib idiler. Kur�an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va�z ve derslerini dinleyerek istifâde ederlerdi. Ekseriya, oruçlu bulunurlardı.

Vakitlerini Resûl-i Kibriyanın huzurunda geçiren bu mübârek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekremin medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim aşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muâllimler, kendilerine Kur�an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur�an öğretmek ve Sünnet-i Resûlullahı beyân etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine �kurra� denilirdi. Suffa ise bu itibarla �Dârü�l-Kurra� diye anılmıştır.

Sayıları 400-500 kadar olan mütevazi fakat feyizli bir hayata sahib bulunan bu güzide Sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesâilerini Kur�an ve Sünnet-i Resûlullahı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gâzâlara da katılırlardı.

İçlerinden evlenenler, Suffe�den ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı.

Bu güzîde Sahabîler ne ticâretle, ne bir sanatla meşgul olmazlardı. Mâişetleri Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, Suffa�nin baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri kendisinin çok hadis rivâyet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifâde etmiştir:

�Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (a.s.m.) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu.�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Suffa�nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de mâişeti ile çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alakadar olurdu. Zaman zaman da onlara, �Eğer, sizin için Allah katında, neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyâdeleşmesini isterdiniz�2 diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübârek olduğunu ifâde buyururlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, evvelâ bu mübârek cemaatın ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saâdetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu. Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeni ile un öğütmekten yorulduğundan şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde Efendimiz ciğerpâresini reddetmiş ve şöyle buyurmuştu:

�Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffâ�nın mâişetini yoluna koyamadım.�3

Bir gün, Ashab-ı Suffanın başlarına durmuş, hallerini tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş, şöyle buyurarak onların kalplerini hoş etmişti:

�Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimize herhangi bir şey getirilince, �Sadaka mı, yoksa hediye mi� diye sorardı.

Getirenler, �Sadakadır� cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffaya ulaştırırdı. �Hediyedir� cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashab-ı Suffaya da ondan hisse ayırırdı. Çünkü; Kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sadaka kabul etmez, sadece hediye kabul ederdi. Bir gün adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, �Sadaka mıdır? Hediye midir?� diye sordu. Adam, �Sadakadır� cevabını verince, Peygamber Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, �Biz Muhammed ve ev halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz, bize sadaka helâl değildir!� buyurdu.2

Şu âyetin Ashab-ı Suffa hakkında nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir.3

�Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla birşey istemezler. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir.�4

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide Sahabîler, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve öğütleri hıfzedip diğer Sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa�nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır. Kur�an nûrunun kısa zamanda âlemin her tarafına sürâtle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan İslâm tarihinde Ehl-i Suffâ müstesnâ bir yer işgal eder.

Bir ilim müessesesi olan Suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:

�Açlıktan yüzü koyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum. Bir gün halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve �Ey Ebû Hüreyre,� diye seslendi.

��Buyur, yâ Resûlallah,� dedim.

��Haydi gel,� buyurdu.

�Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kapta süt buldu. �Bu süt nereden geldi?� diye sordu.

��Falâncalar hediye olarak getirdiler� diye cevap verdiler.

�Sonra da, �Ey Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffaya git, onları bana çağır!� diye emretti.

�Ehl-i Suffa, İslâmın misafirleriydi. Ne âileleri, ne de mal mülkleri vardı. Resûlullaha bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır, hem de onlara gönderirdi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, katiyyen kendisine bir pay ayırmazdı.

�Resûlullahın Ehl-i Suffayı dâveti beni üzdü. Ben, bu kaptaki sütü tek başıma içer de, bununla epeyce bir müddet idare ederim, diye umuyordum. Kendi kendime, �Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim� dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat, Allah Resûlunün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu.

�Gidip, onları çağırdım. Geldiler. Müsâade isteyip oturdular.

�Peygamberimiz (a.s.m.), �Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikrâm et� buyurdular.

�Süt kabını alıp, dağıtmaya başladım. Herbiri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu. Suffa ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullaha verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve �Ebû Hüreyre,� dedi.

��Buyur, yâ Resûlallah,� dedim.

��Süt içmeyen ikimiz kaldık,� buyurdu.

��Evet, yâ Resûlallah� dedim.

��Otur sen de iç� buyurdular. Oturup içtim.

��Biraz daha iç�, dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. �Daha daha,� diyordu. Nihayet, �Seni hak din ile gönderen Allah�a yemin olsun ki, içecek yerim kalmadı� dedim.

��O halde bardağı bana ver� buyurdu. Verdim. Allah�a hamd ve senâ etti. Sonra Besmele çekerek geri kalanını da kendisi içti.�1

* * *



İlk İslâm Devleti

Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla îmân esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmânî hizmet sayesinde bir çok kimse İslâmın saâdetli sinesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da sabırdı.

Fakat, Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar îmânlarının gereği olan herşeyi serbestçe yapabiliyorlardı.

Hz. Resûlullahın Medine�ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensarı kardeş yapmış olmasıydı. Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslâmın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.

Ancak bununla herşeyin bitmediği muhakkaktı. Medine�de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecânis olmayan bir manzara arzediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudîlerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.

Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu. Aralarında devam eden soğuk harb her an sıcak harbe dönüşebilirdi.

İşte Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hal çaresi bekliyordu.

Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî bir takım esasların tesbiti lüzumu vardı.

Henüz hicretin 1. yılı bitmiş değildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes bin Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâi prensiplerin düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler düzenlendi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı.

Bu maddeler Hz. Resûlullahın başkanlığında teşekkül eden İlk İslâm Devletinin anayasasıydı. Hatta bu vesika, sadece ilk İslâm devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasalardan birini teşkil etmekteydi.

Bu anayasa ile Medine halkı artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.

Şehir devletinin anayasası

52 maddeden ibâret olan İslâm şehir devletinin ilk yazılı anayasasının 1. ve 2. maddelerinde şöyle deniliyordu:

�1. Bu yazı, Resûlullah Muhammed (a.s.m.) tarafından Kureyşli ve Yesribli mü�minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihad edenler için tanzim edilmiştir.

2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.�1

Bu anayasaya göre Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir �millet� teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımaktaydı.

Hz. Resûlullah, ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mekkelilerin Şam ticâret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle derhal dostluk tesis etme yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.

Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile münasebet halinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan devletin anayasasında onlara da haklar tanındı. Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyorlardı:

�Muhammed�in (a.s.m.) büyük basiret ve siyasî inceliği Yahudilere bahşettiği fermanda görülür. Bu fermanda diğer hususlar arasında onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrib�teki iki kabilenin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin ahkâmına göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudîlerin) yeni devleti müdafaâya çağırılacağı, gelecekte zuhûr edecek anlaşmazlıklar hakkında Resûlullah tarafından karar verileceği yazılıydı.�1

Ayrıca bu anayasa metninde harple ilgili madde de ilgi çekicidir. Vuku bulacak herhangi bir harpte, harp masraflarını kendileri karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin müdafaâsına katılacaklardı.

Anayasanın 16. maddesine göre �tabi olmaları� şartı ile Müslümanların yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tesbit ediliyordu. Aynı zamanda dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce şehri müdafaâ edecekler, bu hususta birbirinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş olsun, fark etmeyecektir.

Bu maddeler ışığında, Müslümanların ehl-i kitaptan olan Yahudilerle ittifakını görmekteyiz. Burada ehl-i kitab olan Yahudî ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle ehl-i kitab arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte �tek camiâ� teşkil ettiklerinden söz edilmiştir.

Peygamber Efendimiz, Medine�de te�sis ettiği devleti düşmanlardan korumak için buranın yerlileri olan gayr-ı müslim ehl-i kitapla siyasî ittifak ve andlaşmalar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını temine çalışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan �tevhid� inancı üzere birleştirmek ve şirk ehline karşı inananlar paktını kurmak istemiştir. Nitekim bu gayeyi Medine içindeki ehl-i kitab için güttüğü gibi, ehl-i kitab olan dış devletler için de takib etmeye çalışmıştır. Bizans İmparatoru Heraklius�a ve diğer Hıristiyan prenslerine gönderdikleri davet mektubunda şu âyet-i kerime ile onlara hitab etmiştir:

�De ki: �Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin! Allah�tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah�ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim!� Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki: �Şâhid olun, biz Müslümanlarız.�1

Bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yazılı anayasa ile himâye ve yardıma mazhar olan kitap ehli ne yazık ki, andlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuş ve lehlerindeki şartların ortadan kalkmasına böylece yol açmışlardır. Anlaşmada şehir devleti içinde bulunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacakları şartı, birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya varmayacakları maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine�nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok nazik bir sırada baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Tabii ki, bu doğrudan doğruya onları Müslümanların himâyesinden mahrum bırakıyordu.

Görüldüğü gibi bu anayasa, kurulan yeni bir devletin bir çok müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler çizmekteydi:

�Bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına başladı. Madde ve cismaniyat ile mâneviyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Mâneviyatı, hatta ahlâkı tanımayan bir siyaset bizi maddeciliğe ve vahşi hayvanların hayatlarından daha aşağı bir hayata götürür. Yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir maneviyat ise bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir. Fakat, bu ancak son derece mahdud bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekseriyeti, böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed (a.s.m.) bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve mânâyı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini mânevî hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır.

�Bu durumda Hz. Peygamberin Sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaâtı; Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu.�1

* * *



Müşriklere Mukabeleye İzin Verilmesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke�de harb ve cihâda izinli değildi. Allah�tan aldığı emirler gereği bütün mesâisini îmân esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va�z ve nasihatla, ikaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Bu devrede her türlü mezâlime karşı sabır ve sükûnetle harekete me�mur bulunuyorlardı. Mekke�de, ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.

Zaten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan sulh ve barış dairesinde münasebettir. Harp ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaât olunur.1 Cenâb-ı Hakkın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamaz. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaâtlere binâendir.2

Peygamberimiz ve Müslümanlara, onca mezalim ve işkencelere rağmen Mekke�de harp ve cihada izin verilmediği ve sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine�ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.

Gerçi, İslâm Medine�de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür�atle inkişaf kaydediyor, Kur�an güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu. Ama yine de Resûl-i Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudîler Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.

Münafıklar daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı. Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah bin Übeyy bin Selûl için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken Hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle bu gibi şeyler unutulmuştu.

Abdullah bin Übeyy kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum kalmak acısı ile yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Peygamberimizin tebliğâtına, va�z ve nasihatlarına müdahele etme cür�etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.

Ayrıca Mekke müşrikleri, Medine münafıkları ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke�de söndüremedikleri nuru, akıllarınca Medine�de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.

Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensarın ileri gelenlerinden biri olan Sa�d bin Muâz Hazretleri bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:

�Allah�ım! Bilirsin ki, senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur. O Kureyş ki, Resûlünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah�ım! Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!�1

Görüldüğü gibi Medine�de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.

İşte bu sırada Peygamber Efendimize mukabele ve müdafaâ suretiyle savaşa izin verildi. Konu ile ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:

�Kendilerine savaş açılan mü�minlere, zulme uğramaları sebebiyle cihad izni verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye hakkıyla kàdirdir.

�Onlar, �Rabbimiz Allah�tır� demiş olmalarından başka hiçbir sebep olmaksızın, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır...�1

Âyet-i Kerimenin ifadesinden anlaşıldığı gibi burada cihad izni kayıtlıdır ve sadece �tecavüze maruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından� dolayı verilmiştir. Yani, Müslümanlar herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklar; şayet zulme ma�ruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyet ile, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.

Bu âyetler, Müslümanlara, saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaâ etme meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddi gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhere cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.2

* * *



Her Tarafa Seriyyeler Gönderilmesi

Mekkeli müşrikler herşeye rağmen, Peygamberimiz ve Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine�deki Yahudî ve münafıklarla el altından gizli gizli işbirliklerini sürdürerek İslâm nûrunu söndürmeye, Resûl-i Kibriyanın vücudunu ortadan kaldırmaya matuf faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.

Medine�yi teşkilatlandıran Resûl-i Ekrem Efendimiz bunlara karşı tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve desiseye başvururken elbette tedbirsiz kalınamazdı.

Peygamber Efendimiz, herşeyden önce iktisadî harp usûlünü tatbik etmek istiyordu. Bu maksadla da Kureyşin Suriye�ye giden ticâret yolunu kontrol altında tutmayı uygun buldu.

Düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle sulh anlaşmaları yapmaktı. Böylece onları Mekkeli müşriklerin sinsî emellerine âlet olmaktan kurtarmış ve Kureyşi tek başına bırakmış olurdu.

Bu maksat ve gayelerle henüz Hicretin ilk yılında etrafa seriyyeler1 göndermeye başladı. Bu seriyyeler herhangi bir yere hücum etmek ve kan akıtmak maksadıyla yola çıkarılmıyordu. Nitekim görüleceği gibi ilk seriyyeler, biri istisna edilirse bir damla kan dökmemişler ve hiç bir kabileyi yağmalamamışlardır.

Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı vasfı Kureyşli müşrikleri iktisadî baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtarda bulunmaktı. �Eğer siz şiddet siyasetinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan ticaret yolunuz elimizdedir, aklınızı başınıza alın!� demekti.

Bu seriyyelerin gördüğü bir başka mühim vazife de, Medine�nin etrafını kontrol etmekti. Herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu araştırıp haber almaktı.



İlk seriyye

Medine�ye hicretlerinden 7 ay sonra Ramazan ayında Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcası Hz. Hamza�yı Mekkeli muhacirlerden 30 kişilik bir süvarî grubunun başında, Kureyş müşriklerinden üç yüz kişilik bir birliğin muhafazasında Şam�dan Mekke�ye gitmekte olan ticaret kervanını gözetlemek için gönderdi.1

Süvari birliğinin içinde Ensardan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sadece Medine içinde korumak üzere Peygamber Efendimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki, Resûl-i Ekrem, Bedir Muharebesine kadar Ensardan hiç kimseyi askerî seferlere göndermemiştir.2

Medine�den yola çıkan Hz. Hamza, İys nahiyelerinden biri olan Seyfü�l-Bahre�de içinde Ebû Cehil�in de bulunduğu Kureyş kervanı ile karşılaştı. Taraflar çarpışmaya hazırlanırken, iki tarafın da dostu ve müttefiki bulunan Cühenîlerin reisi Mecdiy bin Amr aralarına girip çarpışmalarına mani oldu.

Kureyş, kervanı ile Mekke�ye doğru yol alırken, Hz. Hamza da beraberindeki Müslümanlarla Medine�ye geri döndü.3

Peygamber Efendimiz çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.

Ubeyde bin Haris Seriyyesi

Hz. Hamza�nın Medine�ye dönüşünden sonra, Peygamber Efendimiz Şevval ayında Ubeyde bin Hâris�i Nabiğ Vadisine gönderdi. Mâiyetinde, muhacirlerden altmış süvari vardı.1

Nabiğ Vadisine giden Hz. Ubeyde, orada Kureyş müşriklerinden 200 kişi ile karşılaştı. Birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların safında ilk ok, Sa�d bin Ebî Vakkas Hazretleri tarafından atıldı. Allah yolunda atılan ilk ok bu oldu.2 Bunun dışında herhangi bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerinden uzaklaştı.3

Bu arada Müslüman olan, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar arasına katılamayan Mikdad bin Amr ile Utbe bin Gazvan da bu durumu fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücahidlere katıldılar.4

* * *



Hicretin Birinci Senesinin Mühim Bazı Hâdiseleri

Ashabdan Es�ad bin Zürâre ile Gülsüm bin Hidm�in vefâtı

Gülsüm bin Hidm, Ensârın ileri gelenlerindendi. Oldukça yaşlanmıştı. Mescid-i Nebevî yapıldığı sırada Kuba�da vefât etti.1

Hz. Gülsüm bin Hidm, Hicretten önce Müslüman olmuştu. Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hicret esnâsında Kubâ�da evinde misafir etme şerefine ermişti. Peygamberimiz on dört gün kadar evinde kalmıştı.

Es�ad bin Zürâre Hazretleri Akabe Bîatında Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşen altı zattan biri idi. Son Akabe Bîatında Ensarı temsilen seçilen 9 temsilcinin arasında o da yer alıyordu.

Es�ad Hazretleri de, Gülsüm bin Hidm�in vefâtından kısa zaman sonra vefât etti. Resûl-i Ekrem Efendimiz vefâtı esnasında yanında bulunuyordu. Onu yıkadı. Kefenledi ve cenaze namazını kıldı. Sonra da onu Medine kabristânı olan Bakî�e defnetti. Bakî Kabristanına Ensardan ilk defnedilen zat, Es�ad bin Zürâre Hazretleridir.2

Abdullah bin Zübeyr�in dünyaya gelişi

Hicretin birinci yılının muhacir Müslümanları sevindiren bir başka hâdisesi Hz. Zübeyr bin Avvam�ın Abdullah adında bir çocuğunun dünyaya gelişidir. Hz. Abdullah, Medine�de Muhacir Müslüman âileleri içinde doğan ilk çocuktur. Annesi Hz. Ebû Bekir�in kızı Hz. Esmâ, Kubâ köyünde onu dünyaya getirmiştir.

Abdullah�ın doğumu muhacir Müslümanları son derece sevindirdi. Zira Yadudîler onlara, �Biz, sizi sihirledik. Bundan böyle sizden erkek çocuk dünyaya gelmeyecektir� diyorlardı. Muhacirler de bundan fazlasıyla üzüntü duyuyorlardı.

Abdullah�ın dünyaya geldiğini duyar duymaz, Yahudilerin bu sözlerini yalanladığından dolayı, tekbirler getirerek sevinçlerini izhar ettiler.

Ona Abdullah ismini bizzat Peygamber Efendimiz verdi.

* * *



Ebvâ Gazâsı

Hicretin birinci senesinin son ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ilk defa muhacirlerden 60 kişilik bir kuvvetle yerine Sa�d bin Übâde�yi vekil bırakarak Medine�den yola çıktı.1

Efendimizin bu gazâya2 çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara göz dağı vermek, aynı zamanda Demre bin Bekiroğullarıyla anlaşma yapmak isteği idi.3

Resûl-i Ekremin beyaz sancağını Hz. Hamza taşıyordu.

Peygamber Efendimiz bu gazâda müşriklerle karşılaşmadı. Ancak, yola çıkışının ikinci maksadı olan Demre bin Bekiroğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi.

Benî Demre reisi ile yapılan yazılı anlaşmaya göre:

1. Ne Peygamberimiz onlarla, ne de onlar Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya girmeyeceklerdi.

2. Birisi diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti.

3. İslâma karşı çıkmadıkları müddetçe Resûlullahtan yardım görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına karşı yardıma dâvet ettiğinde icabet edeceklerdi.4

Peygamber Efendimiz 15 gece sonra Medine�ye döndü.5

Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları olmuştur. Bilhassa, Mekkelilerin Şâm ticâret yolu üzerindeki kabilelerle yapılmış olması, Kureyş�i iktisaden çökertme plânının bir tatbikatı idi.

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, Müslümanlara muâraza vaziyeti almamış, başka kabilelerle düşmana karşı muvakkaten de olsa bazı anlaşmalara girmiştir.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin İkinci Senesi

Hicretin İkinci Senesi

Seriyye ve Gazâlar

Buvat Gazâsı


Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimiz, beraberinde 200 Muhacirle Medine�den yola çıktı. Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye bin Halef�in de bulunduğu 100 kişilik bir muhafız grubun kontrolu altında hareket eden 2500 develik büyük Kureyş kervanının üzerine yürüyerek onlara göz dağı vermekti.

Buvat Dağına kadar giden Resûl-i Ekrem kimseyle karşılaşmadı ve Medine�ye geri döndü.1



Safevan Gazâsı

Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Mekkeli müşriklerin adamlarından Kürz bin Cabir el-Fihrî arkadaşlarıyla Medine otlaklarına kadar sokularak akın etmiş; Medinelilere ve Müslümanlara ait bir çok hayvanı alıp götürmüştü.

Bu baskın üzerine Peygamber Efendimiz Medine�de yerine Zeyd bin Hârise�yi vekil tayin ederek mezkur yağmacıyı takibe çıktı. Bedir nâhiyesinin Safevân Vadisine kadar ilerledi. Ancak Kürz takib edildiğini haber almış olduğundan, daha önce sapa bir yoldan kaçmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz Medine�ye geri döndü.

Bu gazâya �Bedr-i Ulâ,� yani İlk Bedir Gazâsı da denilir.2



Uşeyre Gazâsı

Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safevan Gazâsından üç ay sonra, Muhacir Müslümanlardan 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî birlik ile Medine�den yola çıktı. Beraberinde 30 deve bulunuyordu ve mücahidler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat, yine Kureyş�in Şâm�a göndermiş olduğu ticaret kervanını takib etmekti. Ancak, Medine�den dokuz konak mesafede bulunan Müdliçoğullarına ait Uşeyre Ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının buradan iki-üç gün önce geçtiği öğrenildi.

Medine etrafını her bakımdan emniyet altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz burada daha önce anlaşma yaptığı Damreoğullarının müttefiki olan Benî Müdliç�le aynı mahiyette bir dostluk ve ittifak anlaşması imzaladı. Sonra da Medine�ye geri döndü.1



Abdullah bin Cahş Seriyyesi

Hicretin 2. senesi, Recep ayı. Peygamber Efendimiz bu tarihte Abdullah bin Cahş�ı huzuruna çağırdı ve Müslümanlardan 8 kişilik bir birlik kumandasında Nahle Vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, �Sizin üzerinize birini tayin edeceğim ki, o en hayırlınız değildir. Fakat, açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır�2 dedi.

Resûl-i Ekrem kumandan tayin ettiği Abdullah bin Cahş�a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu.

İki günlük yolculuktan sonra Abdullah bin Cahş, emir gereğince mektubu açıp okudu. Mektupta şunların yazılı olduğunu gördü:

�Bu mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş�i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin.�1

Şu halde, bu seriyyeden maksat, Kureyş�in hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tesbit etmekti.

Kahraman Sahabî Abdullah bin Cahş, Hz. Resûlullahın mektubuna, �Semi�nâ ve ata�nâ (dinledik ve itâat ettik)� dedikten sonra, mücahidlere de, �Hanginiz şehid olmayı ister ve makamı özlerse benimle gelsin. Kim de ondan hoşlanmazsa geri dönsün. Ben ise Resûlullahın emrini yerine getireceğim�2 diye hitap etti. Fedakâr mücahidler, tereddütsüz, kumandanlarının emrine amâde olduklarını bildirdiler.

Mücahidler nöbetleşe bindikleri develerle Nahle Vadisine vardılar. Orada konakladılar. Bu arada yükleri kuru üzüm ve yiyecek maddeleri olan Kureyş�in bir kervanı göründü. Gelip onlara yakın bir yerde konakladı.

Mücahidler bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda konuştular. Hücum etmeyeceklerine dâir önce bir karara varamadılar. Çünkü, içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde tereddüt ediyorlardı. Sonunda henüz Recep ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatına varınca, ittifakla kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada Vâkıd bin Abdullah�ın attığı bir okla kervanın reisi Amr bin Hadremî öldü. Mücahidler, diğerlerin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler.

Kurtulanlar Kureyşlileri hadiseden haberdar etmek için Mekke�ye doğru kaçmaya başladılar. Mücahidler ise iki esir ve kervanla birlikte Medine�ye döndüler.

Seriyyenin başkanı Abdullah bin Cahş Hazretleri durumu anlatınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hiddetle, �Ben size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim� dedi ve ganimetten herhangi bir şey almaktan kaçındı.

Seriyyeye iştirak etmiş bulunan mücahidler Resûl-i Ekremin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer Sahabîler de onların bu hareketlerini tasvip etmeyince bütün bütün ruhlarını büyük bir sıkıntı sardı.

Resûl-i Kibriyâya durumu izah ettiler:

�Yâ Resûlallah� dediler. �Biz, onu Receb�in ilk gecesinde ve Cemâziyelâhir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı kınına soktuk!�

Buna rağmen Resûlullah kendisi için ayrılan ganimeti almadı. Çünkü, ortada bir şüphe söz konusu idi.

Nitekim, Mekkeli müşrikler de bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar:

�Muhammed ve Ashabı haram ayı helâl saydı. Onda kan döktüler. Mal aldılar. Adam esir ettiler.�

Bu dedikodular Medine�den duyuldu. Diğer taraftan Medine�de bulunan Yahudiler de ileri geri konuştular. Bir taraftan seriyyeye iştirâk etmiş bulunan mücahidler bu hareketlerinden dolayı üzüntü duyuyorlardı. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudiler ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz ise kendisine ayrılan ganimeti kabul etmiyordu.

Bir müddet sonra Efendimize vahiy geldi ve meseleyi halletti. İlgili âyette şöyle buyuruldu:

�Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çevirmek, Onu inkâr etmek, Mescid-i Harâmı ziyaretten men etmek, oranın ahâlisini Mescid-i Haramdan çıkarmak, Allah katında daha da büyük günahtır. Fitne ise katilden daha büyük bir cinayettir. Onların elinden gelse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar��1

Seriyyeye iştirâk etmiş olan mücahidler bu âyet üzerine sıkıntı ve mânevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece Osman bin Abdullah Mekke�ye gitti. Diğer esir Hakem bin Keysan ise Müslüman olup Medine�de kaldı.2



Hakem bin Keysan nasıl Müslüman oldu?

Mücahidler tarafından esir alınınca, kumandan Abdullah bin Cahş onun boynunu vurmak istemişti. Fakat, diğer Sahabîler, �Hayır, Resûlullaha götürelim� diyerek buna mâni olmuşlardı. Böylece Hakem boynunun vurulmasından kurtulmuştu.

Medine�ye döndüklerinde onu Peygamber Efendimize götürdüler. Resûl-i Ekrem, Hakem�i Müslüman olmaya dâvet etti. Ancak o menfî tavır takındı. Hatta ileri geri konuşmaya başladı. Bu konuşmalarından hiddete gelen Hz. Ömer, �Bunun Müslüman olacağı yok, yâ Resûlallah! Müsâade et, boynunu vuralım� diye konuştu.

Resûl-i Ekrem bu teklifi kabul etmedi ve Hakem�i tekrar İslâma dâvet etti. Sonunda Hakem, �İslâm nedir?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �İslâm, şeriki olmayan bir Allah�a îmân ve ibâdet, Muhammed�in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet etmendir� buyurunca Hakem, �Müslüman oldum� diyerek, Kelime-i Şehâdet getirdi.

Resûl-i Ekrem de Sahabîlere dönerek, �Eğer sizin onun hakkındaki görüşünüze uyup onu öldürseydim, Cehenneme girmiş gitmişti�1 diyerek hepimize ölçü olacak dersini verdi.

Hz. Resûlullahın İslâma dâvetteki temennisi, sabrı ve sebâtı işte bir insanı böylesine Cehennemden kurtarıp, Sahabî gibi şerefli bir makama yükseltiyordu.

* * *



Kıblenin Mescid-i Harama Çevrilmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ile Müslümanlar, Medine�de namazlarını Allah�ın emriyle Peygamberler makamı olan Kudüs�e, yâni Beytü�l-Makdise doğru kılarlardı. Fakat, Peygamber Efendimiz öteden beri tevhid akîdesinin müstesna bir âbidesi olan yeryüzünün ilk mâbedi ve ceddi Hz. İbrâhim�in kıblesi olan Kâbe�ye doğru yönelerek namaz kılmayı kalben arzu ve temenni ediyordu. Müslümanlar da, hassaten Muhacirler kalblerinde aynı arzuyu taşıyorlardı. Çünkü, beş vakit namazlarında Kâbe�ye yönelmek vatanları Mekke�yi de yâdetmeye bir vesile olacaktı.

Yahudilerin de, �Muhammed ve Ashabı, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı� diyerek sinsice dedikoduda bulunmaları onları rahatsız ettiğinden bu arzuları daha da kuvvetleniyordu. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimiz, tahvil-i kıble için vahyin gelmesini bekliyor, Cebrâil�i (a.s.) gözetliyor ve Kâbe�yi temenni ederek duâ ediyordu.

Nitekim, bir gün Cebrâil�e (a.s.) bu arzusunu izhar ederek, �Rabbimin, yüzümü Yahudîlerin kıblesinden Kâbe�ye çevirmesini arzu ediyorum� diyerek izhar etti.

Cebrâil (a.s.), �Ben, bir kulum! Sen, Rabbine niyâzda bulun. Bunu Ondan iste!�1 dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Beytü�l-Makdis�e müteveccihen namaza duracakları zaman başını semâya doğru kaldırmaya başladı.

Nihayet Medine�ye hicretin 17. ayında kıblenin Mescid-i Haram�a doğru çevrildiğini bildiren âyet-i kerime nâzil oldu.

�Yüzünün sık sık semâya çevrildiğini, muhakkak ki Biz görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin��1

Bu vahiy geldiği sırada Resûlullah Efendimiz, Müslümanlara mescidde öğle namazı kıldırıyordu. Namazın ilk iki rekâtı kılınmış, sıra son iki rekâta gelmişti. Peygamber Efendimiz, ağır ağır yönünü değiştirdi ve mübârek yüzünü Kâbe�ye doğru çevirdi. Müslümanlar da Efendimizle birlikte o tarafa döndüler.2



İki kıbleli mescid

Mescid-i Kıbleteyn�den (İki Kıbleli Mescid) bir görünüş

Diğer bir rivâyete göre, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Receb ayının bir Pazartesi günü Benî Seleme semtinde oturan Bişr bin Berâ�nın annesi Ümmü Bişr�i ziyârete gitmişlerdi. Kendisine yemek yapıldı. Yediler. Bu sırada öğle namazı vakti girdi. Peygamberimiz, oradaki mescidde Müslümanlarla birlikte iki rekât kıldıktan sonra namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi emrolundu. Derhal cemâatla birlikte yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirdiler. Bu sebeple Benî Seleme Mescidine �Mescid-i Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)� adı verildi.1

Peygamberimizin emri üzerine, bütün Müslümanlara kıblenin Mescid-i Aksa�dan Mescid-i Haram tarafına çevrildiği duyuruldu.

Kıblenin Kâbe olarak tesbit edilmesi bir kısım Müslümanların telâşına sebep oldu. Çünkü, kıble değiştirilmeden önce Beytü�l-Makdise doğru namaz kılarak vefât etmiş veya şehid edilmiş Müslümanlar vardı. Bunun için huzur-u risâlete gelerek, �Yâ Resûlallah! Daha önce ölen Müslüman kadeşlerimizin durumu ne olacak? Onlar Beytü�l-Makdise doğru namazlarını edâ etmişlerdi� diyerek endişelerini izhar ettiler.

Cenâb-ı Hak Müslümanların bu endişelerini de inzâl buyurduğu âyet-i kerime ile giderdi:

�� Senin yöneldiğin Kâbe�yi, Peygambere uyanlarla gerisin geri dönenleri ayırd etmek için kıble yaptık. Kıblenin bu şekilde değişmesi ise, Allah�ın hidâyet nasip ettiği kimselerden başkasına pek ağır gelir. Yoksa Allah, kıbleyi değiştirmekle îmânınızı zaafa uğratacak ve evvelki kıbleye yönelerek kıldığınız namazları zâyi edecek değildir. Şüphesiz ki Allah insanlara pek şefkatli, pek merhametlidir.�2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine�ye teşrif edip Beytü�l-Makdis�e doğru namaz kılmaya başlayınca Arap müşriklerinin gücüne gitmişti. Bilâhere kıble Kâbe�ye tahvil buyurulunca bu sefer Yahudîlerin gücüne gitti ve tekrar dedikodu yapmaya, fitne fesad çıkarmaya koyuldular.

Hatta âlimlerinden birkaçı Resûlullaha gelerek, �Yâ Muhammed! Üzerinde bulunduğun kıblenden seni döndüren nedir? İbrahim�in milleti ve dininde bulunduğunu söyleyen sen değil misin?� dediler.

Sonra da şu sinsî teklifte bulundular:

�Eğer şimdiye kadar üzerinde bulunduğun kıblene tekrar dönersen sana tabi olur, seni tasdik ederiz!�

Şu âyetler bu hâdiseyi anlatmaktadır:

�İnsanlardan birtakım beyinsizler, �Müslümanları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?� diyecekler. Sen onlara de ki: �Doğu da, batı da Allah�ındır. O dilediğini dos doğru bir yola iletir.

�Biz sizi böylece aşırılıktan uzak, adâlet, ve doğruluk üzerinde olan bir ümmet yaptık�tâ ki kıyâmet gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dâir insanlar üzerine bir şâhit olun, Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuza şâhid olsun�

�Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili getirsen, yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Eğer sana gelmiş olan ilimden sonra sen onların heveslerine uyacak olursan, o zaman elbette zâlimlerden olursun.�1

Kubâ Mescidi kıblesi

Kıble, Mescid-i Haram tarafına çevrildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz Kubâ�ya gitti ve İslâm tarihinde inşa edilen ilk mescid olan Kubâ Mescidinin Beytü�l-Makdis tarafına olan kıblesini de Kâbe�ye doğru çevirtti.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Bedir Muharebesi

Bedir Muharebesi

Hicretin 2. senesi: 17 Ramazan Cuma (Mîlâdî: 13 Mart 624).

Kureyş�in ticâret kervanı


Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke�den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında 30-40 kişi kadar muhafız da göndermişlerdi.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticâret kervanının Mekke�ye dönmesine mâni olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) Sahabî ile yola çıkmaya hazırlandı.

Sahabîler Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hattâ bu hususta kur�a çekenler bile vardı. Ensardan Sa�d, babası Hayseme�ye, �Eğer bu seferin mükâfatı Cennetten başka birşey olmasaydı, senden geri kalırdım. Ben bu seferde bana şehidlik nasip olmasını umuyorum� diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, �Sen rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim� diye cevap vermişti.

Ama Sa�d bunu kabul etmemiş ve aralarında kur�a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur�a Sa�d�a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir�de şehid düşerek bu yüksek arzusuna da nail olmuştu.2

Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah Resûlullahın huzuruna gelerek şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Bana müsâade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedâvi ederim.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu fedakâr kadına, �Sen evinde otur Kur�ân oku! Muhakkak ki Allah, sana şehidlik nasib eder� buyurdu.

Bu hâdiseden sonra Peygamber Efendimiz onu hep �şehîde� diye anardı.

Nitekim, hafız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri kadın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehid edildi. Katiller yakalanarak asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine�de asılarak cezalandırılanların ilki bunlar oldu.1



Medine�den hareket

Peygamber Efendimiz, yerine namaz kıldırmakla Abdullah ibni Ümmi Mektûm�u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lübâbe Hazretlerini ise, şehre nâib (vekil) tâyin etti. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları oldukça sıcak bir Cumartesi gününde, mücahidlerle Medine�den hareket etti.2

Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus�ab bin Umeyr (r.a.) taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali�nin, diğeri ise Ensardan Sa�d bin Muaz Hazretlerinin elinde idi.3

Kervân, Bedir4 mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası Mekke, Medine ve Suriye�ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı.

Mücâhidler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine�den yola çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu sebeple Peygamberimiz orucunu açtı. Mücâhidlere de açmalarını emir buyurdu.1

Henüz Medine�den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücâhidler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa�d bin Ebî Vakkas der ki:

�Resûlullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr�in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.

��Kardeşim sana ne oldu?� diye sordum.

��Allah Resûlünün beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah�ın bana şehîdlik nasip etmesini umuyorum,� diye cevap verdi.

�Kendisi Resûlullaha arzedilince küçük görüp ona, �Sen geri dön� dedi.

�Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da müsaade etti. Umeyr�in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım.�2

Allah yolunda şavaşıp şehîdlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.

Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed bin Ebû Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki Sahabî, �Yâ Resûlallah! Sen bin, biz senin yerine yürürüz� diyorlardı.

Ancak Peygamber Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve �Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağnî ve ihtiyaçsız değilim�1 diye cevap veriyordu.

Bu hareketiyle Resûl-i Kibriyâ, İslâmın getirdiği adâlet ve müsavat düsturunu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.

İslâm ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: �Müslümanlar kervânı ele geçirmek için yola çıkmışlar!�

Mekke�ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervânın istikametini değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir�e uğramadan Mekke�ye doğru yol aldı.



Kureyş�in harbe hazırlanması

Ebû Süfyan�dan önce Mekke�ye varan haberci Zamzam, acaib bir kılıkla devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu:

�Ey Kureyş topluluğu! Ticâret kervanınıza, Ebû Süfyan�ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve Ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdât! İmdât!�

Haliyle bu haber Kureyş�in infiâline sebep oldu. Zira kervânda hemen hemen her âilenin malı vardı. Kureyşliler derhal toplandılar. Sürat�le hazırlığa başladılar. Alel acele hazırlanan Müşrik ordusunun sayısı 950�yi buldu. Bunların 100�ü atlı 700�ü develi idi.

Bu rakam, kervânı takibe çıkan Müslümanların sayıca üç katı demekti. Aynı zamanda Kureyş ordusu silâh bakımından da Müslümanlardan çok daha üstündü. Bu arada müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat, Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirâk etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen Ebû Lehep hasta olduğunu bahâne etti ve yerine bedelle birini göndererek Mekke�de kaldı.

Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke�den Bedir�e doğru hareket etti.

Yolda kervânını Bedir�den arızasız geçiren Ebû Süfyan�dan kendilerine şu haber geldi:

�Siz kervânınızı, kervân üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selâmete erdirdi. Artık dönünüz!�

Ancak, Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu:

�Vallahi Bedir�e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler yeriz. Şaraplar içeriz! Câriyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi ilerleyiniz!�1

Müşrik ordusu Bedr�e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süfyan�ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden memnun olmadı ve �Yazık oldu kavmime! Bu Amr bin Hişâm�ın, Ebû Cehil�in işidir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, eksiklik ve uğursuzluk getirir� dedi.

Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi:

�Eğer, Muhammed�in Ashâbı, onlara rastlarsa, işleri tamamdır!�2

Ebû Cehil�in bütün şirretliği ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılanlar oldu. Ahnes bin Şerik müttefiki bulunan Zühreoğullarını ikna ederek beraberce Mekke�ye döndüler. Daha sonra bunları Hz. Ömer�in kabilesi Adiyy bin Ka�boğulları takib etti.

Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Kureyşten bazıları kendilerine, �Vallahi, ey Haşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle sefere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed�ledir� deyince, Ebû Tâlib�in oğlu Tâlib de bir kısım kimselerle birlikte geri döndü.

Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harbetmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik alınan istihbarâta göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silâhça onlardan üstün idi.



Mücâhidlerle istişâre

Resûl-i Ekrem, Ashâbını topladı. Kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahid, kervanın takib edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Peygamber Efendimiz, bundan hoşlanmadı. O sırada, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bundan memnun oldu. Daha sonra Ensardan Mikdat bin Esved Hazretleri şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Rabbim sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Hz. Musâ�ya dediği gibi, �Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız� tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz.�1

Feragat ve cesaret timsali bu Sahabînin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem kendilerine hayır duâda bulundu.

Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine dahilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı.

Resûl-i Ekrem onların bu konudaki görüşlerini sordu. Ensar namına Sa�d bin Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:

�Yâ Resûlallah! Biz sana îmân ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itâat etmek üzere sana kesin sözler de verdik.

�Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah�a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah�ın bereketi ile yürüt bizi.�1

Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücâhid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silâhça üstünlüğü kahraman Sahabîlerin gözünü korkutmadı. Kur�ân�ın ifadesiyle �Ölümün ağzına girmeyi�2 seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah�ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrâkinde olarak, din sahibinin yardımını esirgemiyeceğine gönülden inanıyorlardı.

Mücâhidlerin sayısı az, amma îmân ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları Kâinatın Sahibi idi. Reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed idi (a.s.m.). Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!

Sa�d bin Muaz�ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir sadâ ile mücâhidlere şu müjdeyi verdi:

�Yürüyün ve Allah�ın lütfu ile şâd olun. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür gibiyim.�1

Bu konuşma mücâhidler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir�e doğru şevkle yol almaya başladılar.

İslâm ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Şu küçük tepe yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım� buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr bin Avvam, Sa�d bin Ebî Vakkas gibi bazı Sahabîleri oraya gönderdi.

O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücâhidler onlardan bazılarını ele geçirdiler.

Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, �Bana, Kureyş hakkında mâlumat veriniz� dedi.

Onlar, �Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar� dediler.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �O topluluk ne kadar vardır?� diye sordu.

�Pek çok� diye cevap verdiler.

Efendimiz tekrar, �Onların sayıları ne olabilir?� dedi.

�Bilmiyoruz� cevabını verdiler.

Bu sefer Peygamber Efendimiz, �Onlar her gün kaç deve kesiyorlar�diye sordu.

�Bir gün 9, bir gün 10� dediler.

Bunun üzerine Resûlullah, �Onlar, 950 ile 1000 kişi arasındadır� buyurdu.

Sonra, �İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?� diye sordu.

Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâbına dönerek şöyle buyurdu:

�İşte Mekke, ciğerpârelerini size fedâ etti!�

Sonra yine adamlara, �Gelirken, Kureyşten geri dönenler oldu mu?� diye sordu.

�Evet� dediler, �Beni Zühreler Ahnes bir Şerik�le geri döndüler.

O zaman Peygamber Efendimiz, �O, doğru yolda değilken, Âhiret, Allah ve Kitabı bilmezken Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir� buyurdu.1

Bedir�e vardığı gece Peygamber Efendimiz, �İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır� buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi.

Hz. Ömer der ki:

�Onlardan hiç birisi de, Nebiyy-i Ekremin elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler.�2

İslâm ordusunun Bedir�e önce gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücâhidlerle, müşriklerden önce Bedir�e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını Ashabıyla görüştü.

O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubab bin Münzir ayağa kalktı ve, �Yâ Resûlallah! Biz, harbci kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbâı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm,� diye konuştu.

Sonra da, �Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah�ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?� diye sordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi� buyurdu.

Bunun üzerine Hubab şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler.�

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) �Ey Hubâb, doğru olan görüş senin işâret ettiğindir� buyurarak hemen ayağa kalktı, bunu gören mücâhidler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun altına kadar gittiler.

Sonra Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu.1

Bu arada, Sa�d bin Muaz Hazretlerinin teklifi ile Resûl-i Ekrem Efendimiz için hurma dallarından bir gölgelik, yâni çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir�le birlikte girdi.

Sa�d bin Muaz Hazretleri de kılıcını takınıp Ashab-ı Kiramdan bir kaç zâtla birlikte gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.1

Ordunun harp nizamına sokulması

Peygamber Efendimiz, Bedir�e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan tâyin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus�ab bin Umeyr, Evslilerinkini Sa�d bin Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubab bin Münzir Hazretleri tutuyordu.2

Peygamber Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu talimatı verdi:

�Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.�3

Mücâhidlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaâ harbinde bulunacak Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü, taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında çok çok bir kaç taş taşıyıp atabilirlerdi�

Harpten bir önceki geceydi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikte idi. Bütün gecesini Kadir-i Zülcelâle ibadetle geçirmişti.

Arkasından Rabb-i Rahîmine ellerine açarak kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semaya göz yaşı döktürecek kadar tesirli şu duâsını yaptı:

�Allah�ım! Bana yaptığın va�dini yerine getir!

�Allah�ım! Bu bir avuç Müslüman mücâhid helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.�2

Resûl-i Kibriya Efendimiz vakit namazlarında da aynı duâyı tekrarlıyordu. Bu duâyı duyan mücâhidler ise heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.

İki ordu karşı karşıya

Resûl-i Ekrem, ordusuna ait hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.

Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu arkaba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.

Peygamber Efendimiz de, gölgelikten çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki, düşman sayıca ve silâhça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsavî bir mücadele verilemeyeceği kanâatı uyandırıyordu. Ama mücâhidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.

Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Âmir bin Hadremî harp usulûne muhalefet ederek mücâhidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca� Hazretlerine isabet etti ve orada İslâm ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, �Mihca�, şehidlerin efendisidir� buyurarak İslâmın bu ilk şehidini tebcil etti.

Mihca� Hazretlerinin şehadeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve Utbe�nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.

Benî Neccar�dan Afra isminde bahtiyar İslâm kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir�de bulunuyordu. Onlardan ikisi Muâz ve Avf ile Resûlullahın şâiri Abdullah bin Ravâha Hazretleri onlara karşı çıktılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu�

Müşrikler, �Siz kimlersiniz?� diye sordular.

Onlar, �Ensardan filân ve filânız� diye cevap verdiler.

Müşrikler; �Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız� dediler.

Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, �Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!� diye konuştular.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine duâ etti. Sonra da, �Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali� diye emretti.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabî derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı.

�Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığımızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım,� diye seslendi.

Üç kahraman Sahabî de isim ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, �Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz, buyurun� deyip kılıçlarını sıyırdılar.

Ubeyde bin Hâris, Utbe bin Rebiâ ile, Hz. Hamza dengi Şeybe bin Rabiâ ile ve Hz. Ali ise Velid bin Utbe ile çarpışacaktı.1

Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübârezeleri o vaktin hükmüne göre seyre değer hâdiselerinden sayılırdı. Buna binâen; iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular�

Teke tek vuruşma şimşek sür�atiyle başladı.

Hz. Hamza ile Hz. Ali birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Sonra da Hz. Ubeyde�nin yardımına koştular. Utbe�nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna getirdiler.

Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, �Yâ Resûlallah, ben şehid miyim?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Evet, şehidsin� buyurdu ve yerinin Cennetü�l-Firdevs olduğunu söyledi.

Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup din-i İslâm uğrunda çektiği ezâ ve cefâlardan dolayı asla üzülmediğine dâir güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan Bedir�den dönülürken yolda vefât etti. Oraya defnedildi.1

Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu.

Allah yolunda çarpışmayı en büyük şeref telâkki eden Müslüman mücâhidler ise, âdeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz âdeta mücessem îmân halini almış bu bir avuç mücâhidin haline bakarak, Cenâb-ı Hakka şöyle içli niyâzda bulundu:

�Allah�ım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar, Sen onlara binecek ver!

�Allah�ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur!

�Allah�ım! Onlar fakirdirler, Sen onları fazl ve kereminle zengin eyle!�2

Sonra da dilinden düşürmediği duâsını tekrarladı:

�Allah�ım! Bana yaptığın va�dini yerine getir!

�Allah�ım! Bu bir avuç mücâhidi helâk edersen, artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!�



Hz. Ebû Bekir ile oğlu

Manzara oldukça ibretli idi. Mus�ab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken, kadeşi Ebû Aziz İbn-i Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi.

Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi. Cesâreti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Hz. Resûlullahtan oğluyla çarpışmak için müsaade istedi. Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Ey Ebû Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin� buyururak izin vermedi ve yanından ayırmadı.

Hz. Resûlullahtan oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.) hiddetli hiddetli oğluna, �Ey Abdurrahman! Bana olan münasebetin nerede kaldı� diye seslendi.

Abdurrahman ise, �Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka birşey kalmadı.�1 diye cevap verdi.

Harp başladı

Tarih; 17 Ramazan, Cuma günü, sabah saatleri. Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya geçmişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücâhidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. �Zafer bizimdir,� diyerek de her zaman mücâhidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücâhidlerin de cesaretini arttırıyordu.

Hz. Ali der ki:

�Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullaha sığınmıştık. O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!�2

Hazreç kabilesinden Hâris bin Sürakâ adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temaşa ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücâhidlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehid oldu. İşte Ensardan ilk şehid düşen bu zâttır.

Harp safında bulunan mücâhidleri aşıp giden bir okun, geride Hâris�e isabet edip onu şehid etmesi hepsi için bir ibret dersi oldu.

Harb bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise durmadan mücâhidleri harpte sebat etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu:

�Muhammed�in varlığı kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki; Allah�ın rızasını umarak sabr ve sebât göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri Allah, muhakkak Cennetine koyacaktır!�

Ensardan Umeyr bin Humâm Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullahın bu müjdesini işitti ve �Ne iyi! Ne iyi! Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş� diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı. Hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve âhiret hayatının ehemmiyetine dâir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, bir çok müşriki öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.



Bir mu�cize

Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve şöyle duâ etti:

�Yüzleri kara olsun! Allah�ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına titreme ver.�1

�Yüzleri kara olsun� sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşrikin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.

Kur�ân-ı Azimüşşan bu mu�cizeyi şu âyetiyle ilân eder:

�Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zamanda sen atmadın, ancak Allah attı��1

Evet, Resûl-i Kibriyânın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu.

Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücâhidler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu:

�Allah�ım! Bana va�dettiğin yardımı lutfet.�

Bu münacaâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki, ridâsı mübârek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübârek omuzlarına koydu ve �Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz O, sana olan va�dini yerine getirecektir�2 dedi.

Bir müddet sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

�Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah�ın yardımı geldi. İşte şu Cebrâil�dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor!�

Kur�ân-ı Azimüşşan bu vak�ayı da şöyle hatırlatır:

�Muhakkak ki, siz Bedir�de zayıf durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah�tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız.

�O zaman sen mü�minlere, �Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?� diyordun.�3

Rivâyet edilmiştir ki; o esnâda, benzeri görülmedik gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr çıktı. O da geçip gitti. Daha sonra üçüncü bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.

Bu, Cebrâil (a.s.) emrindeki 3000 meleğin gelip Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.

Melekler; başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız Cebrâil�in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.

Parolaları �Yâ Mansur! Emit� olan mücahidler düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.

Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.) son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman Sahabî müşrik ileri gelenlerinden bir çok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.

Ebû Cehil�in öldürülmesi

Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil�i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hattâ, Ebû Cehil zannıyla Hz. Hamza müşriklerin reislerinden Mahzumoğullarından Halid bin Velid�in biraderi olan Ebû Kays İbn-i Velid�i ve Hz. Ali yine Beni Mahzumdan Abdullah İbn-i Münzir�i öldürmüşlerdi.

Ebû Cehil, yetmiş yaşında pek gözlü, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslâm düşmanı idi. �Anam beni bugün için doğurmuş� diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.

Mahzumoğulları, müşriklerden bir çok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil�in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.

Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensâr gençlerinden iki delikanlıyı gördü.

Onlardan biri kendisine yaklaşarak, �Ey Amca! Sen Ebû Cehil�i tanır mısın?� diye sordu.

Abdurrahman bin Avf, �Evet tanırım. Ne yapacaksın onu?� deyince genç şöyle dedi:

�Allah�a söz verdim. Ebû Cehil�i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim, yahut bu uğurda şehid olacağım!�

Abdurrahman bin Avf Hazretleri gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.

Abdurrahman bin Avf, önceleri kendi kendine �Harp safında iki çocuk arasında kaldım� derken, onların bu cesurca sözlerine hayret etti.

Bu iki genç, Afra Hatunun harbe iştirâk etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.

O sırada Abdurrahman bin Avf�ın (r.a.) gözü müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil�e ilişti. Soran gençlere, �İşte aradığınız Ebû Cehil� dedi.

İki kahraman fedâi derhal kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil�in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.

Bu iki genç gibi bir çok mücahid de Ebû Cehil�i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil�e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, Ensardan Muaz bin Amr bin Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil�in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil�in oğlu İkrime de kılıcı ile onun elini, kolunu yaraladı. Bu kahraman Sahabî der ki:

�Elim derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesilen elimi arkama atıp hep çarpışıp durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım.�1

Muaz bin Amr bin Cemuh�un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de Ebû Cehil�in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler.

�Ebû Cehil bu ümmetin Firavun�udur�

O esnâda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Acaba Ebû Cehil, ne yaptı? Ne oldu? Kim gidip bir bakar� buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.

Mücahidler aradılar. Fakat bulamadılar.

Peygamber Efendimiz, �Arayınız! Benim onun hakkında sözüm var. Eğer siz onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız� buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

�Bir gün onunla Abdullah bin Cud�â�nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkılınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, dizinden kaybolmadı!�2

Bunun üzerine Abdullah ibni Mes�ud Hazretleri Ebû Cehil�i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, �Ebû Cehil sen misin?� dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve �Ey Allah�ın düşmanı, nihâyet Allah seni, hor ve hakir etti, gördün mü?� dedi.

Can çekiştiği halde Ebû Cehil şöyle dedi:

�Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bir büyük kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bugün bana zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver.�

İbni Mes�ud Hazretleri, �Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır� diyerek son nefesinde onu ye�se düşürdü. Böyle her cihetten me�yus olan Ebû Cehil bir kere daha küfrünü kustu:

�Muhammed�e söyle ki, şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!�

Bunun üzerine İbni Mes�ud Hazretleri, hemen başını kesti.

Böylece Ebû Cehil, son nefeste bile îmâna gelmedi, küfür ve dalalette ısrar edip Cehennemi boyladı.

İbni Mes�ud (r.a.), kesik başı alıp huzur-u Nebevîye getirdi.

�İşte Allah�ın düşmanı Ebû Cehil�in başı� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah�a hamdolsun!� dedikten sonra, �Bu ümmetin firavunu işte budur� buyurdu.1

Ebû Cehil�in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke�de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fenâ halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular. Ele geçirilenler ise esir alındılar.



Netice

Bir kaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Peygamber Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslâm ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi. Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.

Resûl-i Ekrem, şehid olan mücahidlerin cenaze namazını da Bedir�de kıldı.

Bu parlak zaferle şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin bir an evvel Medine�ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.

Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok mal ve 70 esir bırakmıştı. Ganimet malları; 150 deve, 10 at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevâtı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.

Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebî Talib ve Nevfel bin Abdülmuttalib ile kerimeleri Hz. Zeyneb�in kocası Ebü�l-Âs ibni Rebi� de vardı. Yine Musab bin Umeyr�in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarı olan Ebû Aziz ibni Umeyr de esirler arasında idi.

Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Hz. Ömer me�mur edildi.

Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.

�Yâ Resûlallah! Ne diye uyumuyorsunuz? diye sorduklarında, �Abbas�ın inlemesi yüzünden� diye cevap verdi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin rahatsız ve müteesir olmasını istemeyen Ashab-ı Güzinden bazıları gidip Abbas�ın bağını çözdüler.

İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, �Abbas�ın iniltisini ne diye işitmiyorum?� diye sordu.

Sahabîler, �Onun bağını çözdük� dediler.

Bunun üzerine Efendimiz, �Bütün esirlerin bağını çözünüz� buyurduktan sonra uyudu.1



Ganimetlerin dağıtılması

Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir�den ayrılan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine�ye doğru gelirken Safrâ Boğazını geçtikten sonra, Seyer denilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.

Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından Ebû Cehil�in devesini Safiy (kumandanlık hakkı) olarak aldı.

Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine�de kalan sekiz kişi ile Bedir�de şehid düşenlere de hisse ayrıldı.

Münebbih bin Haccâc�ın kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfîkârı bilâhere Hz. Ali�ye hediye etmiştir.2

Esirler hakkında ne türlü muâmele yapılacağına dâir henüz ilâhî vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında re�y ile karar vermek gerekiyordu.

Re�y ile, yâni görüş beyân etmek sûretiyle karara bağlanacak meselelerde ise Âshabıyla meşveret etmesi Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça beyân ederdi.

Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair Peygamber Efendimiz Sahabîlerle istişârede bulundu.

Hz. Ebû Bekir, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Bunlar bizim akrabalarımızdırlar. Benim reyim, onlardan kurtuluş fidyesi alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağınız kurtuluş fidyeleri kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah�ın onları hidâyete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer�e, �Ey Hattab�ın oğlu! Senin fikrin nedir?� diye sordu.

Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah! Onlar, seni yalanladılar. Seni, memleketinden çıkardılar. Hepsinin boynunu vurdur� cevabını vererek görüşünü açıkladı.

Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti bu şekil bir muâmeleye rıza göstermediğinden sualini tekrarladı. Ancak, Hz. Ömer aynı fikrinde ısrar etti:

�Onlar müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı� dedi.

Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu. Sonra da kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orada durdu.

Sahabîlerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir�in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer�in fikrine iştirâk ediyordu.

Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Bekir�e hitaben, �Ey Ebû Bekir,� dedi, �senin hâlin, Hz. İbrâhim�in hâline benzer. O, Allah�a, �Kim, bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zirâ, Sen Gafûr ve Rahîmsin� demişti.

�Ey Ebû Bekir senin hâlin, Hz. İsâ�nın haline de benzer. Hz. İsâ, Allah�a, �Eğer, onları gazaba uğratırsan, onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, şüphe yok ki, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan Sensin� demişti.�

Sonra Hz. Ömer�e dönerek, �Ey Ömer,� dedi, �senin hâlin de, Hz. Nûh�un haline benzer. O, Allah�a, �Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma� demişti.

�Senin hâlin ey Ömer, Hz. Musâ�nın hâline de benzer. O, Allah�a, �Sen, onların mallarını mahvet! Rabbimiz yüreklerini şiddetle sık ki, onlar inletici azabı görünceye kadar îmân etmeyecekledir� demişti.�

Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir�in görüşünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu arada durumlarına göre, bedel olarak 3000, 2000 ve 1000 dirhem kendilerinden alınması kararlaştırılanlar da oldu. En mühimi de şu idi: Kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı.1 Zeyd bin Sabit Hazretleri, bu suretle okuma yazma öğrenen çocuklar arasında idi.

Bu sayede Medine�de de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.



İnen âyetler

Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu âyet-i kerimeler nazil oldu:

�Hiçbir peygambere, yeryüzünde iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size âhiret sevabını nasip etmek ister. Allah�ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.

�Eğer Allah sizi bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap dokunurdu.

�Artık ganimet olarak aldıklarınızı helâl ve temiz olarak yiyin. Allah�tan korkun. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.�1

Hz. Ömer, konu ile ilgili bir hatırayı şöyle anlatır:

�Sabahleyin Resûlullahın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Bekir�i oturmuş ağlıyor gördüm.

�Yâ Resûlallah, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi bana söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım. Ağlanacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım� dedim.

�Resûlullah, �Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları kurtuluş fidyelerinden dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu bana gösterildi� buyurdu�2

Peygamberimiz mücahidlerle, esirlerden bir gün önce Medine�ye geldi.

Bir gün sonra Medine�ye gelen esirleri Ashabı arasında dağıttı ve şöyle buyurdu:

�Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz.�

Esirler arasında bulunan Musab bin Umeyr�in (r.a.) kardeşi Ebû Aziz der ki:

�Esirler, Bedir�den Medine�ye getirildikleri zaman, ben de Ensardan bir âilenin yanına düşmüştüm. Resûlullah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsiyelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de utandığımdan o ekmek parçasını veren kimseye iâde ederdim. Fakat, o yine ekmeğe dokunmadan tekrar bana verirdi.�1

Esirler arasında bulunan Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı.

Resûl-i Ekrem, �Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Âkil bin Ebî Talib ile Nevfel bin Hâris için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin� dedi.

Hz. Abbas, müşriklerle Bedir�e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı.

Bunun için Peygamber Efendimize, �Bari harp esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say� diye teklif etti.

Peygamberimiz, �Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah�ın sonunda bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz� buyurdu.

Hz. Abbas, �Benim ondan başka param yok! Yâ Muhamed, beni avuç açtırıp da dilendirecek misin?� dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Ey Abbas, ya o altınlar nerede kaldı?� diye sordu.

Abbas, �Hangi altınlar?� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ferman etti:

�Hani sen, Mekke�den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl�a teslim ettiğin altınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü Fadl�a �Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felâkete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem içindir� demiştin. İşte o altınlar!�

Abbas, hayretle, �Bunu sana kim haber verdi?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Allah haber verdi� buyurdu.

Bunun üzerine Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i îmânı kazanıp Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini ödedikten sonra da Mekke�ye döndü.

Hz. Abbas, Mekke�ye dönünce Müslümanlığını izhar etmeyip hep gizli tuttu. Mekke�de bulunduğu zaman zarfında müşriklerin tutum ve davranışlarını Peygamber Efendimize yazar ve Mekke�deki Müslümanlara yardım ederdi.1

Bedir esirleri arasında Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zeyneb�in kocası Ebû Âs bin Rebi� de vardı.

Hz. Zeyneb (r.a.) kocası Ebû Âs�ın kurtuluş fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine�ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb�e evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.

Resûl-i Kibriyânın bu güzide kerimesinin gerdanlığını kurtuluş fidyesi olarak göndermesi Ashab-ı Kirama fazlasıyla tesir etti.

Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve �Eğer münasip görürseniz, Zeyneb�in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz� buyurdu.

Bunun üzerine Sahabîler Ebû�l-Âs�ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevirerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübârek kalbini memnun ettiler.2

Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müsbet-menfî akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudî ve putperestlerin gözleri yıldı. Hattâ Yahudilerden bazıları, �Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulmaz. Galip olacak hep odur� diyerek îmâna geldiler� Bir kısmı ise, korkularından îmân etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fesad çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.

Habeş Necaşisi de Peygamberimizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, �Allah, Resûlüne Bedir�de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim� diyerek memnuniyet ve sevincini izhar etti.

Medine�de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke�de müşrikler ise tam bir matem havasına bürünmüşlerdi�

Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı verilmiş oldu.

Ebû Leheb�in ölümü

Ebû Leheb, Bedir�e katılmamış ve yerine Âsî bin Hişâm�ı göndererek Mekke�de kalmıştı.

Kureyş ordusu, İslâm ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke�ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan bin Hâris�i yanına çağırarak, �Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat� dedi.

Ebû Süfyan bin Hâris, �Vallahi� dedi, �biz o cemaâtle karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvarî ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!�

O sırada Hz. Abbas�ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Rafi� de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi�, �Vallahi, o gördüğün süvârîler, melekler idi� deyince Ebû Leheb hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.

Ümmü Fadl, gayrete geldi, �Biçâre köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun� diyerek bir çadır direği ile Ebû Leheb�in başını yardı.

Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.

Hemen sonra da Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.

Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.

Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, �Yazıklar olsun size, babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramaktan utanıyor musunuz?� diye sordu.

Onlar, �Biz, onun hastalığından korkuyoruz� deyince adam, �Haydi gelin ben size yardım edeyim� dedi birlikte gittiler. Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.

Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke�nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.1

* * *



Münafıkların Ortaya Çıkması

Peygamber Efendimiz, Medine�ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine�de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.

İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfıklardı.

Peygamberimizin Medine�ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine�nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl�ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.1

Fakat, Abdullah bin Übey�in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine�ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.

Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl�ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.2

Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve �Medine�ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır� diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfıkûn Sûresi nazil olmuştu.

Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey�e, �Ey Ebû Hubab!1 Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için Allah�tan af dilesin� denilince şu cevabı vermişti:

�Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed�e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!�2

Abdullah bin Übey�in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:

Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa�d bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey�in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur�ân�dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.

Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:

�Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!�

Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey�in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa�d bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa�d bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey�in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur�ân�ı indiren Allah�a yemin ederim ki, Allah�ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey�in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!�1

Münâfıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında, akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı.

Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin Übey�e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar� Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine�ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine�deki Yahudîler, �Tevrât�ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!� diyerek bir kısmı îmân etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.1

Bedevî diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur�ân-ı Kerim�den öğreniyoruz: �Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz��2

Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: �Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti.�3 Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimadlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zâfa uğratmak gayesini güdüyorlardı.

Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.

Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü�min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey�in, �Medine�ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır� sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz İbn-i Übey�i huzuruna çağırmış ve �Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?� diye sormuştu.

Abdullah bin Übey�in cevabı aynen şu olmuştu:

�Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah�a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!�

Kur�ân-ı Kerîm, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:

�Münâfıklar sana geldiklerinde �Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah�ın Resûlüsün� dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.�1

Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey�le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur�ân-ı Kerim�den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve, �Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme� demişti.

Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa�d bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa�d: �Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet� deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti.1

Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de �Îmân edenlere rastladıklarında �İnandık� derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, �Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz� derler.�2 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.

Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, �Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım� der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir�in elini tutar: �Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!� der.

Sonra Hz. Ömer�in elini tutar, �Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!� der.

Sonra Hz. Ali�nin elini tutar: �Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim�in Efendisi� der.

Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, �Abdullah! Allah�tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah�ın en şerir mahlûklarıdır� der.

Bunun üzerine İbni Übey, �Ey Ebû�l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir� deyip ayrılır.

Sonra Abdullah bin Übey arkadaşlarına dönerek, �Gördünüz mü nasıl yaptım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız� der.1

Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur.2

Münâfıklar, Müslamanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti arttırır. Bu sebeple Kur�ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü�min ve Müslamanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.

Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.

İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.1

Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur�ân�ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:

1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü�minlerin yetişmesine imkân bırakmak.

2) Onları, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü�minler safına geçmelerini temin edebilmek.2

Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü�min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.

Mirba� bin Kayziyy�in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud�a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve �Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz� demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: �Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!�

Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, �Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür.�

Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd�den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.

Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek, �Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi� derler.

Bu sözlerini duyan Efendimiz, �Evet, vallahi, ben ancak Allah�ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın!� buyurur.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur.1

Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apacık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey�in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.1

Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar, �Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır� diyerek Peygamberimize müracaât etmişlerdi.

O sırada Sa�d bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, �Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?� diye konuşmuştu.

Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.

Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât, �Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın� diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur�ân-ı Kerîm onların bu durumlarından şöyle bahseder:

�Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, �Bu sıcakta cihâda çıkmayın� dediler. Sen, �Cehennem ateşi daha sıcaktır� de. Keşke anlayabilselerdi!

�Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır.�2

Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü�l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine�ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: �Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!

�Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!�

Bütün bu yıkıcı, Müslamanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey�i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.

Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve mühamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.

Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey�in boynunu vurayım� dediği zaman, Resûlullahın cevabı şu olmuştu:

�Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, �Muhammed Ashabını öldürüyor� diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?�

Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği kaydedilir:

�Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!�

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.

Yine Benî Müstalik seferi esnasında İbn-i Übey�in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, �Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim� diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:

�Hayır, ona karşı yumuşak davranırız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz.�

Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey�e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Übey�in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.

Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.

Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, �Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah�tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum� demişti.

Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur�ân-ı Kerîm onların bu durumlarını da bize haber verir:

�Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar.�1

Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.

Mescid-i Dırar�ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.

Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.

* * *



Benî Kaynuka Gazâsı

Hicretin 2. senesi, Şevvâl ayı (Milâdî 624): Müslümanların Bedir Harbinden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları Medine�deki Yahudîlerin endişelerini büsbütün arttırdı. Peygamberimizle aralarında sulh anlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuk ve kışkırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz herşeye rağmen ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muâmelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri Peygamberimizi hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı.

Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine�de üç Yahudî kabilesi vardı: Beni Kurayza, Beni Nadr ve Benî Kaynuka. İçlerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cüretkârı olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu bakımdan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudî kabileleri gibi Peygamber Efendimizle anlaşmaları vardı: Müslamanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla beraber Medine�yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi.

Ancak onlar, gözle görülür bir tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle işbirliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat bu anlaşmayı bozmuş oluyorlardı.

Bu arada meydana gelen çirkin bir hâdise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:

Medineli Ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudî kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudîler kadının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudînin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbesisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudîler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudî boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudîyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudîler de Müslümanın üzerine çullanarak onu şehid ederler.1 Böylece Yahudîlerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur.

Hâdiseye sebebiyet verenler Yahudîlerdi. Hâliyle, verdikleri sözlere aykırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş oluyorlardı.

Şehid edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulununca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudîlerini bir araya topladı. Kendilerini İslâma davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi takdirde Bedir�de müşriklerin uğradıkları akibete kendilerinin de uğrayabileceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudîler Efendimizin bu konuşmasını alaya alıp küstahça şöyle dediler:

�Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp galip gelmene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz. Savaşmayı çok iyi biliriz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar olduğumuzu anlarsın.�2 Sonra da dağılıp gittiler.

Benî Kaynuka Yahudîlerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen âyet-i kerime, akibetlerini şöyle ilân etti:

�İnkâr edenlere de ki: Siz dünyada mağlup olacak, âhirette de Cehenneme toplanacaksınız. Ne kötü bir yataktır o!�3

Aynı hâdiseyle ilgili olarak nazil olan âyet-i kerimede ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudîlerle çarpışmaya izin verildi:

�Eğer bir kavmin hıyânetinden endişe edersen, antlaşmayı feshettiğini onlara açıkça ve adâlet üzere bildir. Muhakkak ki Allah hâinleri sevmez.�1

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudîleri üzerine gidilecekti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine�de yerine Ebû Lübâbe bin Abdi�l-Münzir�i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza�ya vererek Kaynuka Oğulları üzerine yürüdü.

Bu Yahudîlerin kuvvetli ve sağlam kaleleri vardı. Peygamberimizin üzerlerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları muhasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.2

Abdullah bin Übey�in Peygamberimize müracaâtı

O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl çıkageldi. Peygamberimizin yanına gelerek, �Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu münafığın sözlerini duymamazlıktan geldi. Bunun üzerine Abdullah bin Übey aynı sözlerini tekrarladı:

�Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!�

Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi. Fakat, Abdullah bin Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin� buyurdu ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine�den Şam�a sürülmelerini emretti.1

Avfoğullarından Übâde bin Sâmit de öteden beri Kaynukaoğlulları Yahudîlerinin müttefiki idi. Onları bıraktırmak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendimizle Abdullah bin Übey arasında geçenleri görünce, �Yâ Resûlallah! Ben, Allah�ı, Peygamberini ve mü�minleri dost tuttum. Şu kâfirlerin müttefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım� diyerek Beni Kaynuka Yahudîleriyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilân etti. Bunun üzerine inen âyette şöyle buyuruldu:

�Ey îmân edenler. Yahudîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudur.2 Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlimler gürûhunu doğru yola iletmez.�3

Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı; Yahudîlerin fitne ve fesadını Medine�den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mâni olmaktı. Medine�den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.

Kaynukaoğullarına Medine�yi terketmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam�a doğru yola çıktılar. Vadi�l-Kura�ya gelince orada bir ay oturdular.

Burada oturan Yahudîler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudîleri Ezruât�a kadar gidip, oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.1

* * *



Sevik Gazvesi

Hicretin 2. senesi, 5. Zilhicce, Pazar günü. Kaynukaoğulları Yahudîlerinden 700 kişinin Medine�den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Peygamberimizin bu hareketi İslâmın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hâdiseydi. Eğer fesad şebekesi durumunda olan bu Yahudîler İslâmın merkezi Medine�de bırakılmış olsalardı, Müslümanlara bir çok hâince planlar tertipleyecekleri şüphesizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.

Şehrin dahilinde tam bir sükûn ve huzur hâkimdi. Ancak, haricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Kureyş müşrikleri Bedir mağlubiyetinin ağır acısını unutamamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim, Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini âdeta Kureyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağlubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Peygamberimiz ve Müslümanlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sürünmeyeceğine ve yıkanmayacağına and içmişti.1

Bu andını yerine getirmek için Ebû Süfyan, 200 kişilik bir süvari kuvvetiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müslümanlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece yaptığı yemini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.

Gece vakti, henüz Medine�de ikâmet eden Yahudî kabilesi Benî Nadr reisinin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında bir çok gizli malumat aldı.

Daha sonra Medine�ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz mevkiine kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalığı ve iki evi ateşe vererek, tarlasında işiyle meşgul Ensardan müdafaasız bir işçiyi de şehid ettiler.1

Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan beraberindekilerle birlikte sürâtle oradan uzaklaşarak Mekke�ye doğru yol aldı.

Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve Muhacirlerden iki yüz kişi ile müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kimseyle karşılaşmadı. Müşriklerin sürâtle kaçıp gittiklerini öğrendi.

Müşrikler kaçarken beraberinde yiyecek olarak getirdikleri �sevik� denilen kavrulmuş buğday ununu torbalarıyla birlikte ağırlık yaptığı ve sürâtle uzaklaşmalarına mâni olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahidler bu Sevik torbalarını topladılar. Gaza da adını buradan aldı.2

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 2. senesi Diğer Olaylar

Hicretin İkinci Senesinin Diğer Mühim Hâdiseleri


Ramazan orucunun farz kılınması


Ramazan orucu, Kıble�nin Kâbe tarafına çevrilişinden bir ay sonra, Pegamberimizin Medine�ye hicretinin 18. ayının başlarında, Şaban ayında farz kılındı. Bu hususta indirilen âyetlerde meâlen şöyle buyruldu:

�Ey îmân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı�tâ ki günahtan sakınıp takvâya eresiniz.

�O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidâyet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur�ân, o ayda indirilmiştir. Kim bu aya erişirse orucunu tutsun. Bu ayda hasta olan veya yolda bulunan, tutamadığı günler kadar, başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Tâ ki güçlük çekmeden oruç günlerinizi tamamlayın, sizi doğru yola iletmesinden dolayı Allah�ı tekbir ve tâzim edin�böylece Onun nimetlerine şükretmiş olursunuz.�1

Ramazan orucu, İslâm dininin beş şartından biridir.

İbni Ömer (r.a.), Resûlullah Efendimizin bu hususta şöyle buyurduğunu bildirir:

�İslâm beş şey üzerine kuruldu:

1. Allah�tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed�in Onun Resûlü olduğuna şehadet getirmek,

2. Namaz kılmak,

3. Zekât vermek,

4. Haccetmek,

5. Ramazan orucunu tutmak�1

Sadaka-ı fıtrın vâcib kılınması

Bu senenin Ramazan ayının sonlarına doğru sadaka-ı fıtır vermek vâcib oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, küçük büyük, hür köle, erkek kadın her zengin Müslüman için kuru hurmadan bir sa� (1040 dirhem)2 veya arpadan bir sa� veya kuru üzümden bir sa� veya buğdaydan bir müd (yarım sa�) fıtır sadakası ayrılıp, bunun bayram namazından önce yoksullara verilmesini emretti.



İlk bayram namazının kılınması

Şevvâl hilâli görülüp, sabahleyin güneş yükselince, Resûl-i Ekrem Efendimiz oruçlarını açmalarını ve bayram namazına çıkmalarını Müslümanlara emretti. Sonra da onlarla birlikte bayram namazı kılmak üzere namazgâha çıktı. Hutbeden önce, ezânsız ve kametsiz olarak cemâatle bayram namazı kılındı.

Nebiyyi-i Muhterem Efendimiz Medine�ye teşrif buyurdukları zaman, Medinelilerin iki mahallî bayramı vardı. Peygamber Efendimiz onlara, �Allah Resûlü size onlardan daha hayırlı olmak üzere Fıtır [Ramazan] ve Kurban Bayramı günlerini verdi� buyurdu.3

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bayram namazlarını namazgâhta kılardı. Medine�nin namazgâhı, şehrin şark kapısı üzerindeydi.

Peygamber Efendimiz, bayram namazı kılmak üzere namazgâha yürüyerek giderdi. Bayram namazına bir yoldan gider, başka bir yoldan dönerdi. Ramazan Bayramı namazına çıkmadan önce bir şeyler yerlerdi. Ekseriya bunlar, bir kaç hurma olurdu.



Zekâtın farz kılınması

Zekât, Hicretin ikinci yılında Ramazan orucunun farz kılınmasından ve fıtır sadakasının vâcip kılınışından sonra farz kılındı.

Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâli bir ibâdettir.

Zekât, İslâm dininin beş temel esasından biridir. Kur�ân-ı Kerim�le (Nur, 56; Müzemmil, 20; Hac, 78; Bakara, 110) emredilmiştir. Kur�ân-ı Kerim�de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir.

Bir hâdis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

�Her gün, her sabah iki melek inip birisi: �Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek, malını Allah rızası için harcayana, harcadığının yerine yenisini ver� der. Diğeri de: �Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkana da malını telef et� der!�1



Hz. Rukiyye�nin vefâtı

Peygamber Efendimizin Hz. Osman�la evli kerimeleri Hz. Rukiyye Bedir Seferi sırasında hastalanmıştı. Hz. Osman, Peygamber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere Medine�de kalmış, Bedir�e gidememişti. Zeyd bin Hârise Hazretleri, Bedir Zaferinin haberini Medine�ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye vefât etmişti.

Onu Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bakî Kabristanına defnetti.

Hz. Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz otuz üç yaşlarında bulundukları sırada, Hz. Zeyneb�den sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hâtice ile birlikte Müslüman olmuştu. Daha sonra Hz. Osman ile evlenmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onların beraber hicret ettiklerini görünce, �Osman Lût�tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, âilesi ile birlikte hicret edenlerin ilkidir�1 buyurmuştu.



Ebudderdâ�nın Müslüman olması

Abdullah bin Ravahâ (r.a.) öteden beri Ebudderda�nın kardeşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebudderda�nın evindeki putunu kırdı. Ebudderda evine döndüğü zaman hanımı durumu ona haber verdi. Bunun üzerine Ebudderda düşünmeye başladı ve kendi kendine, �Eğer, bu putta bir keramet olsaydı, kendisini korurdu� dedi. Sonra da Müslüman olmak için Peygamberimizin yanına gitti.

Abdullah bin Ravâha, uzaktan onun geldiğini görünce, �Yâ Resûlallah! Gelen Ebudderda�dır. Herhalde bizi görmeye geliyor!� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �O Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rabbim, Ebudderda�nın Müslüman olacağını bana bildirmişti� buyurdu.

Huzura varan Ebudderda, orada Müslüman oldu. Ev halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.2



Hz. Fâtıma ve Hz. Ali�nin evlenmesi

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine�ye teşriflerinden 5 ay sonra Recep ayında Hz. Ali ile nikâhlandı. Hicretin 2. yılında Bedir Gazâsından sonra, Zilhicce ayında da evlendiler.

Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gazâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma�ya uğrar, daha sonra da Ezvâc-ı Tâhiratın yanına giderdi.3

Hz. Âişe (r.a.) der ki: �Ben, Fâtıma kadar sözü ve konuşması, Resûlullaha benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma, girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle karşılar, �Hoş geldin� diyerek selâmlardı.

�Ben, Fâtıma�dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim.�1

Hz. Fâtıma�nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne benzerdi.

Bir gün, Hz. Âişe�ye, �İnsanların, Resûlullaha en sevgili olanı kimdi?� diye soruldu.

Hz. Âişe, �Fâtıma idi� dedi.

�Erkeklerden kimdi?� diye sordular.

�Fâtıma�nın kocası� cevabını verdi.2



Peygamberimiz, kızı Hz. Zeyneb�i Mekke�den getiriyor

Bedir esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz. Zeyneb�in kocası Ebû Âs bin Rebi�de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke�ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb�in hicret etmesine mâni olan Ebû Âs bu sefer kendisini serbest bıraktı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Bedir Harbinden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd bin Hârise ile Ensardan bir zatı göndererek Hz. Zeyneb�i Mekke�den getirtti.3

Muhacir Müslümanlardan faziletli bir zat olan Osman bin Maz�un vefât etti. Bakî Kabristanına, Muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bu zâttır.



İlk Kurban Bayramı namazı kılınması

Peygamber Efendimiz, Zilhiccenin dokuzunda Sevik Gazasından dönerek Medine�ye kavuşmuştu. Ertesi günü, yani Zilhicce�nin 10. günü Müslümanlarla birlikte namazgâha çıktı. Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan sonra bir hutbe irâd etti. Bu hutbelerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara emretti. Kendileri de iki kurban kesti.

Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz koçtan birini keserken, �Allah�ım! Bu senin birliğine ve senden bana gelenlere şehâdet eden bütün ümmetim namınadır� dedi.

İkincisini keserken de şöyle buyurdu:

�Allah�ım! Bu da, Muhammed ve Muhammed�in ev halkı içindir.� Bundan, kendileri, ev halkı ve yoksullar yediler.1

İslâmda ilk Kurban Bayramı budur!
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 3. senesi

Hicretin Üçüncü Senesi

Şair Kâ�b bin Eşref�in Öldürülmesi

Kâ�b bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke�ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedir�de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine�de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi.

Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu. Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu.

Kâ�b�ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifâ etmediğini, hattâ Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır.

Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.

Bu işi Resûl-i Ekremin müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin Mesleme iki-üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.1

Kâ�b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, Kâ�b�ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince, aldıkları cevap şu oldu:

�O, bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti.�1

Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir zaman da vazgeçmediler.

* * *



Yeni Gazâ ve Seriyyeler

Gatafan Gazâsı

Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.

Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du�sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa�lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine�de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan�ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa�lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.2

Gavres�in suikast teşebbüsü

Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağnak halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.

Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres�e haber verdiler:

�İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!�

Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde, �Kim, seni benden kurtaracak?� dedi.

Resûl-i Ekrem, �Allah� buyurdu.

Sonra da şöyle duâ etti: �Allah�ım! Beni onun şerrinden koru!�

Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve �Şimdi seni kim kurtaracak� dedi.

Gavres, �Hiç kimse� dedi. Sonra da, �Şehadet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım� diyerek Müslüman oldu.

Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres�i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve, �Vallahi, sen benden daha hayırlısın� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım� buyurdu.

Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde, �Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?� diye sordular.

Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:

�Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!�1

Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine�ye geri döndü.2



Karde seriyyesi

Hicretin 3. senesi, Cemaziyelâhir.

Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam�a gitmeyi daha uygun ve emin bulmuşlardı.

Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam�a göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı.

Tam o sırada müşriklerden biri Medine�ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı. Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti. İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen kervanın Irak yoluyla Şam�a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan Ashabdan Salit bin Nu�man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz. Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.

Mevsim kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı. Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede, makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden takbik ettiği adelet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!

Seriyyenin teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride bıraktılar.

Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine�ye Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü�l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü.

Bu arada kervan kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine�ye gelince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.1

Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise�yi, �Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise�dir�2 buyurarak tebrik ve takdir etti.

Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.3

* * *



Peygamberimizin Yeni Evlilikleri

Peygamberimizin Hz. Hafsa ile evlenmesi

Hicretin 3. senesi, Şaban ayı.

Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer�in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.

Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe (r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.1

Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman�a ondan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir�e vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti.

Bu durum karşısında çok üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) giderek olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer�in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.

�Ben, sana Osman�dan daha hayırlı bir damat, Osman�a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi?� diye sordu. Hz. Ömer, �Söyleyin yâ Resûlallah� deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:

�Sen kızın Hafsa�yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm�ü Osman�a nikâhlarım.�2

Hz. Ömer�i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa�yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm�ü de Hz. Osman�a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine �Zinnureyn (iki nur sahibi)� lâkâbı verildi.



Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz. Zeyneb�le evleniyor

Huzeyme kızı Hz. Zeyneb�in kocası Ubeyde bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti. Bu sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ�lâ-yı Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.

Hz. Zeyneb fakirleri ve yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için �Ümmü�l-Mesâkin (Yoksullar Annesi)� diye tanınırdı.

Hz. Zeyneb, Peygamber Efendimizin yanında üç ay kadar kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.1



Hz. Hasan�ın dünyaya gelişi

Hicretin bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberimize torunları arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu severken, �Resûlullaha benzeyen yavrum� derdi.2

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin�i son derece severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve �Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek, fesleğen)�3 buyururdu.

Yine Hz. Hasan�ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir ve �Allah�ım! Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!�1 diye duâ ederdi.

* * *



Uhud Muharebesi

Hicretin 3. senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.

Kureyş müşrikleri Bedir�de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorladı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler neznindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.

Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam�a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.

Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini arttırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir�den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.

Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam�a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem�in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke�ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi �Dârü�n-Nedve� de muhafaza edilmekteydi.1

Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut�im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler Ebû Süfyan�a şu teklifte bulundular.

�Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!�2

Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.3

Bedir�den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş Kabilesi4 askerleriyle iktifâ etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.

Kendileri Mekke�de sür�atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde bir çok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.

Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.1

Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!

Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan�ın karısı ve Bedir�de babasını kaybeden Hind�in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir�de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.

Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.

Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke�den hareketle çıkmış bulunuyordu.

Medine�ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.

Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas�a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke�de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine�ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

�Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke�de oturman daha hayırlıdır.�1

Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve bir kaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş�in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla bir kaç Sahabîyi Mekke�ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine�ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.

Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas�ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.



Kureyş ordusu Uhud�da

Mekke�den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.

Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı Ashabına anlattı:

�Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.�

Ashab-ı Kirâm, �Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?� diye sordular.

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

�Sağlam zırh giymek Medine�ye, Medine�de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir.

�Boğazlanmış sığır, Ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir.

�Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.�1

Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:

�Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü�minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir.

�Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah�tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir.�2

Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, Ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.



Ashabla istişâre

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.

Peygamberimizin kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine�yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.

Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiç bir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine�de kalma fikrindeydi.

Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç Sahabîler, Bedir�de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:

�Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine�ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine�ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?

�Yâ Resûlallah! Biz, Allah�tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!�1

Bir kısmı ise şöyle diyordu:

�Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zâfımıza hamlederek şımarır!�

Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa�d bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır Ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:

�Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah�a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim.�

Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa�d ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa�d�a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa�d ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:

�Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır.

�Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!

�Allah Taâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir.

�Eğer ikincisi olursa�ki şehidliktir�Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı.

�Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!

�Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana �Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!� diyordu.

�Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım.

�Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim.

�Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa�d�ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah�a duâ et!�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme�nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.1

Ebû Said el Hudrî�nin babası Mâlik bin Sinan ise, �Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur.

�Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!� dedi.

Yine kahraman bir Sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği Ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah�a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Niçin?� buyurdu.

Hz. Numan, �Çünkü� dedi, �ben, Allah�tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah�ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah�ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!�

Peygamber Efendimiz, �Doğrusun ve gerçeği söyledin� buyurdu.1



Karar

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:

�Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!�

Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:

�Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah�ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah�ın yardımı sizinledir.�2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer�le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.

Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa�d bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr Sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:

�Medine�den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!�

Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir halde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:

�Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine�de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.�

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

�Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.�1

Arkasından da şöyle buyurdu:

�Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah�ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.�2



İslâm ordusu

Hazırlanan Müslümanlar 1000 kişi civarında idi.1 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.2

Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus�ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.

İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine�de yerine Abdullah bin Ümmi Mektûm�u bırakmıştı. Zırhlı iki Sahabî, Sa�d bin Muaz ile Sa�d bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.

İslâm ordusunun Uhud�a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve �Beni de sefere çıkarınız� dedi.

Oğulları, �Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah�da seni mazeretli saymıştır� dediler.

Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.

�Yazıklar olsun size!� dedi. Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!�

Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

�Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!� dedi ve sordu:

�Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Evet, uygun görürüm� dedikten sonra şöyle ilâve etti:

�Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!�

Sonra bu Sahabînin oğullarına şöyle dedi:

�Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder.�1

Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, �Allah�ım! Bana şehidlik nasib et� diye duâ etti.2

İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü.

�Kimdir bunlar?� diye sordu.

Mücahidler, �Abdullah bin Übey�in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk� cevabını verdiler.

Resûl-i Ekrem �Onlar Müslüman olmuşlar mı?� diye sordu.

�Hayır, yâ Resûlallah� denilince, Efendimiz şu emri verdi:

�Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok.�3



Peygamberimizin orduyu teftişi

İslâm ordusu Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.

Fakat, içlerinde mücahidler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de Rafi� bin Hadic idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekreme uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir Sahabînin �Yâ Resûlallah Rafi� iyi ok atar� demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine Peygamber Efendimiz, onu da orduya aldı. Arkadaşı Rafi�in orduya alındığını gören bir başka küçük Sahabî Semüre bin Cündüb, babasına, �Babacığım, Resûlullah Rafi�e müsâade etti, beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim� dedi.

Baba Mürey bin Sinan, teklifi Resûl-i Ekreme iletti. Peygamber Efendimiz güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre�nin Rafi�i yıktığını görünce onunda orduya katılmasına izin verdi.1 Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik Sahabîler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahidler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.

Peygamberimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymaya başlamıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahidlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirecekti. Muhammed bin Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, �Bu gece bizi kim bekleyecek?� diye sordu.

Mücahidler arasından bir ses geldi: �Ben, yâ Resûlallah!�

Peygamber Efendimiz, �Sen kimsin?� diye sordu.

Aynı sesin sahibi, �Zekvân bin Abd-i Kays�ım� diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem, �Sen otur!� diye emretti.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, �Bu gece bizi kim bekleyecek?� diye sordu.

Yine mücahidler arasından bir ses yükseldi: �Ben, yâ Resûlallah!�

Efendimiz, �Sen kimsin?� diye sordu.

Sesin sahibi, �Ben, Ebû Seb�im,� diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz ona da, �Sen otur� buyurdu.

Bir müddet bekledikten sonra Peygamber Efendimiz sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: �Bu gece bizi kim bekleyecek?�

Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: �Ben beklerim yâ Resûlallah!�

Efendimiz, �Sen kimsin?� diye sordu.

�Ben, İbni Kays�ım� diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz ona da, �Sen otur!� dedi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Üçünüz de kalkınız� buyurdu.

Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvân bin Abd-i Kays�tı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Diğer arkadaşların nerede?� diye sorunca, Zekvân, �Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren ben idim� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz ona şöyle duâ etti:

�Git, sen bize muhafızlık et! Allah da seni muhafaza etsin.�

Zekvân, hemen zırhını giyindi. Kalkanını aldı. Bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.1



İslâm ordusu Uhud�da

Sabaha yakın Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ordusuyla birlikte Şeyheyn�den ayrıldı ve Uhud�a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.

Düşman karşıda görünüyordu. Mücahidler cephesinde sabah ezânı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullahın arkasında silâhlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını edâ ettiler.

Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takkesinin üzerine ise miğfer giydi.1



Münafıkların ordudan ayrılması

Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.

Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah bin Übey bin Selûl ortaya atıldı.

�Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi. Benim sözümü dinlemedi.

�Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz�2 deyip kavminden ve münâfıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.

Münâfıkların ayrılmasıyla İslâm ordusu 700 kişiden ibâret kaldı�Kureyş ordusunun dörtte biri kadar.

Abdullah bin Übey, münâfıklardan bir grupla, İslâm ordusundan ayrılmakla kalmadı. Sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç Kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs Kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat, Allah�ın inâyeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.

Kur�ân-ı Âzimüşşanda bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulur:

�Allah, sizden iki birliğin halini de işitip görüyordu ki, onlar dostları ve yardımcıları Allah olduğu halde, bir an bundan gaflet ederek dağılmaya yüz tutmuşlardı. Halbuki mü�minler ancak Allah�a güvenip Ona tevekkül etmelidir.�1



Münâfıklarla ilgili inen âyet

�İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah�ın izniyle idi ve gerçek mü�minleri ayırd etmek içindi.

�Münâfıkları da mü�minlerden ayırıp ortaya çıkarmak içindi. Onlara �Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdâfaada bulunun� denildi. Onlar ise, �Eğer gerçekten bir savaş olacağını bilsek elbette sizin peşinizden gelirdik� dediler. Onlar o gün küfre îmandan daha yakın idiler. Onlar, kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Allah ise onların gizlediklerini hakkıyla bilir.�2



Muhayrık�ın İslâm ordusuna katılışı

Muhayrık büyük bir Yahudî âlimi idi. Medine�de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukkaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat, kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbine çıkışa kadar devam etti.3

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücahidlerle Uhud Gazâsına çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık şöyle dedi:

�Ey Yahudî cemaâtı! Vallahi, siz Muhammed�in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!�

Yahudîler, �Bugün Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz� diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, �Eğer, bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed�indir. O dilediğini yapmaya serbesttir.� diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslâm ordusuna katıldı. Şehid düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona şu iltifatta bulundu:

�Muhayrık, Yahudî ırkından, hayırlı bir kişidir.�1

Muhayrık�ın vasiyeti üzerine Peygamber Efendimize kalan mülkleri: Bisab, Sâfiye, Delâl, Hüsnâ, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostandı.2

Muhayrık�ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine�deki vakıfları umumiyetle Muhayrık�ın mallarındandı.3



İslâm ordusu karargâhı

Günlerden Cumartesi idi. Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, îmân ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat kendisi tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzü ise Medine�ye doğru idi.4

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu arada oldukça mühim bir yer olan Ayneyn Tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr�i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneny Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın buradan İslâm ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti.1

Resûl-i Ekrem okçulara şu emri verdi:

�Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız.

�Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, yardımlarına koşalım demeyin.�2

Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara şu emri verdi:

�Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız.�3

Resûl-i Kibriyânın emri ve talimatı böylesine net ve kesindi.



İki ordu karşı karşıya

İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.

İslâm ordusunda, Zübeyr bin Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeli idi.

Müşrik ordusunun sağ kol kumandanı Halid bin Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil�in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan bin Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah bin Ebi Rabia bulunuyordu.4

Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bin paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.

İslâm ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah�tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de hitabesinde onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahidler, bir an evvel �hücum� emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehid olarak Allah�ın huzuruna çıkmak, ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için yerlerinde duramıyorlardı.

Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.

Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha bin Ebî Talha ortaya atılarak kendinden emin, mağrurane bir edâ ile seslendi:

�Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?�

Karşısına �Esedullah� ünvanının sahibi Hz. Ali çıktı.

�Varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, seni kılıcımla Cehenneme göndermekdikçe veya kılıcınla Cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!� diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca Hz. Ali geri döndü. Mücahidler, �Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?� diye sordular.

Hz. Ali, �Yere düşünce edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki; Allah onu yaşatmayacak öldürecektir� diye cevap verdi.

Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve mücahidler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhâr ettiler.

Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman bin Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.

Bu sefer sancağı yine Abdüddaroğullarından Ebû Sa�d bin Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa�d�a karşı da Hz. Ali�yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan yine Ali oldu. Ebû Sa�d �Esedullah�ın kılıç darbeleri arasında can verdi.

Sa�d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsafi bin Talha bin Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım bin Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü.

Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris bin Ebî Talha aldı. Âsım bin Sâbit Hazretleri onu da bir okla yere serdi.1

Hâris�ten sonra sancağı Kilab bin Talha aldı. Onu da Zübeyr bin Avvam (r.a.) bir hamlede yere serdi.

Bu sefer sancağı Cülâs bin Talha aldı. Onu da Talha bin Ubeydullah Hazretleri öldürdü.

Abdüddâroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi Kureyş müşriklerinin sancağı altında kahraman mücahidler tarafından böylece yere serildiler.

Bundan sonra sancağı yine Abdüddâroğullarından Ertat bin Şürahbil alı. O da Hz. Ali�nin amansız darbeleriyle yere serildi. Sonra sancağı Şurayb bin Kâriz aldı. O da Ashab-ı Kirâmdan biri tarafından öldürüldü.

Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki, sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.2 Abdüddâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından yine onların kölelerinden Suvap sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvap sancağı kol ve pazularıyla tutmaya çalıştı. Fakat, daha fazla dayanamayıp arka üstü yere yıkıldı.

Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahidler kahramanca savaşmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem�in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde: �Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderinden kurtulamaz!� meâlindeki beyit yazılı idi.

�Bu kılıcı benden kim alır?� diye sordu.

Birçok Sahabî birden atıldı. �Ben, ben yâ Resûlallah!� diyerek ellerini uzattılar.

Bu sefer Peygamberimiz, �Bunu hakkını vermek üzere kim alır?� diye sordu.

Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr bin Avvam da vardı. Resûlullah (a.s.m.) vermek istemedi.

Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne�ydi bu! Resûlullaha, �Nedir onun hakkı, yâ Resûlallah!� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Hakkı; eğilip bükülünceye kadar düşmana sallamandır!� buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Dücâne, �Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!� dedi ve Hz. Resûlullahtan kılıcı teslim aldı.

Ebû Dücane, elinde Resûl-i Ekremin şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz Ashabına şu ölçüyü ders verdi:

�Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin [harp halinin] dışında hiçbir zaman sevmez!�1

Ebû Dücane, şimşek sürâtinde, düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir-iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu Ebû Süfyan�ın karısı Hind�in çığlığı idi. Ebû Dücane, ona vurmadı. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr bin Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücane ise şu cevabı verecektir:

�Resûlullahın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!�2

Diğer taraftan Hz. Hamza, elinde iki kılıç, �Ben Allah�ın arslanıyım� diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.

Mücahidlerin hepsi de düşmanla cesurca döğüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!



Düşmanın bozguna uğraması

Şirk ordusu, mücahidlerin bu kahramanca döğüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisin geriye kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak, cesaretin kaynağı îmândan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bile fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisin geri herşeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.

Harbin ilk safhası işte böylesine mücahidlerin üstün çarpışmaları ve Allah�ın yardımı ile Müslümanlar lehine neticelendi.

İslâm ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnâda bir müşrik tarafından Abdullah bin Amr bin Harâm şehid edildi. Uhud�un ilk şehidi bu mücahid oldu.

Oğlu Hz. Cabir der ki: �Babam Uhud seferine çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve �Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehid ben olurum! Kızkardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde� dedi. Gerçekten dediği gibi, ilk şehid kendisi oldu.�1



Harbin seyrini değiştiren hâdise

Düşman ikiye bölünüp sürâtle harp yerinden uzaklaşırken, mücahidler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn Tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud meydanındaki manzarayı seyrediyorlardı.

Bu arada okçularda yerlerinden ayrılıp mücahidlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumandanları Abdullah bin Cübeyr verilen emri hatırlattı:

�Resûlullahın size söylediklerini, verdiği emri ve talimâtı unuttunuz mu?�

Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan bir kaçı müstesna, diğerleri Ayneyn Tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahidlerin yanına gittiler. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.

Birçok okçunun yerlerini terk etmeleriyle İslâm ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhisi ve Kureyş ordusunun süvari kumandanı Halid bin Velid de zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hareretli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.

Halid bin Velid, emrindeki kuvvetlere tepede kalan on kadar okçuyu şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum ânî ve beklenmedik bir anda olmuştu. Herşey birden değişiverdi. Mücahidler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hattâ bazıları silâhlarını bile bırakmıştı.

Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü. Mücahidler iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi. Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.



İslâm ordusunun dağılması!

Önden ve arkadan hücuma mâruz kalıp sıkıştırılan mücahidler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde herşeye rağmen on on beş kadar Sahabî kalmıştı. Bu bir avuç mücahid, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüslerini geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri Hz. Resûlullahın sağ alt çenesindeki mübârek dişlerinden birini şehid etti. Bir diğer taş ise alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamia adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddeti ile miğfer parçalandı ve iki halkası mübârek yüzüne battı.1

Sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde bin Cerrah bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir�e, �Yâ Ebâ Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullahla aramızdan çekil. Bırak da mübârek yüzünden halkaları çıkarayım!� diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.1

Öte taraftan Mâlik bin Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlemin yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine Efendimizin, �Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye Cehennem ateşi erişmez� müjdesine muhatap oldu.2

Bir müşrik tarafından Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden farkına varamayarak Resûl-i Ekrem kazılmış olan çukura yanı üzeri düştü. Çukurun etrafı derhal mücahidler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsâade edilmedi.

Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini kanayan yüzüne sürdü:

�Kendilerini Rablarına îmâna dâvet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?� dedi.

Bu, bir sitemdi, bir serzenişti. Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki âyetleri indirdi:

�Kullarımın tedbir ve idâresinden senin elinde birşey yoktur ve sen onların inkârlarından mes�ul değilsin. Allah dilerse onlara tevbe nasip eder, dilerse zâlim oldukları için onlara azap verir.

�Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah�ındır. O dilediğini doğru yola eriştirip bağışlar, dilediğine de hak ettiği azabı verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.3

Çok az sayıda Müslümanın müşriklere karşı direndiği sıradaydı. Peygamber Efendimiz, bir grup müşrikin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali�ye, �Hücûm et, onlara!� diye emretti.

Allah�ın arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğin üzerine yürüdü. Onları püstürtüp, içlerinden birini de yere serdi.

Bu esnada Cebrâil (a.s.), �Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir� diye seslendi.

Peygamber Efendimiz cevaben, �O, bendendir, ben de ondanım� buyurdu.

Tam o esnada bir ses işittiler: �Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!�1

Mücahidlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnâda, Hz. Sa�d bin Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş kararsız duruyordu. Kendi kendine, �İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum� diyordu.

O sırada mücahidin biri ona, �Yâ Sa�d! Resûlullah seni çağırıyor,� dedi. Hz. Sa�d, derhal, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı. Sonrasını Hz. Sa�d şöyle anlatır:

�Resûlullah beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, �Allah�ım! Bu senin okundur! Onunla düşmanını vur!� diyordum.

�Resûlullah da (a.s.m.), �Allah�ım! Sad�ın duâsını kabul et! Allah�ım! Sa�d�ın atışını doğrult! Devam, devam Sa�d! Babam, annem sana fedâ olsun� buyuruyordu.

�Her ok atışında Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu. Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.) kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları, yaya yerleştirmekte o, herkesten daha çabuk ve sürâtli idi.�

Hz. Ali der ki:

�Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa�d�dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek �feda olsun� dememiştir.

�Uhud günü ona: �At, ey Sa�d! Annem babam sana fedâ olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!� buyurdu.

�Nebî�nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.�1

Hz. Talha bin Ubeydullah�ın Kahramanlığı

Harbin en nazik ve dehşetli anı idi. Müslümanlar önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullahın etrafında kala kala on beş kadar mücahid kalmıştı. Bunlar Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte sabır ve sebât göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz.Talha bin Ubeydullah idi.

Müşriklerin Resûlullahın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Malik bin Zübeyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mâni olmak için, elini oka hedef tuttu. Son sürâtle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.2

Peygamber Efendimiz, �Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah�a baksın� buyurdu.3

Hz. Resûlullahı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha�nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem ona, �Amcanın oğlu ile ilgilen� dedi.

Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı, sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu. Uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir�e �Resûlullah ne yapıyor?� diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, �İyidir. Beni sana o gönderdi� diye cevap verince bu kahraman ve fedakâr Sahabî şöyle dedi:

�Allah�a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için bir hiçtir!�1

İ�lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedâkarlıktan dolayı Hz. Resûlullah tarafından bu harpte �Talhatü�l-Hayr (Hayırlı Talha)� olarak adlandırılan Hz. Talha, Uhud�dan döndüğü zaman vücûdunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.2



Hz. Hamzâ�nın şehâdeti

Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.

Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve �Allah�ım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim� diye duâ ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çâresini arıyorlardı.

Mekke�de, Vahşi adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerikli idi. Tesbit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.

Kureyş ordusu Mekke�den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr bin Mut�im kölesi Vahşi�yi yanına çağırmış ve �Orduya katıl. Eğer Muhammed�in amcası Hamza�yı amcam Tuayma bin Adiy yerine öldürürsen hür ve âzadsın� demişti.1

Bedir�de babası öldürülen Ebû Süfyan�ın karısı Hind de bunun için Vahşi�ye bir çok mükâfatlar vaad etmişti.

Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza�yı gözetip duruyordu. Hz. Hamza�nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş bekliyordu.

Düşmanın üzerine dolu dizgin yürüyen Hz. Hamza�nın bir ara ayakları kaydı ve arka üstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman Sahabînin böğrüne sapladı ve onu şehid etti. Vahşî bununla da yetinmedi. Ebû Süfyan�ın karısı Hind�in gönlünü yapmak için göğsünü yarıp, ciğerini de alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî�ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi.2 Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza�nın başucuna vardı; burnunun, kulağını kendine bilezik, pazband ve halhal yapmak niyetiyle kesti.3

Mücahidlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı. Herşeye rağmen Resûlullahın yanından ayrılmayan mücahidler de vardı. Bunlardan biri de İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus�ab bin Umeyr idi.

İbni Kamia denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı:

�Gösteriniz bana Muhammed�i! O, kurtulursa, ben kurtulmayayım� diyerek haykırıyordu.

Hz. Mus�ab, mücahidlerden birkaç kişi ve Nesîbe Hatun ile İbni Kamia�ya karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullahı korumaya çalışan Hz. Nesîbe�nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesîbe Hatun da, cesurca ona bir çok darbeler indirdi. Fakat, bu müşrikin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.

İbni Kamia, önüne çıkan Hz Mus�ab�ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus�ab İslâmın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamia bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus�ab sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullaha ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamia bu sefer mızrağıyla vücûdunu deldi. Hz. Mus�ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.1

Hz. Mus�ab, şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali�ye verdi. Hz. Ali, çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.

�Muhammed öldürüldü� yaygarası

Mus�ab bin Umeyr Hazretleri zırhını giydiği zaman Resûl-i Kibriyâ Efendimize pek benzerdi. İbni Kamia da Hz. Mus�ab�ı şehit etmekle Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak: �Muhammed�i öldürdüm� dedi.2

Bunu duyan müşrikler sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de dağ başına çıkarak, �Muhammed öldürüldü� diye yaygarayı bastı.

Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahidlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslâm ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden ve harp sahasını terk ediyorlardı. Bu dehşetli hengâmede farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta, bu karışıklık esnasında Huzayl bin Cabir, bir başka Sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.

Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahidler, Hz. Resûlullahı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahidlerin o anda en büyük ve tek arzusu artık, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bulmak olmuştu.

Bu esnada yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: �Ey Müslümanlar! Müjde size, işte Resûlullah!�

Bu sesin sahibi Ka�b bin Mâlikti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi�b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken eliyle de Resûl-i Ekremin bulunduğu yeri gösteriyordu.1

Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka�b�â eliyle, �Sus, sus!�2 diye işaret verdi.

Artık Hz. Resûlullahın yeri tesbit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı� Mücahidler derhal Resûl-i Ekremin bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahidlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullahın vücudunu muhafaza etmek! Bunu başardılar.

Ümmü Umâre Nesîbe bint-i Ka�b, kocası ve iki oğluyla birlikte İslâm ordusuna katılıp Uhud�a gelmişti. Kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak, harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullahın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesîbe Hatun, derhal Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla Resûl-i Zişan Efendimizi müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz sağına soluna baktıkça Nesîbe Hatunun müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:

�Ey Ümmü Umâre! Senin katlandığın dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz.�

Peygamberimiz, Nesibe Hatunun omuzundan aldığı yarayı görünce oğlu Abdullah�a, �Annenin yarasını sar, annenin!� dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

�Ev halkınızı Allah mübârek kılsın. Senin annenin makamı, filânca ve filâncalarının makamından hayırlıdır. Babanın makamı da filân ve filânların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filân ve filânların makamından hayırlıdır! Allah size, ev halkınıza rahmet etsin.�

O esnada îmânın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesîbe Hatun, �Yâ Resûlallah! Allah�a duâ et de, Cennette sana komşu olalım!� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Allah�ım, bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et� diye duâ etti.

Bunun üzerine Nesîbe Hatun sevinç içinde, �Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem. Bu bana yeter,�1 diyerek Allah ve Resûlullaha karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.

Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta, Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.

Gariptir ki, Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz, �O, Cehennemliktir� derdi. Sahabîler bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

Kuzman, harbin en şiddetli anında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hattâ İslâm ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı, �Ölmek kaçmaktan hayırlıdır. Ey Evs hânedanı, siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız� diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.

Sahabîler hâlâ Efendimizin, �O, Cehennemliktir� sözünün mânâsını anlamış değillerdi.

Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman nasıl Cehennemlik olabilirdi?

Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman�ın gerçek yüzünü Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle biliyordu.

Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman�ı Sahabîler: �Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana,� diyerek tebrik ettiler.

Kuzman ise verdiği cevapla gerçek mahiyetini ortaya koydu:

�Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım.�1

Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.2

Sahabîler, bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimizin sözünün hakikatını anladılar. Kuzman�ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı Allah yolunda, Allah için değil, kavim ve kabilesinin şan ve şerefi ve Medine�deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.

Kuzman�ın kendi kendisini öldürdüğü haberini alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah�ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!� dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

�Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyid eder!�1

Âmellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir. Yani, amelin Allah�ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.

İhlas ile söylenmeyen bir sözün yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiç bir kıymeti ve değeri yoktur. İşte bunun apaçık bir misâli Kuzmân hâdisesidir.

Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırlarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mübârek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:

�Allah�ım, kavmimi affet. Onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.�2



Hazin netice

Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatına varınca, derlenip toparlanan mücahidler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir edâ ile geri çekildiler.

Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.

Harpte, mücahidlerden yetmiş kişi şehid düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus�ab bin Umeyr gibi çok güzîde Sahabîler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesîbe Hatun gibiler, Resûl-i Kibriyâyı muhafaza etmeye çalışırlarken, vücudları delik deşik olmuştu.

Harbin bir safhasında mücahidlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullahın emir ve talimatına riâyet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlûbiyete inkılab etmiş; Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, �O bizi sever, biz de onu severiz� buyurduğu Uhud�u bir hüzün bulutu kaplamıştı.

Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa�d bin Muaz ve Sa�d bin Ubâde�ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi�b�deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takattan da mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha bin Ubeydullah yere çöktü, �Buyur, yâ Resûlallah, ben kuvvetliyim� diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.

Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.

Peygamberimizin, Übeyy bin Halef�i öldürmesi

Bedir Harbinden önceydi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harp sahasında dolaşırken, �Burası Ebû Cehil�in, burası Utbe�nin, burası Ümeyye�nin, buralar da filânın ve filânın öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halef�i de ben kendi elimle öldüreceğim� buyurmuştu.

Bedir�de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye bin Halef, mücahidler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı. Bu adam Kureyşin ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimize, her karşılaşmasında şöyle derdi:

�Ey Muhammed. Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Birgün gelir, onun sırtında seni öldürürüm.�

Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: �Belki, inşaallah, ben seni öldürürüm.�1

İşte Übeyy bin Halef, Bedir�de mücahidler tarafından canı Cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye�nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek, Uhud�a çıkıp gelmişti.

Hz. Resûlullahın Şi�b�e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy�in gelmekte olduğu görüldü. Mekke�de günde on altı okka darı ile beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden Sahabîler önüne çıkıp, hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, �Bırakın, gelsin� diyerek mücahidlerin karşı çıkmasına mâni oldu. Resûl-i Ekreme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından, �Ey Muhammed, sen kurtulursan, ben kurtulmayayım� lafları dökülüyordu.

Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullahın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp, geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, �Nereye kaçıyorsun, ey yalancı� diye sesleniyordu.

Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.

Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, �Vallahi, Muhammed beni öldürdü� diyordu.

Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:

�O bana (Mekke�de) �Seni öldüreceğim� demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür.�1

Übeyy bin Halef, birgün bile yaşamadan, �Susadım, susadım!� çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriyânın, Allah�ın izniyle, istikbalden haber vermiş olduğu bir mûcizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.

Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah bin Şihab-ı Zührî, Utbe bin Vakkas, Abdullah bin Kamia ve Übeyy bin Halef bir araya gelerek Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip and içmişlerdi.2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, �Allah�ım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın� diye duâ etti.

Sa�d bin Ebî Vakkas der ki: �Vallahi, Resûlullahı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden bir yıl geçmedi.�

Bunlardan biri olan İbni Şihab�ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamia ise, Uhud�dan Mekke�ye döndükten sonra, davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.3



Ebû Süfyan�ın seslenişi

Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra kayalıklara çıkmış bulunan mücahidlerin yanına geldi ve �Müslümanlar arasında Muhammed var mı?� diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde, Peygamber Efendimiz, �Cevap vermeyiniz� buyurdu.

Bu sefer Ebû Süfyan, �Aranızda Ebû Bekir var mı?� diye sordu. Hz. Resûlüllah yine cevap verilmesine müsaade etmedi.

Kureyş reisi bu sefer, �Aranızda Ömer yok mu?� diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, �Herhalde bunların hepsi öldürülmüş, Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi.� diye bağırdı.

Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, �Yalan söylüyorsun ey Allah�ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar� dedi. Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:

�Hübel�in şânı yüce olsun!�

�En büyük en yüce olan Allah�tır!�

�Bizim Uzzamız var, sizin yok!�

�Bizim Mevlâmız Allah�tır. Sizin Mevlânız yok!�

�Bir gün yenildik, bir gün yendik!�

�Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala�yı Hanzala�ya karşı, filânı filâna karşı öldürdük!�

�Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz Cennette, sizinkiler ise Cehennemdedir.�

Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer�e, �Ey Ömer, Allah aşkına doğru söyle! Muhammed�i öldürdük mü?� diye sordu.

Hz. Ömer, �Hayır, vallahi onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!� diye cevap verdi.

Hz. Ömer�e itimadı olan Ebû Süfyan Peygamberimizin hayatta olduğuna inanmıştı artık. Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı:

�Gelecek yıl, sizinle Bedir�de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz.�

Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatını beyân etmesini bekledi. Kendisinden, �Olur! İnşaallah orası bizimle sizin buluşma yeriniz olsun� emri gelince, Hz. Ömer, �Olur� diye cevap verdi.1



Peygamberimizin şehidler arasında dolaşması

Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke�ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahidlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi. Cesedleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz eden şehidler arasında dolaştı. Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzîde Sahabîlerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehidler hakkında vahşice muâmelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tınınmaz bir hale getirmişlerdi. Onların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, �Ben, Kıyamet gününde, şu şehidlerin Allah yolunda canlarını fedâ ettiklerine şâhidlik edeceğim� buyurdu.

Daha sonra Ashabına dönerek, �Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz. Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, Kıyâmet gününde Mahşere yaraları kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokuları mis kokusu gibi olacaktır� diye ferman etti.2

Şehidler arasında Efendimizin amcası kahraman Sahabî Hz. Hamza da vardı. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübârek cismini gören Resûl-i Kibriyâ Efendimiz öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki, bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O anâ kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. �Seyyidü�ş-Şühedâ (şehidlerin efendisi)� olan bu cesaret abidesi Sahabînin cesedi başında durdu. Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi:

�Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiç bir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır!

�Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!

�Ey Resûlüllahın amcası Hamza!

�Ey Allah�ın ve Resûlünün arslanı Hamza!

�Ey hayırlar işleyen Hamza!

�Ey Resûlullaha koruyucu olan Hamza!

�Allah, sana rahmet etsin!

�Eğer senden sonra yas tutmak gerekeydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım.�1

O esnâda, Medine tarafından tozu dumana kata kata birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan bir kadındı. Hz. Hamza�nın anne-baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi. Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne gelene Hz. Hamza�nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu. Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr bin Avvam�a, �Annene söyle geri dönsün. Kardeşinin cesedini görmesin� diye emretti.

Hz. Zübeyr annesini karşıladı: �Anneciğim! Resûlullah, geri dönsün diye emretti� dedi.

Hz. Safiyye, �Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiştim. O, bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz Allah yolunda bundan daha beterine de razıyız. Sevâbını Allah�tan bekleyeceğiz. İnşaallah sabredip, katlanacağız�2 diye kahramanca cevap verdi.

Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince Efendimiz Hz. Safiyye�nin kardeşi Hz. Hamza�yı görmesine müsâade buyurdu.

Hz. Safiyye, Şehidlerin Efendisi kardeşinin yanına vardı. Başucunda oturdu. Sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah�ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan, �İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn� âyet-i kerimesini okudu. Aziz kardeşine de Allah�tan rahmet ve mağfiret dileğinde bulundu.1

O esnâda Hz. Cebrâil geldi. Peygamber Efendimize Hz. Hamza�nın göklerde, �Allah�ın ve Resûlullahın arslanı� diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye�ye iletti.2

Muharebenin şiddetli gününde Abdullah bin Cahş ile Sa�d bin Ebî Vakkas Hazretleri bir kenara çekilip Cenâb-ı Hakka duâ etmişlerdi. Sa�d: �Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım� diye duâ etmişti. Abdullah bin Cahş (r.a.) ise onun duâsına �Âmin� dedikten sonra, �Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım. Onunla çarpışayım ve sonunda şehid olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenâb-ı Hak bana, �Burnun ve kulakların nerede kesildi� diye sorunca, �Ya Rabbi! Senin ve Resûlünün yolunda kesildi� diye cevap vereyim� diye duâ etmişti.

Şehidler arasında Abdullah bin Cahş da vardı. Ve aynen duâ ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa�d bin Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.

Şehidler arasında İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus�ab bin Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz onun yanına vardı: �Mü�minlerden, Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah�a verdikleri söze sâdık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehidliğe kavuştu; kimi de böyle bir âkibeti beklemektedir. Onlar, sözlerini hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir.�1 meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu.

Hz. Mus�ab�a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabîler bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu durumu görünce, �Baş tarafını kalkanı, ayaklarını ise ızhır otu [bir çeşit kokulu ot] ile örtünüz� diye emretti.

Allah yolunda, Resûlullah ve İslâm uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehid olmak! Şehid olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!

Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehidlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehidlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivâyet edilmiştir.2

Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerindeki silâh ve zırhları çıkarıldıktan sonra şehidlerin kanları ve kanlı elbiseleriyle gömülmelerini emretti.

Sahabîler, �Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?� diye sordular.

Resûl-i Ekrem, �En çok Kur�ân bileni önce defnediniz� buyurdu.3

Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke�ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali�yi huzuruna çağırdı, �Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım ne yapıyorlar? Ne yapmak istiyorlar?

�Eğer, onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke�ye dönmek istiyorlardır. Şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine�ye yürümektir� diyerek kendisini keşfe memur kıldı.

Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekreme haber verdi.



Peygamberimizin harp sonrası duâsı

Şehid Sahabîler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle birlikte Medine�ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabb-ı Rahimine şu içli niyazı yaptı:

�Allah�ım! Hamd ve senâ ancak Sanadır.

�Allah�ım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak hiçbir kuvvet yoktur.

�Senin dalâlette bıraktığını, hidâyete erdirecek yok, Senin hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur.

�Senin vermediğini kimse veremez ve Senin verdiğini de kimse engelleyemez.

�Allah�ım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize.

�Allah�ım! Ben, yoksul olduğum günde senden ni�met, korkulu olan günde de emniyet dilerim.

�Allah�ım! İmanı sevdir bize! Kalblerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğyandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle bizi.

�Allah�ım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat! Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat. Ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.

�Allah�ım! Senin Peygamberini yalanlayan, Senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezâlarını ver! Onlara hak ve gerçek olan azabı indir!�1

Fahr-i Kâinatın bu içli, hazin ve düşündürücü duâsına mücahidler de �Âmin�lerle katılıyorlardı.

Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duâsını kabul buyuracak, İslâm dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv u perişan edecektir.

Medine�ye dönüş ve karşılanış

Ensar kadınları Mekke sokaklarına dökülmüşlerdi. Gelen orduyu seyrediyorlar, Hz. Resûlullahın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek istiyorlardı. İslâm ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşam üzeri Medine�ye giriyordu. Kadınlar şehid olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ekremin de gözlerinden yaşlar aktı.

Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa�d bin Muâz�ın annesi Ubedy kızı Kebşe idi. Uhud�da oğlu Amr bin Muâz�ı şehid vermişti. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i Ekreme iyice yaklaştı, onun nuranî simasına başını kaldırıp baktı ve �Babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Seni sağ salim gördüm. Sen sağ salim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir� dedi.

Bu cümleler gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sakadâtın ifadesiydi. Şehid düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlulahın sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu.

Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslâm kadınına şehid olan oğlundan dolayı taziye diledi ve şu müjdeyi verdi:

�Ey Sa�d�ın annesi sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehid düşenlerin hemen hepsi Cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar ev halklarına da şefâat edeceklerdir.�

Sonra da Kebşe Hatunun arzusu üzerine ev halkına şu duâda bulundu:

�Allah�ım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri yok et! Geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl.�

Kalbi nübüvvet iksiriyle temas halinde olan Sahabînin Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslâm davâsının ancak fedakârlıklar, ferağat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslâm uğrunda, Resûlüllah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

�Cenâb-ı Hak, Ashabımı �Nebî ve Resûller hariç�bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı.1

Uhud�dan dönen Sahabîler mağlubiyetin kalblerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de Hâne-i Saâdetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma�ya kılıcı Zülfikârı uzatarak, �Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi o, bugün yapacağı vazifeyi bihakkın yaptı!� buyurdu.2

Kâinatın Efendisi ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla meyûs değildi. Hak ve hakikatın er geç şer ve batıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma�ya söylediği şu sözler bu gerçeği aksettiriyordu:

�Allah, fethi bize nasib edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır.�1

Medine�ye gelen Peygamberimiz hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ânî baskın yapma tehlikesi her an söz konusu idi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar Hâne-i Saâdetin kapısında nöbet tuttular.

Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.

Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da Efendimize yarasının sarılması için koşanlar arasındaydı. Uhud�da babası Akrabe şehid olmuştu. Hz. Resûlullahın huzuruna babasız kalmanın verdiği ıztıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.

Resûl-i Ekrem Büceyr�in de derdine derman oldu. �Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa razı olmaz mısın?� dedi.

Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr�in gözlerinin içi güldü. Üzüntü ve kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği eziklik duygusundan kurtularak, �Babam, anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Razı olurum elbet!�2 diyerek sevincini izhar etti.

Resûl-i Ekrem şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve �Adın ne?� diye sordu.

Çocuk, �Büceyr� dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Hayır! Sen Beşir�sin� buyurarak ismini değiştirdi.

Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir sonradan şöyle diyecektir:

�Başımda Resûlullahın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı. Diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı, peltekliğim de o andan itibaren geçti gitti!�1

* * *



Uhud Mağlûbiyetinin Bazı Hikmetleri

Uhud Muharebesinde, Müslümanların mağlup duruma düşmeleri bir kısmının yaralanması, diğer bir kısmının şehid olmasının bir takım hikmetleri vardı:

1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği bu musibetle gayet açık bir surette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn Tepesine yerleştirdiği okçulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği halde, onlar Müslümanlar galip geldiler düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesi ise, Müslümanların elde ettikleri parlak muzafferiyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.

2) Peygamberlerin de dünya mihmet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar insanlara her hususta rehber olarak gönderilmişlerdir.

Peygamber Efendimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gönderilmiştir. Tâ ki, insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhi yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mu�cizelere istinad etseydi, o vakit mutlak îmân ve insanlığın en büyük rehberi olamazdı. Bu hikmete binaendir ki, Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mûcize göstermiştir. Sair zamanlarda o da, diğer insanlar gibi, Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu Adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, �sipere giriniz� emrederdi. Uhud�da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi.

Ayrıca, şayet Peygamber Efendimiz, her zaman İlâhî yardıma mazhar olup mûcizeler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihan sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir-i Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirinden ayırdedilmesi bu durumda mümkün olmazdı.

Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münâfıklar, sözleri ve davranışlarıyla kendilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğmuş oluyordu.

3) Müşrikler içinde, o zamanda Sahabîler safında bulunan Sahabîlere mukabil gelecek Hz.Halid bin Velid, Amr bin As gibi birçok zatlar vardı. Denilebilir ki, Hikmet-i İlâhiyye, istikbalde, Sahabîler safında yer alıp büyük hizmetler görecek olan bu zatların şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarlarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, istikbalde elde edecekleri hasenatlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş. �Demek, mâzideki Sahabîler, müstakbeldeki Sahabîlere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] korkusuyla değil, belki bârikâ-ı hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin!�1

* * *



Hamrâü'l-Esed Seferi

Uhud�dan Medine�ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Kureyş müşriklerinin geri dönüp Medine�ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.

Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel bertaraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların eski güç ve cesaretlerini korudukları etrafa gösterilmeli idi.

Peygamber Efendimiz Uhud�dan Medine�ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra Hz. Bilâl�i huzuruna çağırdı ve şöyle seslenmesini emretti:

�Resûlullah, düşmanımızı takip etmemizi size emrediyor! Dün, Uhud�da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud�a katılanlar geleceklerdir!�1

Sahabîlerin çoğu Uhud�dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Resûlullahın İ�lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.

Abdü�l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Rafi� bin Sehl ağır yaralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu dâvetini duyunca bir anda yaralarının ağrı ve sızısını sanki unutuverdiler ve ne yapıp da bu dâvete katılabiliriz diye düşünmeye başladılar. �Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Resûlullah ile gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?� diyorlardı.

Abdullah, Rafi�e, �Haydi gidelim,� deyince, Rafi�, �Vallahi benim yürümeye takatım yok� diye cevap verdi.

Abdullah diretti, �Haydi gel! Olmazsa bir hayvan kiralarız!�

Sonunda yola çıktılar. Rafi� takattan kesilince Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahidlere katıldılar.1

Ağır yaralılardan biri de Üseyd bin Hudayr adındaki Sahabî idi. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ekremin emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahidlere katıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı. Alnı yarılmıştı. Azı dişi kırılmış, dudağı yarılmış, sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri görünmüyordu. Bu hâliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali�ye verdi, yerine Abdullah bin Ümmi Mektum�u vekil bırakarak Medine�den ayrıldı.

Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Kureyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak onları yakalayıp şehid ettiler.

Resûl-i Ekrem, Hamraü�l-Esed mevkiine vardı. Karargâhını orada kurdu. Şehid edilen gözcülerden ikisini de orada bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yakmak üzere mücahidlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bütün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş etrafa bir korku ve dehşet saldı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan bir kişi yakalandı. Bu adam, Bedir�de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Peygamberimiz ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dâir söz verince fidyesiz salıverilen şair Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durmamış ve tekrar Uhud�a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.

Ebû Azze yine Peygamber Efendimizden serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve keskin oldu:

�Mü�min bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mekke�de ellerini yanaklarına sürdürüp �İki kere Muhammed�i aldattım, onunla gönül eğlendirdim� dedirtmem.�



Emir üzerine, boynu vuruldu.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamrâü�l-Esed mevkiinden ayrılmamıştı. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Huzaalılardan Ma�bed bin Ebî Ma�bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları kadar, müşrik olanları da Peygamber Efendimize son derece bağlı idiler. Olup bitenlerden hiçbir şeyi ondan gizlemezlerdi.

Ma�bed henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendimize sadık biri idi.

�Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah�ın onlara karşı sana sıhhat ve afiyet vermesini dileriz� diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.

Ma�bed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam etti. Revhâ denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. Onlar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemişlerdi. Şöyle diyorlardı:

�Muhammed�in Sahabîlerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük. Fakat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke�ye nasıl gideceğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz.�

Görüldüğü gibi gelişmeler Peygamber Efendimizin kanaatını doğruluyordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.

Kureyşin reisi Ebû Süfyan, Ma�bed ile karşılaşınca, �Ey Ma�bed, geldiğin yerden ne haber?� diye sordu.

Ma�bed, �Muhammed ve Sahabîleri, şimdiye kadar bir benzeri görülmemiş sayıda askerle takibinize çıktılar� cevabını verdi:

Ebû Süfyan hayretle, �Eyvah! Neler söylüyorsun sen!� dedi.

Ma�bed gayet sakin bir edâ ile, �Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün� diye konuştu.

Ebû Süfyan hiddetli hiddetli, �Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini kazıyacağız� dedi.

Ma�bed, Ebû Süfyan�ın hiddetine aldırmadan, �Ben sana, böyle tehlikeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim. Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım� dedi.

Ebû Süfyan�ın hiddeti meraka döndü. �Neler söyledin bakayım?� dedi.

Ma�bed şiirine başladı:

�Çocuklarından ve dehşetli gürültülerinden, az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!

�Sanki yeryüzünde insan ve at seli akıyordu. Yanlarında mızrak ve kalkanları bulunmayan, silahsız bodur ve şanlı arslanlar koşuyorlardı sanki!

�Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!

�Acele yanlarından uzaklaştım.

�Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yüksekmişler!

�Onlar, sizinle karşılaşınca, Bethâ Vadisi sakinleriyle beraber sallanacak!

�Yazık oldu dedim, Ebû Süfyan bin Harb�a!

�Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve onlardan her düşünen kimse için, neticenin dehşetli olacağını haber veren bir ikazcıyım!

�Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed�in ordusudur ki, o ordu bayağı insanlardan teşekkül etmemiştir!

�Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibâret değildir.�1

Ma�bed�in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan�la arkadaşlarının kalplerine korku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke�nin yolunu tuttular.

Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifâ etmiş olan Ma�bed ise kabilesinden biri ile durumu Peygamber Efendimize bildirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamrâü�l-Esed�de üç gece kaldı. Düşmandan herhangi bir hareket görmeyince Medine�ye döndü.

Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamrâü�l-Esed Seferi olarak da anılır.

Bu sefer münasebetiyle inen âyet-i kerimelerin bir kaçında meâlen şöyle buyuruldu:

�Yaralandıktan sonra yine Allah�ın ve Resûlünün dâvetine uyanların mükâfâtını Allah elbette zâyi etmez. Onlardan iyilik edip de vazifelerini hakkıyla yerine getiren ve kötülükten sakınanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.

�Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara �Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun� dedikleri zaman onların îmanı ziyadeleşti ve �Allah bize yeter; O ne güzel vekildir� dediler.2


 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 4. senesi

Hicretin Dördüncü Senesi

Reci' Vak'ası

Hicretin 4. senesi, Sefer ayı. Uhud Harbinden sonra Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde İslâmın merkezi Medine�ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Harekete hazırlananlardan biri de Huzeyl Kabilesinden Halid bin Süfyan idi. Medine üzerine yürüyebilmek için hazırlıklarını tamamlamıştı ki, Peygamber Efendimiz durumu haber almıştı. Ashab-ı Suffadan Abdullah bin Üneys�i haberin doğruluğunu tahkik etmek için göndermişti. Yayılan haberin doğru olduğunu bizzat hareketi planlayan Halid bin Süfyan�dan öğrenen Abdullah bin Üneys bir fırsatını kollayıp, kılıcıyla onu öldürmüştü.1

Bu hâdise, civar kabilelerin bir müddet sessiz sedâsız durmalarını sağlamıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş oluyordu.

Sinsi düşman, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkamayacağını anlayınca, bu intikam duygusunu tatmin için başka yollar aradı. Ma�sum kılığına girerek Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir heyet Medine�ye çıkageldi. Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktılar ve şöyle dediler:

�Yâ Resûlallah! Kabilemiz arasında İslâmiyet yayılmış durumda. Sahabîlerinden bir kaçını İslâm hükümlerini tebliğ etmek, Kur�ân okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder!�2

Resûl-i Ekrem, İslâma hizmet teşkil edecek bu ma�sum ve ma�kul görünen talebi cevapsız bırakmadı. Mersed bin Ebî Mersed başkanlığında 10 Sahabîyi gelenlerle birlikte gönderdi. İrşad vazifesi ile yola çıkan on Sahabîden isimleri bilinen yedisi şunlardı: Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bukeyr, Abdullah bin Târık, Âsım bin Sâbit, Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Muattib bin Ubeyd.1

İrşad heyeti, Huzeylilere âit Reci� adındaki su başına geldiklerinde âdi ve alçakça bir hıyânetle karşı karşıya bulunduklarını anladılar. Bir anda Benî Lihyan�dan yüz kadar okçunun hücûmuna maruz kaldılar. �Biz Müslüman olduk, bize irşad heyeti gönder� diye yalvaran bu adamlar, şimdi Müslüman mürşidleri Lihyanlıların okçularına teslim ediyorlardı.

Müslümanlar kılıçlarını sıyırarak bir dağa iltica ettiler. Kendilerini kılıçlarıyla müdâfaa etmeye kalktılarsa da kısa zamanda mukavemetleri kırıldı. Hâinler, Müslümanların sığındıkları dağın etrafını sardılar:

�Eğer yanımıza inip teslim olursanız sizi öldürmeyiz!� diye seslendiler. Müslüman muallimler, müşriklerin bu sözlerine güvenmeyip teslim olmayı reddettiler. İçlerinden Âsım bin Sâbit, �Ben, müşriklerin himâyesini ömrüm boyunca kabul etmemek üzere yeminliyim. Vallahi, ben bu kâfirlere asla teslim olmam!� dedi.

Sonra da, �Allah�ım! Resûlünü durumumuzdan haberdar et!� diye duâ etti. Bir taraftan da müşriklere ok yağdırıyordu. Ok atarken de, �Ben ne diye çarpışmayayım ki, gücüm, kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayımın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte.

�Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir.

�Takdir edilen elbette başa gelecektir.

�İnsanlar er geç Allah�a dönecektir.

�Eğer, ben sizinle çarpışmazsam annem evlâdsız kalsın,� diyordu.1

Bu kahraman Sahabî, oku bitince, mızrağını kullanmaya başladı. O da kırılınca kılıcına sarıldı. Böylece bir çok müşriği yere serdikten sonra son duâsı şu oldu:

�Allah�ım! Ben, Senin dinini korumaya çalıştım. Sen de cesedimi müşriklerden koru!�

Diğer Sahabîler de kahramanca çarpıştılar. Ancak, yüz kişiye karşı on kişi ne yapabilirdi ki! Sonunda aralarında Âsım bin Sâbit�in (r.a.) bulunduğu yedi Sahabî müşrik oklarıyla şehid oldular. Geri kalan üç Sahabî ise, müşriklerden kendilerini öldürmeyeceklerine dair kesin söz alınca teslim oldular. Müşrikler üçünü de yaylarının kirişleriyle sıkıca bağladılar. Sonra Mekke�nin yolunu tuttular. Maksatları, onları götürüp Müslümanlara karşı kalpleri kin ve nefretle dolu Kureyş müşriklerine satmaktı.

Yolda Abdullah bin Tarık, bir fırsatını kollayıp kaçtı. Ancak bu kaçış, hayata değil, şehâdete idi. Müşriklerin attıkları taşlarla o da şehid oldu. Geriye iki kişi kaldı: Zeyd bin Desinne ve Hubeyb bin Adiyy. Bunları da götürüp Mekke�de sattılar.

Âsım bin Sâbit, Uhud Muharebesinde Sülâfe adındaki azılı bir müşrik kadının iki oğlunu öldürmüştü. Bu şerir kadın, Hz. Âsım�ın başını eline geçirdiği takdirde, onunla şarap içeceğine dair yemin etmişti. Lihyanoğulları bunu biliyorlardı. Bu sebeple hunharca şehid ettikleri Hz. Âsım bin Sâbit�in başını alıp Mekke�deki bu kadına götürmek istiyorlardı. Ancak Allah kendilerine bu fırsatı vermedi. Âsım bin Sâbit�in (r.a.) şehid olmadan az önce, �Allah�ım! Müslüman olduğum günden beri Senin yüce dinini müdafaa ve himâye etmek için nefsimi fedâ ettim. Bugün son günümdür. Sen de benim cesedimi müşriklerin dokunmasından muhafaza eyle�2 diye ettiği duâsını Cenâb-ı Hak kabul etti. Müşrikler cesedinin başına yaklaşmak istediği sırada, cesedin başında birden bir arı sürüsü peyda oldu ve onları cesede yaklaştırmadı. Bunun üzerine cesedi sabahleyin gelip almak üzere ayrıldılar. Ancak sabahleyin geldiklerinde cesed ortada yoktu. Şaşırdılar. Çünkü Cenâb-ı Hak, gece bir yağmur yağdırmış ve bu büyük Sahabînin

cesedini necis müşriklerin ellerinin dokunmasına fırsat vermeden sellere sürükletip götürmüştü.

Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd�in şehâdeti

Lihyanoğulları tarafından Mekke�ye götürülen Hz. Hubeyb bin Adiyy ile Zeyd bin Desinne Bedir�de yakınları öldürülenler tarafından satın alınmış ve hapsedilmişlerdi. Kureyş�in kararı bu iki Sahabîyi şehid etmekti. Bir müddet hapiste işkence ve eziyetlere maruz bıraktıktan sonra, bir gün alıp ikisini birlikte Ten�im mevkiine götürdüler. İki kahraman Sahabî son olarak kucaklaşıp birbirlerine sabır tavsiyesinde bulundular.

Ten�im denilen yer, sanki bayram yeriymiş gibi, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkekle dolmuştu. Bu iki ma�sum Sahabînin ma�ruz kalacakları gaddar hareketi seyre gelmişlerdi. Hürriyet ve insanlığı ayaklar altına alan canîleri alkışlamaya koşmuşlardı. Yarım kalan Uhud muvaffakiyetleriyle, Bedir mağlubiyetinin acısını çıkaramadıklarını biliyor ve o acıyı, hıncı ve intikamı, bu iki ma�sum, müdafaasız ve silâhsız Sahabîyi darağacında sallandırmakla almaya çalışıyorlardı.

Çukur kazılmış, direk dikilmişti. Hz. Hubeyb�i direğe doğru götürdüler. Gönlü Allah ve Resûlünün muhabbetiyle dopdolu Hz. Hubeyb, telâşsız, tereddütsüzdü. Dini uğrunda şehid olmayı en büyük şeref biliyordu. İki rekât namaz kılmak için müsâade istedi. İzin verilince bütün samimiyeti ile Yüce Mevlâsının huzuruna yöneldi. İki rekât namazını kıldıktan sonra müşriklere dönerek, �Vallahi,� dedi, �eğer Hubeyb ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım.�1 Hz. Hubeyb bu hareketiyle, idamdan önce, iki rekât namaz kılma âdetini de başlatan ilk insan oluyordu.2

Müşrikler ona, �Muhammed�in dinini terk eder ve ecdadının dinine dönersen sana emân veririz!� dediler.

Kahraman Sahabî, �Vallahi hayır! İslâmdan asla dönmem. Hattâ dünya, içindekilerle beraber bana verilse yine de dönmem!� diye cevap verdi.

Bu sefer müşrikler, �Doğru söyle, şimdi senin yerinde Muhammed olsa ve sana bedel o öldürülse memnun olurdun, değil mi?� diye sordular.

Gönlü Resûlullaha muhabbetle yanıp tutuşan Sahabîden gelen cevap müşrik cânileri şaşırttı, tüylerini diken diken etti:

�Allah�a yemin ederek söylüyorum ki, Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, evimden, hayatımdan, çoluk çocuğumdan olmaya razıyım.�

Müşrikler fedakârlığın böylesini görmemiş, Allah ve Resûlüne bağlılığın tatlı saâdetini yaşamamış oldukları için Hubeyb Hazretlerinin bu cevaplarına gülüp geçiyorlardı.

Etrafına bakan büyük insan hiç bir nurânî yüz göremiyordu. Bütün suratlar abustu, şirkin çirkinliği yüzlerine aksetmişti sanki. Resûlullaha selâmını iletecek kimseler yoktu o kocaman kalabalıkta. Bizzat kendi ağzıyla, hayatını uğruna fedâ ettiği Resûlullaha darağacında selâm yollamaktan başka çaresi yoktu. Şöyle niyazda bulundu:

�Allah�ım, şu anda düşman yüzlerden başka yüz göremiyorum. Allah�ım, şurada selâmımı Resûlüne ulaştıracak hiç kimse yok. Ne olur, ona selâmımı Sen ulaştır.

�Allah�ım! Sen, bize Resûlünün peygamberliğini bildirdin. Bize revâ görülenleri de ona sabahleyin bildir.�1

Bu hazin duâ yapılırken, Resûl-i Ekrem Efendimiz de Medine�de Hubeyb�in selamını, �Aleykesselâm� diyerek aldı. Sonra Ashabına dönerek, �Kureyş, Hubeyb�i şehid etti� buyurdu.

Hz. Hubeyb ise şehid edilmeden önce, eli kolu ağaçtan direğe bağlı bekletiliyordu. Karşılarında, babaları öldürülmüş kırk genç ellerinde mızraklarla duruyorlardı. Emir alınca dört bir taraftan mızrakları bu aziz Sahabînin vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb�in işkenceler altında ruhunu teslim etmesini istiyorlardı. Bir ara Hz. Hubeyb�in yüzü Kâbe�ye döndü. Allah�a bundan dolayı hamdetti, �Hamdolsun O Allah�a ki, yüzümü, kendisinin, Resûlünün ve mü�minlerin razı oldukları kıbleye çevirdi� dedi.

Kureyş müşrikleri buna da tahammül edemediler ve onun yüzünü Kabe�den çevirdiler. Fakat, fedakâr Sahabî yüzü Kâbe�ye doğru şehâdet makamına erişmek istiyordu. Rabb-i Rahimine, �Allah�ım! Eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıblene çevir� diye yalvardı.

Kıbleye çevrilen Hubeyb Hazretlerinin yüzünü müşrikler bir daha başka tarafa çeviremediler.2

Hz. Hubeyb�in ruhuyla yüce âlemlere yükselme zamanına kısa bir süre kalmıştı. Ruhunu teslim etmeden önce kendisine, Allah ve Resûlüne îmân ve muhabbetten dolayı bu zulmü, bu eziyeti revâ görenlere şöyle bedduâ etti:

�Allah�ım! Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını tarumâr et! Onların birer birer canlarını al! Hiç birini sağ bırakma Allah�ım!�3

Yüksek sesle yapılan bu bedduâ, Ten�im mevkiinde yankılandı. Îmânsız kalblere müthiş bir korku verdi. Kimisi yüzü koyun yere uzandı, kimi kulağını tıkadı. Bu korku Hubeyb Hazretlerinin şehadetinden çok sonraya kadar da devam etti.

Mızraklar göğsüne saplı Hz. Hubeyb o ibret verici manzara içinde bir müddet Allah�ın varlık ve birliğini, Resûlünün Hak Peygamberliğini şirk ehlinin suratlarına haykırdı. Az sonra da hayatını şehâdet mertebesiyle noktaladı.

Böylece Allah yolunda darağacında ruhunu teslim eden ilk Müslüman oldu.

Hz. Hubeyb�in şehâdetini, Hz. Zeyd�in şehâdeti takib edecekti. Müşrikler onu da Ten�im�e alıp getirmişler ve darağacına bağlamışlardı. Hz. Hubeyb�e yapılan tekliflerin aynısı ona da yapıldı. Fakat, bu büyük Sahabî de, Hubeyb�in verdiği aynı cevapları pervasızca verdi. Ebû Süfyan bu durum karşısında hayret ve takdirini gizleyemedi, şu itirafta bulundu:

�Ben, insanlar arasında Ashabının Muhammed�i sevdiği kadar hiç bir kimsenin, hiç bir kimseyi sevdiğini şimdiye kadar görmüş değilim.�1

Tekliflerinden netice alamayan müşrikler, Hz. Zeyd�i oklarına hedef aldılar ve onu da şehid ettiler. Cesedi bağlı bulunduğu yerde kalan büyük Sahabînin ruhu kimbilir hangi yüce âlemde tayeran ediyordu�

Her iki Sahabî de îmânlarında, Allah ve Resûlüne sadakatte zerre kadar tereddüde düşmeden işte böylesine imrenilebilecek güzel bir surette hayat defterlerini kapadılar.

* * *



Bi'r-i Maûna Faciası

Hicretin 4. senesi, Sefer ayı idi. Benî Âmir Kabilesinin efendisi ve reisi Ebû Berâ� Âmir bin Mâlik, Peygamberimizi ziyaret maksadıyla Medine�ye geldi. Ebû Berâ, samimi bir insan, Resûl-i Ekrem ve Müslümanlara dost biriydi. Efendimize hediye etmek üzere de iki at ve iki deve getirmişti. Ancak Resûl-i Ekrem, �Ben, müşriklerin hediyesini kabul edemem. Eğer hediyenin kabul edilmesini istiyorsan Müslüman ol!� diyerek onun hediyesini kabul etmedi ve kendisini Müslüman olmaya dâvet etti.

Ebû Berâ o anda Müslüman olmadı, ama İslâmiyete karşı gösterdiği alâkadan da vazgeçmedi. Peygamber Efendimize, �Yâ Muhammed! Beni dâvet ettiğin din, pek güzel, pek şereflidir. Kavmim benim sözümü dinler. Eğer Sahabîlerinden birkaçını Kur�an ve Sünneti öğretmek üzere gönderecek olursan, ümit ederim ki, dâvetini kabul ederler� dedi.1

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Necid halkına pek güvenmiyordu. Ashabına bir hâinlikte bulunabilirler endişesini taşıyordu, �Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından korkarım� diyerek de bu endişesini izhar etti.

Ancak Ebû Berâ� teminat verdi. �Onları ben himâyeme aldıktan sonra, Necid halkının onlara dokunması hadlerine mi düşmüş?� dedi.

Ebû Berâ�nın güvenilir, sözüne itimad edilir biri olması, Peygamber Efendimizin endişesini giderdi. Sonunda 40 veya 70 kişiden ibâret irşad heyetini göndermeye karar verdi. Altısı Muhacir, diğerleri Ensardandı. Hepsi de Suffa ehli idi. Başlarına Münzir bin Amr tayin edildi.2

Peygamber Efendimiz, ayrıca Necid halkına ve Benî Âmir reislerine verilmek üzere heyetle birlikte bir de mektup gönderdi.

İrşad ve tebliğ heyeti Bi�r-i Maûna denilen mevkie vardı. Burası Medine�nin doğu tarafına düşen Süleym ile Âmiroğulları yurtları arasında kalan Benî Süleym�e âit bir su kuyusu idi. Burada Hz. Resûlullahın mektubunu Âmir bin Tufeyl�e götürmek vazifesini, Haram bin Milhan üzerine aldı. Bu Sahabî mektubu getirip ona teslim etti. Ne var ki, mektubun muhatabı Âmir, okuma gereği bile duymadan elçi Sahabîyi orada şehid etti.1 Aziz şehidin bu adamın darbeleri altındaki son sözleri şunlar oldu:

�Allahü Ekber! Kâbe�nin Yüce Rabbine yemin olsun ki, kazandım gitti!�2

Âmir bin Tufeyl, bu ma�sum Sahabîyi şehid etmekle de yetinmedi. Âmiroğullarını heyetteki diğer Sahabîleri de öldürmek için yardıma çağırdı. Ancak, Âmiroğulları önceden Ebû Berâ, gelecek irşad heyetine dokunmayacaklarına dair söz vermiş bulunduklarından, bu adamın yardımına yanaşmadılar.

Benî Âmir�den yardım konusunda red cevap alan Âmir bu sefer kendisi gibi gözleri ve gönülleri kan ve kinle dolmuş Süleymanoğullarından bir kaç kabilenin yardımını temin etti. Hep birlikte Maûna Kuyusu mevkiinde olup bitenlerden habersiz bekleyen masum Sahabîleri de şehid etmek üzere harekete geçtiler.

Bu arada, mektubu götüren Sahabînin geciktiğini gören irşad heyeti, dinlendikleri Maûna Kuyusu mevkiinden durumu öğrenmek üzere Necid bölgesine doğru yol almışlardı. Tam o sırada, karşılarında elleri silahlı kalabalık bir müşrik topluluğu buldular.

Sahabîler kılıçlarını sıyırarak kendilerini çepeçevre kuşatanlara, �Vallahi bizim sizinle hiç bir işimiz yok. Biz sadece Peygamberimizin verdiği bir vazife için yolumuza gidiyoruz� dediler.3

Fakat, kana susamış müşrikler, bu sözlere aldırış bile etmediler. Kararları kesindi. İslâm ve îmânı öğretmek kudsî vazifesiyle yola çıkan bu fedakâr Sahabîleri, teker teker şehid edeceklerdi.

Başlarına gelecekleri fark eden Sahabîler, el açarak Rabb-ı Rahîmlerine şöyle yalvardılar:

�Ey Rabbimiz! Durumumuzu Resûlüne haber verecek burada kimsemiz yok. Selâmımızı ona Sen ulaştır! Peygamberin vasıtasıyla kavmimize haber ver ki: Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden razı oldu ve bizi de razı etti.�1

Aynı anda Cebrâil (a.s.) bu kahraman Sahabîlerin selâmını ve durumlarını Resûl-i Kibriyâ Efendimize ulaştırdı. Selâmlarına, �Aleyhimüsselâm� diyerek karşılık veren Resûl-i Ekrem, Ashabına dönerek müşriklerin bu fedakâr kardeşlerini şehid etmek üzere olduklarını haber verdi ve onlar için mağfiret dilemelerini istedi.

Peygamber Efendimiz, Ashabına bu haberi iletirken irşad heyetinde bulunan Sahabîlerin bir kaçı müstesna diğerleri hâin düşman mızraklarıyla delik deşik edilmiş ve şehid olmuşlardı. Kurtulan Sahabîlerden ikisi, deve gütmeye gitmişlerdi, biri ise öldü diye şehidler arasında terk edilmişti. Develeri güden iki Sahabî, bir müddet sonra Bi�r-i Maûna mevkiine dönünce dehşetli manzarayla ürperdiler. Bu ciğer parçalayıcı sahne karşısında gözyaşı döktüler. Kendine hakim olamayan biri, müşriklerin arkasına takıldı ve şehid oluncaya kadar kendileriyle çarpıştı. Diğeri ise esir alındı, ancak sonradan serbest bırakıldı. Şehidler arasında öldü diye terk edilen Ka�b bin Zeyd Hazretleri ise müşrikler ayrıldıktan sonra, çıkıp Medine�ye geldi.2



Peygamberimizin bedduâsı

Bu seçkin Sahabîlerinin haince bir suikaste kurban gitmelerinden dolayı Peygamber Efendimiz son derece üzüldü.

Enes bin Mâlik, �Resûlullahın Bi�r-i Maûna�da şehid edilen Ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiç bir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim�1 der.

Duyduğu derin üzüntü, Peygamber Efendimizi, bu canilikte bulunanlara bedduâ etmeye kadar götürdü. Haber aldığı gecenin sabah namazında birinci rekâttan sonra ikinci rekâtın rükûundan doğrulunca şu bedduâda bulundu:

�Allah�ım! Mudar kabilelerini kahreyle. Allah�ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir. Allah�ım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi�b, Rı�l, Zekvan ve Usayya kabilelerini sana havale ediyorum. Zira, onlar Allah�a ve Resûlüne karşı geldiler.�2

Peygamberimiz, bu bedduâsına bir ay boyunca, vakit namazından sonra devam etti. Sahabe-i Kiramda �Âmin� dediler.3

Fahr-i Kâinatın bu duâsı kabul olundu. Kısa bir müddet sonra adı geçen bölgede kıtlık, kuraklık başladı. Yağışlar, sular kesildi, her taraf yanıp kavruldu. Diğer taraftan Ebû Berâ da Resûl-i Ekrem Efendimizin, �Bu, Ebû Berâ�nın başımıza getirdiği bir iştir� sitemine ve yapmış olduğu himâye taahhüdünün yeğeni Âmir bin Tufeyl tarafından böylesine canice çiğnenmesine tahammül edemedi ve üzüntüsünden hastalanarak kısa zaman sonra öldü.

Ard arda meydana gelen Reci� ve Bi�r-i Maûna faciâlarında seksen kadar güzide Sahabî şehid düşmüştü.

Faciâdan, Mudarîlerden olduğunu söylemekle kurtulan Amr bin Ümeyye, Medine yolunu tuttu. Yolda iki adama rastladı. Bi�r-i Maûna�da Sahabîleri şehid eden kabileye mensub kimseler olduğu zannıyla bir fırsatını bulup onları öldürdü.

Medine�ye gelip durumu haber verince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Sen ne kötü bir iş yaptın� buyurdu.

Zira, bu iki kişi Âmiroğullarından idiler ve Medine�ye gelerek Peygamberimizle görüşmüşlerdi. Ayrılırken de Resûl-i Ekrem kendilerine bir emân ve dokunulmazlık yazısı vermişti. İşte Amr�ın öldürdüğü emân verilmiş bu kimselerdi.

Dokunulmazlık yazısını, öldürülen iki kişiyle Peygamber Efendimizden başkası bilmiyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, verdiği sözün, bu sözünden haberi olmayan bu Sahabî tarafından ihlâl edilmesi sebebiyle öldürülenlerin diyetini ödedi. Böylece verdiği söze ve yaptığı antlaşmaya sadakatını göstermiş oldu.

* * *



Benî Nadir Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Rebiülevvel ayı (Milâdî 625). Benî Nadir, Harun�un (a.s) neslinden gelen zengin ve güçlü bir büyük Yahudî kabilesi idi. Medine�ye iki saatlik mesafede Mekke yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslâmiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, ayrıca ödenecek diyetler konusunda da yardımda bulunmak üzere antlaşmaları vardı.1 Ancak buna rağmen Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları el atından işbirliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa Uhud Harbinden sonra müşrikler ve münafıklarla olan münasebetlerini daha da arttırmışlardı.

Daha önce bahsettiğimiz gibi, Ashabdan Amr bin Ümeyye Peygamberimizden emân almış Amir Kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Nadir Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya ne derece sadık olduklarını anlamak maksadıyla yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz.Talha bin Ubeydullah, Hz. Sa�d bin Muaz ve Hz. Üseyyid bin Hudayr�ı (r.a.) alarak yurtlarına gitti.

Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müsbet ve güleryüzle karşıladılar. Hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifâde ettiler.2

Peygamber Efendimiz, Ashabıyla bir evin duvarı dibine oturdu. Peygamber Efendimizi zahiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise bir köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.

�Siz bu adamı öldürmek için, şu andan daha müsait bir durum bulamazsınız. Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalıyız� dediler. Sonra da, �Hemen şimdi bu işi kim yapar?� diye sordular.

İçlerinden Amr bin Cahhaş adlı şahıs ortaya atıldı, �Ben yaparım� dedi.1

Bu esnâda ileri gelenlerinden biri olan Sellâm bin Mişkem söz aldı.

�Ey kavmim! Bu sefer sözümü dinleyiniz. Ondan sonra isterseniz her zaman bana muhalefet ediniz� dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

�Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiy ile haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz. Eğer, böyle birşeye teşebbüs ederseniz, bu Yahudîlerin kökünün kazınması, İslâmiyetin ise yükselip Kıyâmete kadar durması demek olur.�2

Peygamberlere hiyanet etmekle tanınan Yahudîler buna rağmen kararlarından vazgeçmediler. O esnâda vazifeyi üzerine alan Amr bin Cahhaş da Peygamberimizin üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı.

Tam o esnâda tertiplenen suikast ve hiyaneti Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bir ihtiyaç gidermek istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta Sahabîler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.

Bir Yahudî olan Kinâne bin Surıyâ, �Muhammed ne için kalkıp gitti, biliyor musunuz?� diye sordu.

Yahudîler, �Hayır� dediler, �biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat.�

Kinâne anlatmaya başladı. �Tevrât�a yemin olsun ki, ben, plânladığınız suikastın, Muhammed�e haber verildiğini biliyorum. Kendinizi boşuna aldatmayınız. Vallahi, o Allah�ın Resûlüdür. Hem de peygamberlerin sonuncusudur. Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti.

�Siz, onun Hârun Peygamberin neslinden gelmesini umuyordunuz. Allah ise dilediğinden seçip gönderdi.

�Biz, Tevrat dersimizde en son gelecek olan �O peygamberin doğum yeri Mekke�dir. Hicret yeri, Yesrib�tir� diye hiç değiştirmeden yazmışızdır.

�Gelecek son peygamberin sıfatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur.

�Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır. Ben, sizin eşyalarınızı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarınızın feryatlarını, evlerinizi, barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum.

�Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz. Üçüncüsünde ise hayır olmadığını biliniz.�

Yahudîler merakla, �Nedir o hususlar?� diye sordular.

Kinâne, �Müslüman olmanız, Muhammed�in Ashabı arasına katılmanız. Ancak bu suretle, evlâtlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selâmete kavuşturmuş olursunuz. Yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız.�

Bütün bunlara rağmen Yahudîler, �Biz Tevrât�tan ve Musâ�nın ahdinden asla ayrılmayız� diye karşılık verdiler.1

Benî Nadir Yahudîlerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların İslâma ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaya da sadakat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kendilerine karşı kesin tavır takındı.

Muhammed bin Mesleme�yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:

�Nadiroğulları Yahudîlerine git! Onlara, Resûlullah beni size, �Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz. Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum� emrini bildirmek üzere gönderdi, de!�1

Muhammed bin Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Resûlullahın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:

�Musâ Peygambere Tevrat�ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed Peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğini ve şu meclisinizde bana Yahudîliği teklif ettiğiniz zaman; �Vallahi ben, asla Yahudî olmam� dediğimi, sizin de buna karşılık; �Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudî dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır o. Size gelecek peygamber, hem şeriât sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak. Konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır� dememiş miydiniz?�

Benî Nadir Yahudîleri, �Evet biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz Peygamber bu değildir� diye karşılık verdiler.

Daha sonra Muhammed bin Mesleme, onlara Peygamber Efendimizin emrini bildirdi.

Nadiroğulları Yahudileri giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pahalıya mal olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka bir yol da yoktu. Muhammed bin Mesleme�ye, �Göç ederiz� diyerek hazırlığa başladılar.

Bu sırada baş münafık olan Abdullah bin Übeyy�den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu: �Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz. Kalenizde oturunuz. Gerek kavminden ve gerekse sair Araplardan iki bin kişiyi yardıma göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudîleri de size yardım edeceklerdir.�1



Benî Nadir Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy�in gizlice gönderdiği bu haber üzerine Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler. Peygamber Efendimiz de, �Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz. Elinden geleni yap� diye adamlarıyla haber gönderdiler.2

Bu açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.

Peygamber Efendimiz bu haberi alır almaz �Allahü Ekber� diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.

Benî Nadir Yahudîlerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin başında Huyey bin Ahtab geliyordu. Bu adam kavmine teselli babında şöyle diyordu:

�Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil.�

Yahudî ileri gelenlerinden biri de Sellâm bin Mişkem�di. O, bu fikre karşı çıktı.

�Ey Huyey,� dedi, �vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor. Gel bu işten vazgeç. Vallahi, sen dahil hepimiz biliriz ki: Muhammed Allah�ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanınızdaki kitaplarda vardır. Onu kıskandığımızdan ve son peygamberin Harûnoğullarından çıkmasını ümid ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen emânı kabul edelim. Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.�

Mağrur Huyey fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. �Muhammed, bizi muhasara altına alamaz. Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Abdullah bin Übey, bana bir çok şeyler va�detti� diye Sellâm�a karşılık verdi.

Sellâm girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu. İkazını tekrarladı:

�Abdullah bin Übey�in sözü bir şey ifade etmez. O, seni ancak helâk uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed�le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur.�

Huyey bin Ahtab bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.1



Nadiroğullarının muhasara altına alınması

Hicretin 4. senesi Rebiülevvel ayı idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine�de yerine Abdullah ibni Ümmü Mektum�u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları kuvvetli kalelerine sığınmışlardı.

Peygamber Efendimiz onlara emrini bir kez daha tekrarladı:

�Medine�den çıkıp gidiniz.�

Benî Nadir, bu teklifi kabule yanaşmadı, �Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır teklifini kabul etmeyiz� diyerek âdetâ meydan okudular.

Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat, kuvvetli kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç geçeceği muhakkaktı. Bu sebeple Resûl-i Kibriyâ Efendimiz çarpışmayı uygun görmedi. Allah�ın izniyle bir harp planı tatbik etti. En yakın Yahudî ev ve kalelerini yıkma ve hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.

Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudîler, �Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve yapanları ayıplardın. Şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyorsun?�1 diye bağrıştılar.

Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgunculuk olduğundan bahsediyorlardı. Bu bağrışmaları bir takım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen âyet-i kerime meseleyi açıklığa kavuşturdu:

�Hurma ağaçlarını kesmeniz de, kesmeyip dikili bırakmanız da Allah�ın izniyledir ve o fâsıkları perişan etmek içindir.�2

Âyet-i kerimenin nazil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri giderilmiş oldu.

Bu hâdise ve bu âyet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağacın yakılıp kesilmesinin mübâh olduğu âlimlerce belirtilmiştir.3

Muhasara devam ediyordu. Bu esnada başta başmünafık Abdullah bin Übeyy olmak üzere bir çok münafık Benî Nadir Yahudîlerine, �Eğer Müslümanlara karşı direnir ve karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpışırız.

�Siz, yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz� diye haber gönderdiler.

Benî Nadir Yahudîleri münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.

İşleri güçleri fitne ve fesad olan münafıkların bu hareketleri Kur�an-ı Kerim�de şöyle açıklanmıştır:

�Kitap ehlinden olan kâfir kardeşlerine dediler ki: �Yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız ve sizin aleyhinizde hiç kimseye asla itaat etmeyiz. Harbe girerseniz mutlaka size yardım ederiz.� Allah şâhittir ki, onlar yalancıların tâ kendisidir.

�Andolsun ki, yurtlarından çıkarıldıklarında onlarla beraber çıkmazlar. Savaştıklarında da onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kimseden yardım görmezler.�1



Teslime mecbur olup aman dilemeleri

Muhasaranın on beşinci günüydü. Abdullah bin Übeyy ve diğerlerinin kendilerine vaadettikleri yardımlarının gelmediğini gören Benî Nadir Yahudîleri teslim olmayı kabul edip emân dilediler.

Peygamber Efendimiz kendilerine emân verdi ve hiçbirisinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.

Bu müsâade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşyâ yüklediler. Medine�den ayrılacakları sırada sağlam kalmış olan evlerini Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadiseden dolayı güyâ üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Medine�yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice matem tuttular.

Benî Nadir Yahudîleri geride bir çok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi bir çok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı.1

Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü, çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara fey� denilmiştir. Fey�, Allah�ın, din düşmanlarından�galebe ile değil, belki sürgün, yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle�Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.

Kur�ân-ı Kerim�de bu husus şöyle açıklanır:

�Allah�ın o Yahudîlerden Resûlüne nasip ettiği mala gelince, siz o malları elde etmek için ne at, ne de deve koşturup savaşmadınız. Lâkin Allah Resûlünü dilediğine üstün kılar. Allah herşeye hakkıyla kâdirdir.�2

Medine�nin yerlileri olan Ensar, Muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almışlardı. Onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Bu sebeple Muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.

Peygamberimiz, bu ganimet mallarını yalnız Muhacirler arasında bölüştürerek Ensar-ı Kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve, �İsterseniz Benî Nadir Yahudîlerinin mallarından, Allah�ın bana verdiği malları, sizlerle Muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler.

�Yok eğer isterseniz, bu malları sadece Muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın� diyerek teklifte bulundu.

Medineli Müslümanlar gönülden, �Yâ Resûlallah! Nadiroğulları mallarını Muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz� dediler.1

O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: �Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur.�

Peygamber Efendimizde, �Allah�ım! Ensarı ve Ensarın evlâtlarını koru, onlara merhamet et� diyerek duâ etti.2

Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki âyet-i kerime nâzil oldu:

�Daha önce Medine�yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.3 Kim nefsinin ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.�4

Medine-i Münevverenin yerlileri olan Ensar-ı Kiram bu davranışlarıyla hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâb-ı Hakkın rızasını kazanmış oldular.

Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını Cenâb-ı Hakkın da âyet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi,1 yalnız Muhacirlere taksim etti. Bu surette onları Ensarın yardımına ihtiyaç duymayacak hale getirdi.

Peygamber Efendimiz, Muhacirlerin haricinde, Ensardan Ebû Dücâne ile Süheyl bin Hüneyf�e de (r.a.) çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.2

* * *



Zâtürrika Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Cemâziyelevvel ayı. Milâdî, 625.

Benî Nadir Yahudîlerinin Medine�den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı. Enmar ve Salebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere toplanmış oldukları haberi Medine�ye ulaştı.

Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, 400 (veya 700) mücahidle Medine�den yola çıktı. Zatürrikâ mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu. Müşrikler mücahidlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı. O da esir edildi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı girince de müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Sûresinin 101-102 âyetlerinde tarif edilmiştir.

En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin cemaatla namazlarını edâ edişi, bizi cemaatla namazın ne derece büyük bir ehemmiyete haiz olduğunu gösterir. Kâinatın îmândan sonra en mühim hakikatı olan namaz, muhârebe esnâsında bile ihmal edilmemesi gerekirse, sâir zamanlarda elbette ki, hiç bir şekilde ihmal edilmemelidir.



Bir mu�cize

Zâtürrika seferi esnasında idi. Ashabdan Ulbe bin Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.

Resûl-i Ekrem, �Ey Cabir! Bunları, al pişir� diye emretti.

Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.

Peygamber Efendimizle mücahidler o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.1

Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine onu elinde tutan Sahabînin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma Sahabîler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:

�Siz elinizde tuttuğunuz şu kuş yavrusu için, anne kuşun kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz?

�Vallahi Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkatı şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır.�2

Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Zâtürrika�dan ayrılmış Medine�ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin koşarak Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikrâm nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü. Mücahidler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efendimiz, �Bu deve ne söylüyor biliyor musunuz?� dedikten sonra şöyle buyurdu.

�Bu deve sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor.�

Arkasından Cabir bin Abdullah�a devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.

Hz. Câbir, �Yâ Resûlallah! Devenin sahibini tanımıyorum� deyince aldığı cevap şu oldu: �Deve seni sahibine götürür.�

Gerçekten de, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir�in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.

Hz. Câbir der ki:

�Ben de deve sahibini alıp Resûlullahın yanına getirdim. Resûlullah onunla deve hakkında konuştu ve �Devenin söyledikleri doğru mu?� diye sordu.

�Deve sahibi, �Evet, yâ Resûlallah� dedi.�1

Bu sefere iştirâk edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan, dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya �Zâtürrikâ� adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, Rika, ruka�nın çoğuludur. Ruka� ise elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki, yama demektir.

Ebû Musâ�l-Eş�arî bu hususta şöyle der:

�Resûlullah (a.s.m.) ile bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zâtürrika� gazâsı denildi.�2

* * *



Resûl-i Ekrem'in Bereket Mu'cizesi



Ensardan Hz. Câbir�in babası Abdullah bin Amr bin Haram Uhud�da şehid düşmüştü. Geride altı yetim kız çocuğunu ve bir hayli de borç bırakmıştı. Borç sahipleri de, Yahudîler idi.

Abdullah bin Amr�ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı. Fakat, bunların da mahsulü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.

Hurma mevsimi girince, Yahudîler alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir�i sıkıştırmaya başladılar.

Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.

Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, �Yâ Resûlallah! Biliyorsunuz ki, babam, Abdullah Uhud günü şehid düştü. Geride bir çok borç bıraktı.

�Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde, kabul etmediler� dedi ve bu hususta kendisine şefâatçı ve yardımcı olmasını diledi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Abdullah bin Amr bin Haram�ın borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar.

Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimizin, �Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız� teklifini de kabul etmediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir�e, �Sen git, ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim� dedi.

Ertesi günü Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer�i yanına alarak Hz. Câbir�in hurma bahçesine gitti. Ona, �Git hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!� buyurdu.

Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efendimize arzetti. Hz. Câbir alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.

Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp duâ ettikten sonra, Hz. Câbir�e, �Şu alacaklıları yanıma çağır� dedi.

Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.

Hz. Câbir (r.a.) müşâhedesini şöyle anlatır:

�Tek, Allah babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kızkardeşlerimin yanına bir hurma tanesi ile dönüp gitmeye bile razı idim.

�Halbuki Resûlullah, ondan bütün alacaklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm.�1

Borç sahipleri olan Yahudîler de, bu hâdiseden çok taâccüp edip hayrette kaldılar.

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin apaçık bir mucîzesiydi!

* * *



Bedrü'l-Mev'id Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Şaban ayı. (Mîlâdî 626.) Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan Uhud�dan dönüp giderken Müslümanlara, �Sizinle gelecek sene Bedir�de buluşalım� demiş, Hz. Ömer de Resûlullahın emriyle, �Olur! İnşaâllah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun� cevabını vermişti.1

Uhud Muhaberesinin üzerinden bir sene geçmişti. Resûl-i Ekrem, verdiği sözünü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı.

Öte yandan Kureyş�in reisi Ebû Süfyân da harp hazırlıklarını sürdürüyordu. Fakat, o sene Mekke�de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.

Bedir�e gitme kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu nasıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu.

O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym bin Mes�ud ile Mekke�de karşılaştı. Nuaym, Mekke�ye umre yapmak maksadı ile gelmişti.

Ebû Süfyan, �Ey Nuaym!� dedi, �Ben Muhammed�le Ashabına Bedir�de buluşalım, çarpışalım, diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı.

�Halbuki bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hakimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez.

�Onun için bu yıl Muhammed�le karşılaşmak istemiyoruz. Karşılaşmamız ise, onun cesaretini arttıracaktır� deyip niyet ve endişesini dile getirdikten sonra, Nuaym�e teklifini şöylece yaptı:

�Sen, hemen Medine�ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir�de bizimle çarpışmaktan vazgeçir. Bu işi becerirsen, sana yetmiş yetişkin deve veririz.�1

Nuaym, derhal Medine�ye döndü. Va�dedilen mükâfata konmak için Mekkeli müşrikler lehinde kesin bir propagandaya girişti. Kureyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Münafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla Müslümanlarda müşriklere karşı savaşma konusunda bir gevşeklik meydana geldi. Yahudîlerle münafıklar bu duruma son derece sevindiler. �Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez� diyerek küstahça sevinçlerini izhâr ettiler.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Peygamberimize bildirdiler.

Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi:

�Varlığım, kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki; va�dedilen yere Medine�den hiç kimse gitmek için çıkmazsa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim� dedi.2

Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı. Allah�ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.

Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah bin Revaha�yı vekil bırakarak 1500 mücahidle Medine�den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on atlı vardı.3

Mücahidler, ayrıca beraberindeki malları da götürüyorlardı. Çünkü gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düşman gelirse onunla çarpışacaklardı. Şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı.

Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir�e gelip beklemeye başladı. Fakat, düşman kuvvetleri görünürde yoktu.

Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke�den çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki 2000 kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nâhiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müslümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke�ye geri dönmüşlerdi.

Hz. Resûlullah, mücahidlerle Bedir�de sekiz gece bekledi. Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Kureyş�in itibarı da böylece kırıldı.

Mücahidler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler. Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine�ye döndü.

Bu gazânın diğer bir adı Küçük Bedir�dir.

* * *



Peygamberimizin Hz. Ümmü Seleme ile Evlenmesi

Asıl ismi Hind olan Hz. Ümmü Seleme, Mahzumoğulları Kabilesinden Ümeyye bin Muğire�nin kızı idi. Kocası Abdullah bin Abdü�l-Esed, İslâmiyeti kabul etmesinden dolayı müşriklerin ezâ ve cefâsına maruz kalınca, Habeşistan�a hicret etmişti. Bir çok Kureyşlinin Müslüman olduğu söylentisi üzerine Mekke�ye dönmüş, ancak haberin asılsız olduğunu öğrenince, binbir güçlükle bu sefer Medine�ye göç etmişti. Habeş ülkesine her iki hicrette de Hz. Ümmü Seleme kocasıyla birlikte bulunmuştu.

Kocası, Uhud Harbinde yaralanması sonucu hicretin dördüncü yılının Cemaziyelâhir ayı sonuna doğru vefât edince, dört çocuğu ile Hz. Ümmü Seleme dul kalmıştı.

Hz. Ümmü Seleme, vefâtından biraz önce kocasına, �Duyduğuma göre; Cennetlik kocası ölen Cennetlik bir kadın, sonradan başka birisiyle evlenmezse, muhakkak Allah onu Cennette kocasıyla bir araya getirecektir.

�Aynı şekilde; Cennetlik karısı ölen, Cennetlik bir koca, sonradan başka birisiyle evlenmezse, muhakkak Allah, onu da Cennette karısıyla bir araya getirecektir� dedikten sonra şu teklifi yapmıştı:

�O halde gel, seninle sözleşelim. Ne sen benden sonra evlen, ne de ben, senden sonra evleneyim!�

Fakat, Ebû Seleme bu teklifi kabul etmemiş ve, �Sen benim sözümü dinle; ben öldüğüm zaman sen evlen� demişti.

Sonra da şu duâyı yapmıştı:

�Allah�ım! Ümmü Seleme�ye, benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et!�1



Peygamberimizin, Ümmü Seleme ile konuşması

Hz. Ümmü Seleme, daha önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer�den gelen evlenme tekliflerini kabul etmemişti. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, onu ve yetim çocuklarını himâyesi altına almak için Ümmü Seleme�ye evlenme teklifinde bulundu. Hz. Ümmü Seleme mâzur görülmesini istedi, �Ben hem yaşlı, hem de kıskanç bir kadınım. Aynı zamanda çoluk çocukluyum. Şahid olarak da velilerimden yanımda hiç kimse yoktur� dedi.

Teklifine bu cevabı veren Hz. Ümmü Seleme�ye bu sefer Peygamber Efendimiz gitti ve evlenme teklifini bizzat tekrarladı. Sonra da şöyle konuştu:

�Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun. Halbuki, bir kadına kendisinden daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir.

�Yetimlerin annesi olduğunu söyledin. Bunu bil ki, onların geçimleri Allah ve Resûlüne âittir.

�Kıskanç bir kadınım diyorsun. Bunun da senden izâlesi için Allah�a duâ ederim.

�Yanında velilerinden kimsenin bulunmadığını söylüyorsun. Onlardan hazır bulunan veya bulunmayanlardan bana razı olmayacak hiçbir kimse yoktur.�

Bunun üzerine Ümmü Seleme yanında bulunan oğluna dönerek, �Kalk yâ Ömer, Resûlullaha beni nikâhla�2 dedi.

Böylece Cenâb-ı Hak, Ebû Seleme�nin vefâtından önce �Allahım, Ümmü Seleme�ye benden sonra daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et�3 duâsını kabul buyurmuş ve Ümmü Seleme�ye insanların en hayırlısına hanım olmayı nasib etmiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimizle evlendiğinde 44 yaşında bulunan Hz. Ümmü Seleme, Hicretin 59. senesinde 84 yaşında iken vefat etti. Cenaze namazını Ebû Hüreyre (r.a.) kıldırdı ve Bakî Mezarlığına defnedildi.1

Okuma bilen, fakat yazmayı öğrenemeyen Hz. Ümmü Seleme fıkhı iyi bilenler arasında yer alıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimizden rivâyet ettiği hadis sayısı 378�dir.

* * *



Hicrî Dördüncü Senenin Diğer Mühim Hãdiseleri

İçki haram kılındı

İçki, hicretin dördüncü yılında, Benî Nadir Yahudîlerinin yurtlarında sürgün edip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.

İçki üç safhada inen âyetlerle haram kılındı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine�ye teşrif ettikleri zaman Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oynanıyordu.

Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordular. O sırada Hz. Ömer de, �Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir beyânda bulun� diye duâ etti.

Bir müddet sonra, �Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar: De ki; �Onlarda büyük günâh ve hem insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları, faydalarından daha büyüktür��1 meâlindeki âyet-i kerime nazil oldu.

Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.

Ancak, içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta Ashabdan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraâtı yanlış ve ters mânâ çıkacak şekilde karıştırdı.

Hz. Ömer tekrar, �Allah�ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun� diye duâ etti.

Çok geçmeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

�Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.�1

Bu da yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu.

Bu âna kadar Müslümanlar arasında da bir hayli içki içen vardı. Bunun üzerine Müslümanlar, �Yâ Resûlallah, biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz� dediler.

Peygamber Efendimiz, onlara cevap vermeyip sustu.

Namaz kılınacağı zaman da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle �Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın� diye nidâ edilirdi.

Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip namaza geldi.

Hz. Ömer tekrar, �Allah�ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun� diye duâ etti. O zaman da şu âyet-i kerime nâzil oldu:

�Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

�Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah�ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?�2

Bundan sonra Müslümanlar, �Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz� dediler.

Bu da içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve, böylece içki bütün Müslümanlara haram kılınıyordu.

Bu âyetlerin nâzil olması üzerine Peygamberimizin emriyle tellal, �Haberiniz olsun ki; içki haram kılınmıştır� diyerek Medine sokaklarından nidâ etti.

Bu emri duyan Müslümanlar evlerinde bulunan bütün içkileri derhal döktüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarından sel gibi aktı.

Konu ile ilgili bir kaç hadîsi de nakledelim:

�Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir.�1

�Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır.

�Kim dünyada devamlı içki içer ve tevbe etmeden ölürse, âhirette o kimse, âhiret şerbeti içemez!�2

�İçkiden uzak durunuz! Çünkü, o, her kötülüğün anahtarıdır.�3

�İçki, bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır.�4

�Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.�5

Ezvâc-ı Tahirattan Hz. Zeynep bint-i Huzeyme vefât etti

Peygamberimizin zevcesi Hz. Zeynep, İslâmiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı yemekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için �Ümmü�l-Mesakîn (Miskinler, Düşkünler Annesi)� diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle evliliği Hicretin üçüncü yılı Ramazan ayında olmuştu. Hicretin bu dördüncü yılı Rebiülâhir ayı sonunda ise otuz yaşında iken vefat etti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Baki kabristanına defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ ile Hz. Zeynep�ten başka zevcesi vefât etmemiştir!



Hz. Ali�nin vâlidesi Fâtıma Hâtun vefât etti

Fâtıma bint-i Esed, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin amcası Ebû Talib�in zevcesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine�ye hicret etmişti. Peygamber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu çocuklarından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, halini, hatırını sorar, onu ziyaret ederdi.

İşte yüksek ahlâk sahibi bu İslâm kadını, hicretin bu dördüncü yılında Medine�de hakkın rahmetine kavuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona olan sevgi ve saygısını, �Bugün annem, vefât etti� diyerek izhar etmiştir.

Hz. Ali (r.a.), �Annem Fâtıma binti Esed vefât ettiği zaman Resûlullah (a.s.m.), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı� demiştir.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu mübârek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu.

Müslümanlar, �Yâ Resûlallah,� dediler, �biz, senin buna yapmış olduğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik?�

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz şu cevabı verdi:

�Ebû Talib�den sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse olmamıştır. Ona, Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı, kendisine mülayim ve kolay gelsin diye de kabirde yanına uzandım.�1

Bundan sonra da Resûl-i Zişan Efendimiz şu duâyı yaptı:

�Allah sana merhamet etsin ve hayırla mükafatlandırsın.

�Allah sana rahmet etsin, ey annem!

�Sen, benim annemden sonra annem idin.

�Kendin aç durur, beni doyururdun.

�Kendin giymez, beni giydirirdin.

�En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın. Bunu da ancak Allah rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın.

�Allah ki, diriltendir, öldürendir. Hayy ve Kayyumdur, O.

�Allah�ım! Annem Fâtıma bint-i Esed�i af ve mağfiret et.

�Ona hüccet ve delilini anlat! Kabrini genişlet.

�Ben Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duâmı kabul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!�

Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin dünyaya geldi

Hicretin dördüncü yılı Şaban ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali�nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin Hz. Fâtıma�dan dünyaya geldi.

Doğumunun yedinci gününde Peygamber Efendimiz bu nur topu torunu için akika kurbanı olarak iki koç kestirdi. Kulağına ezan okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi.

Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiyy-i Muhterem Efendimize benzerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz: �Allah�ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları�1 diyerek duâ etmiştir.

Birgün Ebû Eyyûbi�l-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna girdiğinde onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin�le oynadığını gördü, �Yâ Resûlallah, sen onları çok mu seviyorsun?� diye sorunca Peygamber Efendimiz şu karşılığı vermişti:

�Nasıl sevmiyeyim ki? Bunlar, benim dünyada kokladığım iki Reyhânımdır.�1

Zeyd bin Sâbit Arap, İbrani ve Süryani yazısını öğrendi

Zeyd bin Sabit (r.a.), Hicretten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas günü vuku bulan çarpışmalarda babasının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı yaşında idi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Bedir�de esir alınan Kureyş müşriklerinden malî durumu kurtuluş fidyesi ödemeye müsait olmayan herbirisinin, Ensar çocuklarından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacaklarını birdirmişti. İşte Zeyd bin Sabit de, o zaman okuma yazma öğrenmiş olan Ensar çocuklarındandı.

Hz. Zeyd bin Sabit, son derece zeki idi. Hicretin bu dördüncü senesinde Peygamber Efendimiz, kendisine Yahudî yazısını, yani İbraniceyi öğrenmesini emretti ve, �Ben yazılarımı, onların değiştirmeyeceklerinden emin değilim�2 buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Zeyd, 15 gün içinde İbraniceyi öğrendi, hatta onda maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Yahudîlere birşey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd�e yazdırır, Yahudîlerden gelen yazıları da ona okuturdu.3

Yine birgün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyd�e, �Süryaniceyi güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanice yazılar geliyor� dedi.

Hz. Zeyd cevaben, �Hayır, iyi okuyup, yazamam� deyince, Peygamber Efendimiz:

�O halde sen onu iyice öğren� buyurdu.

Bu emir, üzerine Hz. Zeyd bin Sâbit 17 günde de Süryaniceyi öğrendi.1

Hz. Osman�ın oğlu Abdullah vefât etti

Hz. Osman, Habeşistan�a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı.

Abdullah, altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gagaladı. Yüzü gözü şişti. Fenâ halde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da hicretin dördüncü senesi Cemaziyelevvel ayında vefât etti.

Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrine ise, babası Hz. Osman indirdi.2

Abdullah�ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin gözlerinden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular:

�Allah Taâla, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!�3

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 5. senesi

Hicretin Beşinci Senesi

Dûmetü'l-Cendel Gazâsı


Hicretin 5. senesi, Rebiülevvel ayı (Milâdî, 626). Birkaç Arap kabilesi Medine�ye on beş gece uzaklıkta bulunan Şam beldelerinden biri olan Dûmetü�l-Cendel�de toplanarak gelen giden yolcuları rahatsız ediyorlar, onlara zulmediyorlardı. Ayrıca İslâm devletinin başşehri Medine üzerine yürümeye de hazırlanıyorlardı.1

Peygamberimiz bu durumu haber aldı. Vakit geçirmeden bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Efendimiz, bu tarz gazâlarda dâima düşmanı yerinde ve ânında bastırmak tarzını tercih ederdi. Ordusuyla adı geçen mevkie vardığında ortalıkta kimseler görünmüyordu. Düşman, İslâm ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu duymuş ve kaçmıştı. Yalnız bir kişiye rastladılar, o da dâvet üzerine Müslüman oldu.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kaç geceyi burada düşmanı beklemekle geçirdikten sonra Medine�ye geri döndü.

* * *



Peygamberimizin Hz. Zeynep bint-i Cahş ile Evlenmesi

Hicretin 5. senesi, Zilkâde ayı. Hz. Zeynep bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme bint-i Abdülmuttalib�in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.1

Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep�i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu. Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek, �Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak istiyorum� dedi.

Peygamberimizin cevaben, �Zevceni tut boşama! Allah�tan kork� buyurdu.2

Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep�in yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için boşadı.

Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.

Hz. Zeynep�in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet) dolmuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz birgün Hz Âişe Validemizle oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

�Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladık�tâ ki evlâtlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin mü�minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah�ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.

�Allah�ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur. Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah�ın kanunu böyledir. Allah�ın emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür.�1

Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gülümsedi, �Allah�ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep�e, kim gidip müjdeler?� buyurdu.

Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep�i zevceliğe alması için Peygamberimize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep�i zevceliğe almıştır. Âyet-i kerimedeki �Biz onu sana zevce yaptık� beyanı bu nikâhın bir akd-i semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahirî muâmelelerin üstünde sırf Allah�ın emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah�ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.



Bu evliliğin mühim bir hikmeti

Cenâb-ı Hakkın emriyle, Peygamber Efendimizle (a.s.m.) Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer�i hükmü olduğu gibi, bütün mü�minleri ilgilendiren bir hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin: �Tâ ki, evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü�minler üzerine günah olmasın� meâlindeki kısmında beyan buyurulmuştur.

Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık, öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre, evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı.

İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine uyarak, Hz. Zeynep�i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü�minler için de vebâl ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.1



Münafıkların dedikoduları

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Zeynep�le evlenince, her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesad çıkarmaya can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp, �Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd�in boşadığı karısıyla evlendi� diyerek yaygaraya başladılar.2 Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle cevap veriyordu.

�Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah�ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncudur. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.�1

Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşerî şahsiyetleri itibariyle değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur�ân-ı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, meâlini aldığımız son âyet-i kerime ile mânen şöyle demektedir:

�Peygamber rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere �oğlum� dese, ahkâm-ı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!�2

Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü�minlerin gözünden kaçmaz.



Düğün ziyafeti ve bir mu�cîze

Evliliklerinde Ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeynep�le evlendiği gün, Enes bin Mâlik�in annesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep�e kâfi gelebilecek kadardı.

Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren �Hâdim-i Nebevî� ünvaniyle şöhret bulan Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:

�Nebî (a.s.m.) götürdüğümü kabul etti ve �Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali�yi (r.a.) çağır� diye emretti. Bu arada daha birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini çağırdım.

�Bu sefer, �Bak, Mescid�de kim varsa, onları da çağır� dedi. Öyle yaptım. Mescid�e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, �Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz� dedim.

�Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, �Mescid�de kimse kalmadı mı?� diye sordu. �Hayır� dedim.

�Bu sefer, �Bak, yolda kim varsa, onları da çağır� dedi.

�Çağırdım. Odalar da doldu. �Gelmeyen kimse kaldı mı?� diye sordular.

�Hayır, yâ Resûlallah!� dedim.

��Haydi çanağı getir� buyurdu.

�Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, �Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin� buyurdu.

�Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.

�Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri halde çanaktaki hurma getirdiğim gibi duruyordu.

�Resûlullah bana, �Ey Enes! Kaldır� diye emretti.

�Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hâdiseyi olduğu gibi anlattım. Annem de bana, �Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı� dedi.�1

Peygamberimiz Hz. Muhammed�in (a.s.m.) dini, dâveti ve risaleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ ediyoruz:

�Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!�



Hicâb âyetinin nâzil olması

Hz. Zeynep�in düğün yemeğine dâvet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kalmıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu durumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe�nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ardınca Ezvâc-ı Tâhiratın da odalarına uğradı. Biraz sonra konuşanlar gitmişlerdir zannıyla döndü. Fakat, onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara birşey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe Vâlidemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygamber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i Saâdete girdi.

Daha önceleri de Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah! Hanımlarınızı perde arkasına alsanız. Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider� derdi. Fakat, Cenâb-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ömer�in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hattâ bir gün Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Sevde�yi dışarda görmüş ve �Ey Sevde! Biz seni tanıdık� demişti.2 Bu sözü, Hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarfetmişti.

Hz. Zeyneb�in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hâdise meydana gelince, hicâb âyeti nâzil oldu:

�Ey îmân edenler! Yemek için dâvet olunmadan Peygamberin evine girip de orada yemek vaktini beklemeyin. Dâvet edildiğinizde ise girin; fakat yemeğinizi yedikten sonra sohbete dalmadan dağılın. Bu hareketleriniz Peygambere eziyet verir; o da size bunu açıklamaktan sıkılır. Allah ise hakkı açıklamaktan çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğinizde de perde arkasından isteyin. Hem sizin kalbiniz, hem de onların kalbi için bu daha temiz bir harekettir. Ne Allah�ın Resûlüne eziyet vermeniz, ne de ölümünden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız size ebediyen câiz değildir. Muhakkak ki bu Allah katında pek büyük bir günahtır.�1

Nâzil olan bu âyet-i kerimeyi Peygamber Efendimiz dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvâc-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler.2

Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlarla, hizmetçi ve hürriyetlerine kavuşmak için anlaşma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ezvâc-ı Tâhirat gerektiği zaman ancak perde arkasında konuşur görüşürlerdi.3

Bir gün Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Meymune bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah ibni Ümmi Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygamberimiz hanımlarına, �Perde arkasına çekiliniz� diye emretti.

Onlar, �Yâ Resûlallah, o âmâ değil midir? Gözleri görmez ve bizi tanımaz� dediler.

Peygamber Efendimiz, �Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?� buyurdu.4

Müslüman kadınlara tesettürün emredilmesi

Bir kısım edepsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.

Bunların, mü�minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, �Biz onları köle sanmıştık� diyerek mazeret uydururlardı.

Bu hâdiseler üzerine Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu âyet-i kerime nâzil oldu:

�Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü�minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur��1

* * *



Benî Mustalık Gazâsı

Huzaâ kabilesinden Benî Müstâlik oymağının reisi Hâris bin Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği bir kaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine�ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanıyordu.1

Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine�ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğrenmek istiyordu. Bu maksatla, Ashabtan Büreyde bin Husaybe�l-Eslemî�yi vazifelendirdi. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yurduna gidecek ve durumu öğrenecekti.

Hz. Büreyde, Medine�den ayrılmadan önce, Peygamberimize, onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikata muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem gerektiğinde böyle hareket edilebileceği müsâadesini verdi.

Hz. Büreyde, Müstalıkoğullarının yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve şöyle dedi:

�Ben, sizdenim. Şu adam [Peygamberimiz] için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itâat edenlerle size katılmak istiyorum. Onların [Müslümanların] kökünü kazıyıncaya kadar işbirliği yapalım!�

Benî Müstalıkların reisi Hâris bin Ebî Dırar, �Biz de, bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!� dedi.

Hz. Büreyde, �Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim� diyerek oradan ayrıldı.2

Hz. Büreyde, derhal Medine�ye gelip durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize bildirdi.

İslâm ordusunun hareketi

Şaban ayının ikinci Pazartesi günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişi ile, yerine Hz. Zeyd bin Hârise�yi vekil tayin ederek Medine�den hareket etti. İslâm ordusunda 30 kadar at vardı. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme Vâlidemiz de birlikte idiler.1

Gariptir ki, münafıklar, hiç bir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Bir çoğu İslâm ordusuna katılmıştı.2 Maksatları; ganimetten istifâde etmek ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmekti.

İslâm ordusu Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından biri ele geçirildi. Yapılan dâvet üzerine Müslüman olmayınca katledildi.3

Bunu duyan Müstalıkoğulları fazlasıyla korktular. Hattâ etraftan topladıkları bir çok kimse kendilerini terk ederek dağıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir�e, Ensarınkini ise Sa�d bin Ubâde�ye verdi. Hz. Ömer�e, �Lâ ilâhe illallah, deyiniz de canlarınızı, mallarınızı koruyunuz� diye seslenmesini emretti. Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler. Üstelik mücahidlere ok atarak çarpışmayı bizzat başlatmış oldular.4

Bunun üzerine mücahidler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma emri verdi. Hücum neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürüldü. Geri kalanları ise esir alındı.1

İslâm ordusundan ise, sadece bir mücahid yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak bir Müslüman tarafından şehid edildi.2

Benî Müstalıklardan esir alınanlar 200 kadardı. Bir çok deve, sığır ve davar da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı. Usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahidler arasında bölüştürüldü.

Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.3



Münafıkların bir tertibi

Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahidlerle burada bir kaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.4 Hattâ bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiç bir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesad tohumu saçmak.

İşte bu bekleme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf�ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer�in Benî Gıfar�dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan�ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, �Yetişin Muhacirler, neredesiniz?� diye seslendi.5

Feryadları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerine gireceklerdi. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.

O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve �Cahiliyye insanlarının dâvâsı mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryadlar? Derdiniz nedir?� diye sordu.

Ashab, bir Muhacirin Ensardan birini tokatladığını söyleyince, �Bırakınız şu Cahiliyye âdet ve dâvâsını. Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Cahiliyye dâvâsını güden, kendini Cehenneme atmış olur�1 buyurdu.

Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve dâvâsından vazgeçti. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bir Übeyy bin Selûl�un ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahâne ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim, �Ey Ensar! Bu Muhacirler, sayenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muâmele ediyorlar� diye bağırdı.

Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek şöyle dedi:

�Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz.

�Vallahi, biz Medine�ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan [kendisi ve etbâı] en zelil ve en zâif olanı [hâşâ Peygamberimiz ve Muhacirler] oradan sürüp çıkarılacaktır.�2

Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.

Orada bulunan genç Sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy�in bu sözüne karşı çıktı, �Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan ancak sensin. Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır� dedi. Peygamberimize derhal durumu bildireceğini söyledi.

Başmünafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, �Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım�1 diyerek münafıklığını ortaya koydu.

Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy�den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa�d bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu.

Hz. Zeyd�e, �Sakın, İbni Übeyy�e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?� buyurdu.

Hz. Zeyd (r.a.), �Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!� dedi.

Resûl-i Ekrem, tekrar, �Yanlış duymuş olamaz mısın?� diye sordu.

Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dâir ikinci defa Allah adına yemin etti.

Abdullah bin Übeyy�in bu sözleri sarfettiği orduda da duyuldu. Ensardan bazıları, �Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnadda bulundun� diyerek Hz. Zeyd bin Erkam�ı kınadılar. Zeyd onlara cevaben şöyle dedi:

�Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullaha gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâla�nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullahın sözlerimi doğrulayacağını umarım� dedi.

Sonra da, �Allah�ım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir�1 diye duâ etti.

O sırada Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah! Müsâade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa�d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme�ye emredin, onu öldürsünler!�2 dedi.

Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu:

�Eğer, ben onun öldürülmesine müsâade edersem, Medine eşrafından bir çoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, �Muhammed Ashabını öldürüyor� diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?�3

Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen mücahidlerle derhal Medine�ye doğru yola çıkmalarını emretti. Halbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıkları görülmüş değildi.4

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Übeyy�i yanına çağırdı, �Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?� diye sordu.

Başmünafık söylediklerini inkâr etti:

�Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah�a yemin ederim ki, ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak bir yalancıdır� dedi.

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı. Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr, �Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın� dedi.

Resûl-i Ekrem, �Adamınızın söylediğini duymadın mı?� buyurdu.

Üseyd bin Hudayr, �Hangi adam, yâ Resûlallah?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Abdullah bin Übeyy� dedi.

Üseyd bin Hudayr, �Ne söylemiş?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Medine�ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zaif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır, demiş� dedi.

Üseyd bin Hudayr, �Yâ Resûlallah! İstersen, sen onu Medine�den sürüp çıkarırsın!

�Vallahi, zelil ve zâif olan odur. Aziz ve kuvvetli olan da sensin!

�Yâ Resûlallah! Sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muâmele buyur!

�Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu.

�O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır� diye konuştu.1

Peygamber Efendimiz mücahidlerin Abdullah bin Übeyy�in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahidler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.

Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek�â mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahidler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn�ın Medine�ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Size Uyeyne bin Hısn�dan bir zarar gelmez� dedi. Sonra da, �Korkmayınız! Bu fırtına, bir büyük kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!� buyurdu.

Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine�ye vardıklarında münafıklara arka çıkan Yahudî büyüklerinden Rifaâ bin Zeyd bin Tabut�un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.1 Bu adam, Peygamberimiz ve İslâmın azılı düşmanlarından biri idi.



Hz. Abdullah�ın teklifi

Kaderin cilvesi bu; baba Übeyy, nifakın reisliğini yaparken, oğul Abdullah, İslâmı fevkalâde bir ciddiyet ve ittikâ içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı, �Yâ Resûlallah,� dedi, �babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu anda gidip başını huzurunuza getireyim. Bütün Hazreçliler bilirler ki, babama pek ziyade muhabbetim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havale ederseniz, ihtimal ki, o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kafire karşı bir mü�mini öldürerek Cehenneme müstahak olurum!�

Sahabîdeki îmân işte böylesine kuvvetli idi. Resûlullah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!

Resûl-i Ekrem; verdiği cevapla bu kahraman Sahabîyi şöyle teselli etti:

�Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim. Hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranırız!�1

İslâm ordusu Medine�ye yaklaşmıştı. Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah bin Übeyy�in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve, �İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûlüne ait olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım� dedi.

Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddetli hiddetli söyleyen, oğlu Abdullah idi. Bunu nasıl yapabilirdi? Îmân etmiş gibi görünen münafık, elbette gerçek bir îmânın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi.

Oğluna, �Demek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine�ye sokmayacaksın, öyle mi?� dedi.

Hz. Abdullah, �Evet,� dedi, �bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım. Hattâ izzet ve şerefin Allah ve Resûlüne ait olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum.�

Başmünafık, Hz. Abdullah�ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca mecburen, �Ben, şehadet ederim ki, izzet ve kuvvet, Allah�a, Resûlüne ve mü�minlere âittir� dedi.

Hâdiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah�a, �Allah, seni, Resûlünden ve mü�minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın� diyerek duâ etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine�ye geri döndü.3



Münâfıklar hakkında müstakil sûre inmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir sûre nazil oldu. Sûrede meâlen münafıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:

�Münâfıklar sana geldiklerinde �Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah�ın Resûlüsün� dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.

�Onlar yeminlerini bir kalkan olarak kullanıp halkı Allah�ın yolundan saptırdılar. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydir!

�Çünkü onlar önce îmân etmiş, sonra da kâfir olmuşlar, bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık hakkı anlayamazlar.

�Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş odun gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmanın tâ kendisidir; onlardan sakın. Allah onları kahretsin; nasıl da haktan yüzleri çevriliyor!�1

Sûrenin daha sonraki âyetlerinde ise, Abdullah bin Übeyy�in sarfettiği sözlerden bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:

�Onlar, �Allah Resûlünün yanındakilere birşey vermeyin ki dağılıp gitsinler� diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah�ındır; lâkin münâfıklar bunu anlayamazlar.

��Eğer Medine�ye dönersek, üstün ve şerefli olanlar, hor ve hâkir olanları oradan çıkaracaktır.� diyorlar. Halbuki şeref ve üstünlük Allah�a, Resûlüne ve mü�minlere âittir; lâkin münâfıklar bunu bilmezler.�2

Bu âyetler nâzil olup, münâfıkların yalancıların tâ kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Zeyd bin Erkam�ı huzuruna çağırdı. Kulağından tuttu ve, �İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!� buyurdu.

Sonra da, �Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti� dedi.1

* * *



Peygamberimizin Hz. Cüveyriye ile Evlenmesi

Hz. Cüveyriye, Benî Müstalık Kabilesi reisi Hâris bin Ebî Dırar�ın kızı idi. Müreysi Gazâsında alınan esirlerden biri de kendisiydi. Kocası Müsafi bin Safvan Peygamberimizin amansız düşmanlarından biri idi. Harpte öldürülünce Hz. Cüveyriye dul kalmıştı.

Esirler, mücahidler arasında bölüştürüldüğü zaman, Hz. Cüveyriye, Sabit bin Kays ile amcası oğlunun hissesine düşmüştü.1

Hz. Cüveyriye, Sabit bin Kays�la anlaşmış, kesişme yapmıştı2 Tayin edilen fidyeyi ödediği takdirde hürriyetine kavuşacaktı. Fakat, fidye ödeyecek imkânı yoktu. Bu sebeple Peygamber Efendimize müracaat etti ve kurtuluş fidyesinin ödenmesi hususunda yardım talebinde bulundu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, �Sana, bundan daha hayırlı olan yok mudur?� diye sordu.

Beklenmedik bir soruya muhatap olan Hz. Cüveyriye birden şaşırdı. Hürriyetine kavuşmaktan, tekrar anne babasına, yurduna varmaktan daha hayırlı ne olabilirdi?

Bir anlık bir tereddütten sonra, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Hakkımda yapacağınız bundan daha hayırlı şey nedir?�

Peygamber Efendimiz, �Senin kurtuluş fidyeni ödeyerek seni zevceliğe kabul etmemdir� buyurdu.

Hz. Cüveyriye bütün bütün şaşırdı. Esaretten kurtulduğu gibi, böylesine büyük bir şerefe de nâil olacaktı. Bir an kendi âlemine daldı. Peygamber Efendimizin yurtlarına varmadan bir kaç gün önceki rüyasını hatırladı: Ay Medine�den sanki yürüyüp gömleğine girmişti.1

Bir anlık bir şaşkınlıktan sonra, yüzünde sevinç alâmetleri belirdi. Peygamberimizin teklifine cevabı şu oldu:

�Yâ Resûlallah! Eğer, beni bu şerefe nâil ederseniz, şüphesiz benim için bundan daha hayırlı bir devlet ve saadet olamaz!�2



Hâris bin Ebî Dırar�ın Müslüman olması

Hz. Cüveyriye�nin babası Hâris bin Ebî Dırar da o sırada, kızını kurtarmak için yanına develer alarak Medine�ye doğru yola çıkmış idi. Akik Vadisine varınca develerine baktı. Kıyamadığı ikisini vadide iki dağ arasında kuytu bir yerde sakladı. Sonra Peygamber Efendimizin huzuruna geldi, �Yâ Muhammed! Kızımı esir almışsınız. Şunlar onun kurtuluş fidyesidir� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Akik�ten, filan dağlar arasında, filan kuytuya saklamış olduğun iki deveyi neden getirmedin?� diye sordu.

Hâris birden şaşırdı. Hiç kimse develeri oraya saklamış olduğunu bilmiyordu. Artık beklemek mânâsızdı. Derhal �Ben, şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur. Muhakkak sen de Allah�ın Resûlüsün. Vallahi, yaptığımı Allah�tan başka kimse bilmiyordu� diyerek Müslüman oldu. Onunla birlikte, iki oğlu ve kavminden yanında bulunanlar da orada Müslüman oldular.3

Peygamberimiz, Sabit bin Kays�a (r.a.) haber gönderip, durumu kendisine arzetti. Hz. Cüveyriye�yi kendisinden istedi. Sabit bin Kays tereddüt göstermeden, �Babam anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah, sana onu bağışladım� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurtuluş fidyesini ödeyerek Hz. Cüveyriye�yi babasına teslim etti.



Hz. Cüveyriye�nin Peygamberimizle evlenmesi

Müslüman olan Hz. Cüveyriye�yi zevceliğe kabul etmek üzere Peygamber Efendimiz onu babası Hâris bin Ebî Dırar�dan istedi. Baba Hâris buna muvafakat gösterdi.

Peygamber Efendimiz, dört yüz dirhem mehir vererek Hz. Cüveyriye�yi zevceliğe aldı.1

Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye�yi zevceliğe aldığını gören Ashab-ı Kiram, �Resûlullahın zevcesinin akraba ve taallûkatı artık esir kalmamalıdır� diyerek ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Bu esirler arasında sadece yüz tane kadın vardı.

Bunun için Hz. Âişe der ki: �Ben, kavmi için Cüveyriye�den daha hayırlı, daha mübârek bir kadın bilmiyorum.�2

Gerçekten de Hz. Cüveyriye bahtiyar bir kadındı. Bir günde esir iken hem Resûl-i Ekrem Efendimize zevce olma şerefi ve saadetine erdi, hem de kavminin esaretten kurtulmasına sebep oldu.

Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye�yi eş olarak aldığını duyan Müstalıkoğullarından birçok kimse de, bu mürüvvet ve alicenaplığa hayran kalıp, Medine�ye gelerek Müslüman oldular.

Peygamber Efendimizin bütün evliliklerinde ayrı ayrı hikmet ve maslahatlar vardır. Bu evliliğinde içtimâî bir hikmet ve maslahatı göz önünde bulundurmuştur. O da, kalbleri kendisine ve İslâma ısındırmak, kabileleri akrabalık bağı kurarak etrafında toplamak, kendisine ve İslâma yardımcı kılmaktı. Malûmdur ki, insan bir kabileden veya bir aşiretten evlendiği zaman, onun ile o kabile veya aşiret arasında bir yakınlık meydana gelir. Bu da, tabiî olarak onları o insanın yardımına koşturur.

İşte, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Cüveyriye ile evlenmesinde bu maksat ve gayeyi gütmüştür. Ve bunda görüldüğü gibi muvaffak da olmuştur.



Hz. Cüveyriye�nin asıl adı

Hz. Cüveyriye�nin asıl adı Berre idi. Bu ismi beğenmeyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, evlendikten sonra, �kadıncık� veya �kızcağız� mânâsına gelen Cüveyriye ismini taktı.1

Hz. Cüveyriye, son derece takvâ sahibi idi. Yoksullara, fakirlere karşı son derece şefkatli, merhametli davranırdı. Yemez, başkasına yedirir; içmez, başkasına içirirdi. Bir gün Resûl-i Ekrem odasına giderek, �Yiyecek bir şey var mı?� diye sormuştu.

Hz. Cüveyriye, �Hayır, yâ Resûlallah! Yanımda yiyecek birşey yok. Sadece bir davar kemiği vardı ki, onu da kadın azadlımıza sadaka olarak verdim�2 cevabını vermişti.

Hz. Cüveyriye, hicretin 57. yılında vefât etti. Baki mezarlığına defnedildi.

* * *



İfk Hâdisesi


Zâhiren îmân etmiş görünüp, hakikatte îmân etmemiş münâfıklar gürûhu, her zaman her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimiz ve Ashabını rahatsız etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarına muvaffak olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı. Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cü�retini bile gösterebiliyorlardı.

İfk hâdisesi, Hz. Âişe (r.a.) Validemize münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy tarafından yapılan iftira hâdisesidir. Hâdise şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Âişe�den (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (a.s.m.) herhangi bir sefere çıkacakları zaman ezvâc-ı tâhirat arasında kur�a çeker, kime düşerse onu beraberinde götürürdü.1 Benî Müstalık Gazâsında ise kur�a Hz. Âişe Validemize çıkmıştı.2

Hâdisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe Validemiz şöyle anlatmıştır:

�Resûlullah ile beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, tesettür âyeti inzâl buyrulduktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik.

�Resûlullah (a.s.m.) Benî Müstalık gazâsından dönüyordu. Medine�ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti.

�Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kazâ-yı hâcet ederek dönüp bindiğim devemin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu farkettim. (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rumân düğün hediyesi olarak takmıştı.) Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki, sefere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Halbuki yolda bana hizmet edenler gelip hevdecimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış.

�Çünkü o zaman kadınlar hafif idi. İri ve ağır vücutlu değillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemişler. Hem ben, küçük ve zaif bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler.

�Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordugâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmişti. Bende orada evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünü yanımın üzerine uzandım. Hevdeç�te beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım.

�O sırada gözlerimi uyku bürüdü, uyumuş kalmışım.

�Safvan bin Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için alıp diğer konak yerine götürürdü.

�Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü, bize hicâb âyeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.

�Safvan, beni görünce şaşırarak �İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn [Biz Allah�ın kullarıyız ve muhakkak Ona dönüp varıcıyız]� dedi.

�Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.

�Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de �İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn� ifâdesinden başka ondan bir kelime işitmişimdir.

�Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. �Bin� dedi ve kendisi geri çekildi.

�Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için sür�atle ilerlemeye başladı. Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik.

�Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Safvan�ın, devemin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.�1

Başmünafığın durumu değerlendirmesi

Safvan bin Muattal, Hz. Âişe Validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkların başı Abdullah bin Übeyy�le karşılaşmışlardı. Abdullah bin Übeyy, �Bu kimdir?� diye sordu.

�Âişe�dir� dediler.

Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfî şekilde üstüne toplamış bulunan başmünâfık bu masum hâdiseyi diline dolamak istedi. Bu meş�um niyetini hemen orada izhar etti:

�Vallahi� dedi, �ne Âişe, o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam, Âişe�den dolayı kurtulur.�

Daha bir sürü alçakça laf etti.2

Ordugâh, başmünâfık Abdullah bin Übeyy bin Selûl�ün yaptığı iftira ile çalkalandı.

Hz. Âişe der ki: �İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış. Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!�1

Şenî iftira

Görüldüğü gibi hâdise her türlü şâibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe Validemiz makul ve meşru bir mazeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet sonra, ordunun geride kalan ve düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim etmek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalbli ve sonradan hasûr olduğu, yani erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan bin Muattal tarafından görülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.

Kur�an-ı Azimüşşana göre; peygamberler (a.s.), mü�minlere öz nefislerinden daha üstündür. Ezvâc-ı Tâhirat da mü�minlerin anneleri hükmündedir. Resûl-i Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini nikâhlamak kesinlikle yasaklanmıştır.2

Buna binaen, Allah�a ve Resûlüne gerçek mânâda îmân etmiş olan bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık âyetler karşısında, Hz. Resûlullahın, gerek sağlığında ve gerek Mele-i A�lâya yükselişlerinden sonra, hanımlarından herhangi birisine, kîmân gözle bakması, hatta böyle bir kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.

Allah ve Resûlüne gerçek mânâda îmân etmiş ve onların emir ve yasaklarına riayet eden gerçek bir mü�min ve Müslümanın, canından çok sevdiği Peygamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve yapa yalnız uykuya dalmış bir halde görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip, orduya sü�ratle yetişmesi kadar tabiî ve zarurî ne olabilirdi?

İşte, gerçek mânâda bir mü�min ve Müslüman olan, hattâ erkeklik özelliğinden bile mahrum bulunan Safvan bin Muattal da dininin gereği olan bu vazifeyi yapmıştır.

Ne var ki, kalblerinde hastalık bulunan, dilleriyle îmân ettik deyip, kalben îmân etmemiş bulunan ve işleri güçleri mü�minleri birbirine düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Âişe Vâlidemize şen�îce iftirada bulunmuştur. Maksadı üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin nazik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimadlarını sarsmaktı.



Hz. Âişe söylenenlerden uzun müddet habersizdi

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy�in başlattığı, Hassan bin Sabit, Mistah bin Üsâse, Hamne bint-i Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münâfıkların tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hâdisesinden Hz. Âişe�nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:

�Medine�ya gelince ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa [humma] tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfk�in iftirâları dolaşıyormuş. Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimdeki iftirâları Resûlullahla annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.

�Yalnız hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebî�den (a.s.m.) daha önce hastalandığım zamanımda görmüş olduğum lütuf ve şefkatı bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden �Hastanız nasıl?� diyor ve bununla iktifâ ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu.�1

Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe�nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe�ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde Hz. Resûlullahın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat, bunun sebebinden haberi yoktu.



Hz. Âişe, iftirâyı nasıl ve kimden öğrendi?

Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:

�Aradan yirmi küsûr kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.

�Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine�nin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı.

�Ben, yine bir gece Mıstah bin Üsâse�nin annesi ile, hacet giderme yerimiz olan Menası� tarafına çıkmıştım. Mıstah�ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, �Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!� diyerek oğluna bedduâ etti.

�Ben, �Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?� dedim. Sustu, cevap vermedi.

�İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine; �Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!� diye bedduâ etti.

�Ben, �Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?� dedim. Yine susup cevap vermedi.

�Üçüncü kere düştü. Yine; �Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!� diye bedduâ etti.

�Ben yine �Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?� Bedir Savaşında bulunmuş bir zata sövülür, bedduâ edilir mi?� dedim.

�O, �Vallahi, ben, ona senin aleyhinde söylediklerinden dolayı bedduâ ediyorum� dedi.

�O, neler söylemiş?� diye sordum.

�Bunun üzerine, Mıstah�ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi.

�Vallahi, üzüntümden hacetimi gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki, ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.�1



Hz. Âişe annesinin evinde

Hastalığında Hz. Âişe�ye annesi Ümmü Rumân bakıyordu.

Birgün yine Resûlullah, selâm verip yanına girdi. Hz. Âişe�nin ismini zikretmeden, �Hastanız nasıldır? diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.

Hz. Âişe der ki: �Artık kendimi tutamadım, �Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsâade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı? dedim.

�Resûlullah, �Gitmende bir mahzur yok� dedi.

�Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimdeki haberin iç yüzünü anlamak istiyordum.

�Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.

�Annem, �Kızcağızım, sen niçin geldin?� diye sordu.

�Anneciğim dedim, �halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız?

�Annem �Kızcağızım,� dedi, �sen kendini hiç üzme. Sıhhatini düşün. Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde bir takım laflar çıkarmasınlar, bu pek nâdirdir.�

��Babamın, bundan haberi var mı?� dedim.

��Evet� dedi.

��Resûlullahın da haberi var mı?� diye sordum.

��Evet� dedi.

�Kendimi tutamadım ağladım. Babam, damda Kur�ân okuyordu. Sesimi duyunca, indi.

�Anneme �Nedir bunun hâli� diye sordu.

�Annem, �hakkındaki dedikodulardan haberi olmuş� dedi.

�Babamın da gözleri yaşla doldu. O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.�1



Peygamberimizin Ashabıyla istişâresi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftirânın etrafta konuşulduğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, pek dışarı çıkmıyordu.

Konu ile ilgili vahyin gelmesi gecikince, Ashabıyla konuştu, onların fikirlerini aldı.

Hz. Ömer fikrini şöyle ifâde etti:

�Yâ Resûlallah! Hâşâ! Bu büyük bir bühtan ve iftirâdır. Kesinlikle biliyorum ki, bu, münâfıkların yalanlarından birisidir.

�Allahü Teâlâ, bedeninize sinek kondurmaktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muhafaza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da âileni, böyle kötülüklere bulaşmaktan korumaz?�

Hz. Osman ise görüşünü şöyle açıkladı:

�Yâ Resûlallah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın, yahut yeryüzündeki pislikler üzerine düşmesin diye gölgenizi yere düşürmekten korumaktadır.

�Böyle gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin âilenizin namusunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?�

Hz. Ali de kanaatini şöyle ifâde etti:

�Yâ Resûlallah! Bir gün bize namaz kıldırıyordun. Namaz içinde iken, ayakkabılarını çıkartmıştınız. Size uyarak biz de çıkartmıştık.

�Namaz bitince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz; �Temiz olmadıkları için, onları çıkarmamı bana Cebrâil emretti� demiştiniz.

�Böyle ayakkabılarınıza bulaşan pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığından dolayı çıkarmanız size emredildiği halde, âilenize, namus kirletecek kötülüklerden bir şey bulaşsın da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu arada, Hz. Âişe Vâlidemizin hizmetçisi Hz. Berire�nin de görüşünü sordu.

Hz. Berire, � Yâ Resûlallah,� dedi, �seni hak peygamber olarak gönderen Allah�a yemin ederim ki, ben onun hakkında hayırdan başka birşey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir kadındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.2

Hz. Zeyneb (r.a.) Peygamberimizin zecveleri arasında güzelliği ve Efendimiz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe Vâlidemizle eşit görür ve zaman zaman rekabet ederdi. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamış, Resûlullah bu hususta onun görüşünü sorunca, şu cevabı vermişti:

�Yâ Resûlallah! Ben işitmediğimi �işittim� demekten, kulağıma gelmeyeni �duydum� demekten kulağımı; ve görmediğimi �gördüm� demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.�1



Peygamberimizin hitâbesi

Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe�nin böyle bir isnaddan uzak olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak böylesine hâince ve sinsice plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe�ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep olmuştu. Nitekim, mescidde irad ettiği hutbede bunu açıkça ifâde ediyordu:

�Ey Müslümanlar cemâatı! Âilem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Halbuki, vallahi ben, âilem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. İftiracılar öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki, ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum.�2



Peygamberimizin, Hz. Âişe ile konuşması

Hz. Âişe�ye iftirâ edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına rağmen, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.

Mescidde Ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra Hz. Ebû Bekir�in evine vardı. Selâm verdikten sonra, Hz. Âişe�nin yanına oturdu ve şöyle dedi:

�Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan berî ve uzak tuttuğunu açıklar. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah�tan af dile ve Ona tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur.�

Hz. Âişe o andaki durumunu da şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.) sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Öyle ki, göz yaşından birtek damla bulamıyordum. Hemen babama dönüp, Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver� dedim.

�Babam, �Vallahi kızım! Resûlullaha (a.sm.) ne diyeceğimi bilemiyorum� dedi.

�Sonra anneme döndüm, Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver� dedim.

�O da, �Vallahi, ben de Resûlullaha ne diyeceğimi bilmiyorum� dedi.�1

Baba ve annesi Resûlullaha herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenâb-ı Hakka hamd ve senâda bulunduktan sonra, �Vallahi,� dedi. �Ben anladım ki, siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ, onlara inanmış gibisiniz!

�Şimdi, ben, size o kötülükten uzağım, desem�ki Allah biliyor, uzağımdır�beni doğrulamazsınız!

�Farazâ, ben, kötü bir iş yaptım(!) desem�ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım�siz, beni hemen tasdik edersiniz!

�Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yâkub�un (a.s.) oğulları ile olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim, o zaman o, �� Artık, bana düşen güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı ancak Allah�tan yardım istenir�2 demişti.�3



Peygamberimize vahyin gelişi

Henüz Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:

�Resûlullahı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim, vahiy sırasında kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü.

�Resûlullahın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü. Başının altına da deriden bir yastık konuldu.

�Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü, o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlanın bana zulmetmeyeceğini biliyordum.

�Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye, korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum.�1

Vahiy hâli, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu. Hz. Âişe�ye, �Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni kesin olarak tebrie etti! Yapılan iftiradan berî ve uzak kıldı� dedi.2 Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp kızı Hz. Âişe�nin başını öptü.



İnen âyetler

Cenâb-ı Hak, konu ile ilgili olarak Resûlüne indirdiği âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:

�İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil eder. İftirâ atanların herbirinin, o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır.

�O iftirâyı işittiğinizde, mü�min erkeklerin ve mü�min kadınların, kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi mü�min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek, �Bu ap açık bir iftirâdır� demeleri gerekmez miydi?

�Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit getirmediler; o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir.

�Eğer dünyada ve âhirette Allah�ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu.

�O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek büyük bir günahtır.

�Onu işittiğinizde, �Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır� demeniz gerekmez miydi?

�Gerçek mü�minlerseniz, Allah size bir daha böyle bir günaha aslâ dönmemenizi öğüt veriyor.

�Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah herşeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.

�Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için dünyada da, âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah herşeyi bilir; siz ise bilmezsiniz.

�Eğer üzerinizde Allah�ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı, helâk olup giderdiniz.�1

Böylece Cenâb-ı Hak vahiy ile Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftirâdan ibaret olduğunu haber vererek, hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir�in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsâade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.



En üstün berâet

Birgün Hz. Abdullah bin Abbas�tan Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili âyetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:

�Yüce Allah, dördü, dört şeyle berâet ettirmiş, yapılan iftirâlardan onları temize çıkarmıştır:

�1. Hz. Yûsuf�u, Züleyhâ�nın kendi ehlinden getirilen bir şâhidin dili ile berâet ettirmiştir.

�2. Hz. Mûsâ�yı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla berâet ettirmiştir.

�3. Hz. Meryem�i, kucağındaki oğlunu dile getirip, �Ben Allah�ın kuluyum� diye söyletmek sûretiyle temize çıkarmıştır.

�4. Hz. Âişe�yi ise, Yüce Allah, kıyâmete kadar bâkî kalacak kadar i�câzkâr kitabı Kur�ân�daki o azametli âyetlerle berâet ettirmiştir ki, bu derecede belâgatli temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız ki, bununla diğer berâet ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.

�Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.�1



İftirâcıların cezaya çarptırılmaları

Resûl-i Ekrem Efendimiz, konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd etti. Sonra da gelen Kur�ân âyetlerini onlara okudu.

Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin Sâbit ile Hamme bint-i Cahş�a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak seksener kamçı vuruldu.1
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hendek Savaşı

Hendek Savaşı


Hicretin 5. senesi, 29 Şevval. Milâdî 24 Ocak 627. Uhud Harbinden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muhârebesi, İslâmî gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim muhârebelerden biridir.

Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla, Resûl-i Ekremin Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek Savaşı adını alan bu muhârebenin bir diğer adı da �Ahzab�dır. Bu adı, Kureyş müşrikleri ile birlikte, Yahudiler, Gatafanlar ve daha bir çok Arap kabilesi ve topluluklarının Medine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.

Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudî kabilelerinden biri olan Benî Nadir�i Medine�den sürmüştü. Onlar da Kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi�l-Kura gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.

Bunlar Medine�den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde menfî propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.

Benî Nadir Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hâdiselerden biri de işte bu Hendek Muharebesidir.

Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Resûlullah ve Müslümanların vücûdunu ortadan kaldırmak fikrini bu Yahudîler ortaya attılar. Zaten, Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşebbüse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslâmî gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasını genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idi. Ticâret yollarının hemen hemen bütünü kapanmış durumdaydı.1 İktisâdî yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine�deki İslâm Devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.

Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Resûlullahın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslâm hareketini yerinde boğma teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi Benî Nadir Yahudîlerinin liderleri durumunda olanlardan geldi.2

Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, �Siz bu işte samimi misiniz?� diye sordu.

Dessas Yahudîler, �Evet,� dediler, �biz Muhammed�le çarpışma hususunda sizinle anlaşalım diye geldik.�

Ebû Süfyan bundan gayet memnun oldu ve bu memnuniyetini şöyle ifâde etti:

�Öyle ise hoş geldiniz, safâ geldiniz! Muhammed�e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!�

Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu:

�Ama� dedi, �siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyeceğiz!�

Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudî heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.

Böylece Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed�in (a.s.m.) bayraktarlığını yaptığı imân ve İslâm hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.

Yahudîlerin, bile bile hakkı gizlemeleri

Mekke�ye gelen heyet, Yahudî âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi aralarında, �Gelenler bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muhammed mi daha doğru yoldadır, bunu kendilerine bir soralım� dediler.

Bunun üzerine Ebû Süfyân, onlara, �Ey Yahudî cemâatı� dedi, �sizler, kendilerine ilk semavî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz.

�Muhammed�le anlaşamadığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz. Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?�

Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudîler, �Allah için söylenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız� demekte tereddüt göstermediler.

Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararların tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.

Yahudîlerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı. Hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyuruldu:

�Görmedin mi kendillerine Tevrat�tan ilim verilen o kimseleri ki, Allah�tan başka ibâdet olunan bâtıl ilâhlara ve tâğuta îmân ederler ve kâfirler için �Bunların yolu mü�minlerin yolundan daha doğrudur� derler.

�Onlar Allah�ın lânetlediği kimselerdir. Allah�ın lânet ettiği kimseye ise artık hiçbir yardımcı bulamazsın.

���

�Sonra onlardan bir kısmı îmân etti, bir kısmı da yüz çevirdi. O yüz çevirenlere, alevli bir azap olarak Cehennem yeter.�1



Diğer kabilelere yapılan dâvet

Benî Nadir Yahudîleri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere söz aldıktan sonra Gatafanlarla da, Hayber�in bir yıllık hurma mahsûlünü kendilerine vermek şartıyla anlaştılar.2 Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gönderdiler. Onları da Medine üzerine yürümek için ayaklandırdılar.

Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de Arap kabilelerinden bazılarını harbe iştirâk ettirmek için kiraladılar. Böylece, Yahudîlerin propaganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden civardaki Arap kabilelerinden, Gatafanlar ve Ahabîş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.

Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmak ve Müslümanları yok etmek!

Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Resûlullah ve İslâmiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.

Kureyş müşriklerinin sayısı Ahabîş ve onlara katılan kabilelerle birlikte 4.000 idi. Yahudîlerin teşvik ve kışkırtmalarıyla bir araya gelenlerin sayısı ise 6.000�di. Böylece düşman ordusunun sayısı 10.000�i buluyordu. Müşrik ordusuna Ebû Süfyan bin Harb komuta etmekte idi. Orduda, 300 at, 100 deve vardı.3 Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen 6.000 kalabalığın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri birleşince, komuta yine Ebû Süfyan�da kaldı.4

Huzaâ kabilesi eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost geçinen bir kabile idi. Bu dostluğun başlangıcını Abdülmuttalib ile olan anlaşma ve ittifâkları teşkil ediyordu.

İşte, Kureyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu, fevkâlade bir sür�atle tam dört günde katederek Medine�ye Peygamber Efendimize ulaştırdı.

Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal Ashab-ı Kiramı toplayarak kendileriyle istişâre etti.

Resûl-i Ekrem, �Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine�de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?� diye sordu.

Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi.

Bu arada Selman-ı Farisî, �Yâ Resûlallah! Biz Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk� diye konuştu.

Teklif hem Hz. Resûlullah, hem Sahabîler tarafından makul karşılandı ve ittifakla şu karar alındı: Medine�de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düşman saldırısına karşı konulacak. Böylece muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.

Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. Aslında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensibi idi.



Hendek kazı işine başlanması

İttifâkla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Resûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygamber Efendimiz, nerelerin, kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tesbit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçebilme ihtimali çok zayıftı. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçmeye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratılması için küçük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Kurayza ve diğer Yahudîler ikâmet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Yapılan tesbitler bunu gerektiriyordu.

Bütün Müslümanlar, hattâ az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazıyorlardı. Kazı işine bizzat Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretlerini her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, geceyi geçirmek için evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında1 gece gündüz kalıyordu. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mürakabesini sürdürüyordu. Kâinatın Efendisi toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmalarında zaman zaman Müslümanların, �Yâ Resûlallah, bizim çalışmamız kâfi gelir. Sen, ne olur çalışma da istirahat buyur� tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, �Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum� cevabını vererek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.

Zaman zaman da kazı ve zenbille toprak taşıma esnasında, Abdullah bin Revaha�nın, �Allah�ım sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne sadaka verebilir, ne de namaz kılabilirdik. Üzerimize yürüyen kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalblerimize sabır ve sekinet indir, ayaklarımıza sebât ver!�2 meâlindeki kıt�aları terennüm ediyordu. Haliyle, bu gönüllü mücahidlerin gayretlerini arttırıyordu.

Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve, �Allah�ım! Ahiret hayatından başka�taleb edilecek baki�bir hayat yoktur. Sen, Ensar ve Muhacirlere mağfiret eyle!� diye duâ ediyordu.

Çalışan Müslümanlar da Hz. Resûlullahın bu samimi duasına, şu içli mukabelede bulunuyorlardı:

�Hayatta olduğumuz müddetçe, Allah yolunda cihad etmek üzere Muhammed�e (a.s.m.) bîat etmiş kişileriz.�1

Kazı işi devam ediyordu. Bir ara, Sahabîler sert bir kayaya rastladılar. Onu parçalamaya uğraşırken balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olamadılar. Durumu, o sırada kıldan dokunmuş çadırının içinde dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber verdiler:

�Yâ Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?�

Peygamber Efendimiz, Selman-ı Farisî�nin balyozunu aldı. �Bismillah� diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve �Allahü Ekber, bana Şam�ın anahtarları verildi! Vallahi, ben şu anda Şam�ın kırmızı köşklerini görüyorum� buyurdu.

Sonra, yine �Bismillah� deyip kayaya balyoz ile ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine, �Allahü Ekber, bana Fars�ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisra�nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum� buyurdu.

Ondan sonra üçüncü defa yine, �Bismillah� deyip balyoz ile vurdu. Kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı.

Yine, �Allahü Ekber, bana Yemen�in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, San�a�nın kapılarını görüyorum� buyurdu.2

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.) Müslümanlara şöyle dedi:

�Bu fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed�e (a.s.m.) vermiştir.�1



Orduya verilen ziyâfet

Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan�da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu. Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.

Kazı işi devam ediyordu. Bir gün Hz. Câbir bin Abdullah evine vararak, hanımına, �Resûlullahı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Evde yiyecek bir şey var mı?� diye sordu.

Hanımı, �Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa'2 arpadan başka bir şey yok� dedi.

Hz. Câbir oğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar.

Hz. Câbir evinden ayrılacağı sırada hanımı, �Sakın, beni Resûlullah ve yanındakilere karşı utandırma� diyerek de yemeklerin azlığını nazara vermek istedi.

Hz. Câbir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, �Yâ Resûlallah,� dedi, �azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim.�

Resûl-i Ekrem, �Yemeğin ne kadardır?� diye sordu.

Hz. Câbir, �Bir sa� arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak� dedi.

Bunun üzerine Efendimiz, �Hem çok, hem de güzel bir yemek� buyurdu ve ilâve etti:

�Hanımına söyle; ben gelinceye kadar, tandırdan et çömleği ile ekmeği çıkarmasın.�

Daha sonra da, �Ey hendek halkı! Kalkınız, Câbir�in ziyafetine gideceğiz� diye seslendi. Muhacir ve Ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.

Hz. Câbir şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, �Allah senin iyiliğini versin! Resûlullah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor. İnna lillahi ve İnna ileyhi Raciûn. Şimdi ne yapacağız?� dedi.

Hanımı, �Resûlullah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?� diye sordu.

Hz. Câbir, �Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim� diye cevap verdi.

Bunun üzerine hanımı, �Mahcup olacak sensin, ben değil� diye konuştu ve sordu:

�Onları sen mi dâvet ettin, yoksa Resûlullah mı?�

Hz. Câbir, �Resûlullah (a.s.m.) dâvet etti� diye cevap verince, Hanımı, �O, senden daha iyi bilir� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık Ashabıyla Hz. Câbir�in evine geldi. Onlara, �Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz� diyerek emretti. Sahabîler onar onar içeriye girdiler.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptı. Sonra Hz. Câbir�in hanımına, �Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al! Sakın, çömleği tandırdan dışarı çıkarma!� dedi.

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübârek elleriyle, tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak Ashabına sunmaya başladı. Dâvetliler yiyip doyuncaya kadar ziyâfet böylece devam etti.

Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmemişti. Resûl-i Ekrem, Hz. Câbir�in hanımına, �Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de hediye edersin. Çünkü, bütün halk açlık çekiyor� buyurdu.

Misafirlere karşı kesinlikle mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir�in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle idi:

�Allah�a yemin ederim ki, gelenler bin kişi idi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik.�1

Hendek kazı işinin tamamlanması

Hendek kazı işinde Sahabîlerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadakatlarının, Allah ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Çalışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden izin almadan işlerinin başından katiyyen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette Sahabîye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneği idi. Nitekim, Cenâb-ı Hak da gönderdiği âyetlerde onların gerçek mü�minler olduklarına ve eşsiz sadakatlarına şehadet ediyordu:

�Mü�minler Allah�a ve Resûlüne iman eden kimselerdir; Müslümanları ilgilendiren mühim bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman, Peygamberden izin almaksızın oradan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler, Allah�a ve Resûlüne imân etmiş olanlardır. Birtakım işleri için senden izin isteyenlerden dilediğine izin ver ve onlar için Allah�tan af dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.�2

Resûl-i Ekrem ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, canları istediği zaman da Resûl-i Ekremden izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan îman, sadakat, feragat ve gayret timsali Sahabîlerle istihza ediyorlardı. Morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.

Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde, onların uygun olmayan bu hareketlerinden bahsederek şöyle buyurdu:

�Peygamberi, birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. Sizden, birbirinizi siper ederek Resûlullahın huzurundan sıvışanları, şüphesiz Allah bilir. Onun sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden yahut pek acı bir azâbın kendilerine erişmesinden sakınsınlar.�1

Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. Hendek beş arşın2 derinliğindeydi. Genişliği ise, en namlı süvarilerin dahi kolay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece bir tek yeri aceleye geldiğinden dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz orası hakkındaki endişesini şöyle açıkladı:

�Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip gelebileceklerinden korkmuyorum!�

Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbetçiler dikecek ve başına da Zübeyr bin Avvam Hazretlerini tayin edecektir.

İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece 36 atlı vardı. Orduda biri Muhacirlerin, diğeri Ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd bin Hârise, Ensarınkini ise, Sa�d bin Übâde Hazretleri taşıyordu.1

Resûl-i Kibriyâ, karargâhını Sel� Dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hisarlarda muhafaza altına alındı.

Peygamber Efendimiz için Sel� Dağı eteğinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır bugünkü Fetih Mescidinin bulunduğu yerde idi.

Hendek, henüz yeni bitmişti ki, ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü.

Düşman, karargâhını Medine�nin kuzeyinde Uhud Savaşının cereyan ettiği sahada kurdu.

Hendekle karşılaşmaları, şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna kadar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarstı.

Halbuki onlar, Medine�yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümidiyle çıkıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.

Mücahidler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla korkmadılar ve tereddüt etmediler. Kur�an-ı Azîmüşşan onların bu halini şöyle tasvir eder:

�Mü�minler düşman ordularını gördüklerinde, �Allah�ın ve Resûlünün bize vaad ettiği nusret ve zafer budur. Allah da, Resûlü de doğru söylemiştir� dediler. Bu, onların ancak îmânını ve Allah�a teslimiyetini arttırmıştır.�2



Benî Kurayza�nın anlaşmayı bozması

Resûl-i Ekrem Efendimiz deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar hendek kenarında düşmanı gözetlemek ve nöbet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Resûlullahın huzuruna çıktı:

�Yâ Resûlallah,� dedi, �aldığım habere göre, Benî Kurayza Yahudileri anlaşmayı bozmuşlar ve düşmana yardım kararı almışlar.�

Beklenmeyen bu haber Peygamber Efendimizi oldukça müteessir etti. Halbuki, bu kabilenin reisi Ka�b ibni Esed ile anlaşması vardı. Bunun için o taraftan çok emin idi.

Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:

�Hasbünallahü ve ni�melvekîl (Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.�1

Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesi idi ve Medine-i Münevvere dışında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle anlaşmaları vardı. Buna göre; Medine için haricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimizden habersiz de hiçbir askerî harekâtta bulunmayacak, Kureyşli müşrikleri ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı.2

Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr bin Avvam�ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yurduna gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğullarının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptığını bizzat gördü. Gelip durumu Efendimize haber verdi. Resûlullah, bu fedakârlığı üzerine, hakkında şöyle buyurdu:

�Her Peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zübeyr�dir.�1

Hz. Ömer�in verdiği haber doğruydu. Benî Nadir Yahudilerinin reisi Huyeyy bin Ahtab gelip Kurayzaoğulları reisi Ka�b bin Esed�i kandırmıştı. O da anlaşmayı bozmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatta bulunmak üzere Evs Kabilesinin lideri Sa�d bin Muaz, Hazreç Kabilesinin lideri Sa�d bin Übâde, Abdullah bin Revâha ve Havvat bin Cübeyr�i Benî Kurayza Yahudilerine şu talimatı vererek gönderdi:

�Gidiniz, bakınız; şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz. Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sadık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilân edebilirsiniz.�2

Bu güzide Sahabîler Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaşmayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatta bulundular. Fakat, onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilân ettiler. Hattâ Peygamber Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.

Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğullarının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa�d bin Muaz, �Sizinle cenk etmedikçe Allah canımı almasın� diye hiddetli hiddetli konuştu.

Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize kapalı bir dille arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, �Haberinizi gizli tutunuz. Ancak bilene açıklayınız. Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir� diye konuştu.1

Artık Medine çepe çevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenâb-ı Hak, Kur�ân-ı Kerimde, bu hususa şöyle işâret buyurur:

�O vakit düşman orduları size hem yukarıdan, hem de aşağıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti. �2

Bu esnada Kurayzaoğulları Huyeyy bin Ahtab�ı Kureyşlilere göndererek, Medine�ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden 100, Gatafanlardan da 100 kişi istediler.

Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.

Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd bir Hârise Hazretlerini 300 askerle, Seleme bin Eslem�i de 200 askerle Medine�ye gönderdi. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.

Bu esnada Benî Kurayza Yahudileri bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.

Benî Kurayza�nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Safiyye�nin de içinde bulunduğu Hassan bin Sabit�in köşkünü ok yağmuruna tuttular. Hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.

Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.

Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapıldılar.

�Bize, Müslümanların, âilelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti. Halbuki öyle değilmiş� diyerek dağıldılar.

Beş yüz civarında mücahidi Medine�ye gönderip şehri koruma altına alan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kendisi de geceleri, düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.

Hz. Âişe der ki: �Resûlullah (a.s.m.) hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan sonra, �Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum. Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese� buyurdu.

�O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim. Resûlullah (a.s.m.) �Kim o?� diye seslendi.

��Sa�d bin Ebî Vakkas� diye cevap geldi.

�Resûlullah, �Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle� buyurdu. Kendisi de uyudu.�



Münafıkların hendekten dağılmaları

Münafıklar, �Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir� diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.

Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, �Evlerimiz Medine�nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır�1 diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.

Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim, Sa�d bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:

�Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme. Vallahi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar.�

Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:

�Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz.�1

Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:

�Onlardan bir topluluk da, �Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün� diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, �Evlerimiz korunmasız� diyerek Peygamberden izin istiyordu; halbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu.�2



Harbin başlaması

Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçmek imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsizliğe düşmelerine sebep oluyordu.

Sonunda çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, işin uzamasından başka birşeye yaramıyordu.

Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce Müslümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu.

Bir ara düşman süvarilerinden bir kaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.

İçlerinden en meşhuru Amr bin Abd-i Vedd idi. Birçok hâdiseler görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri onu bir bölük süvariye denk sayarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.

Amr döğüşecek er dileyince, Hz. Ali, �Yâ Resûlallah, ona karşı ben çıkayım, müsaade eder misiniz?� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Sen otur, yâ Ali, gelen Amr�dır� buyurdu.

Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu:

�İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani, sizin ölülerinize tayin ettiğiniz Cennet, nerede?�

Hz. Ali tekrar karşısına çıkmak istedi. Resûl-i Ekrem Efendimizin yine, �Yâ Ali, o Amr�dır� buyurarak izin vermedi.

Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, �Er meydanına çıkacak kimse yok mu?� diye üst perdeden bağırdı.

Hz. Ali tekrar cesaretle yerinden fırladı, �Onunla ben döğüşürüm, yâ Resûlallah!� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yine, �Yâ Ali, o Amr�dır� buyurdu.

Hz. Ali, �Amr da olsa çıkar döğüşürüm yâ Resûlallah� dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Alem Efendimiz, �Allah�ın Arslanı�na müsaade etti. Bizzat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr adlı kılıcını beline bağladı. Sarığını da başına sardıktan sonra şöyle duâ etti:

�Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde Bedir�de ve amcam Hamza Uhud�da şehid oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle. Ona yardımını ihsan eyle. Beni de yalnız bırakma.�1

Hz. Ali yaya olarak imanından gelen heybetle Amr�a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük döğüşü seyre hazır bulunuyorlardı.

Zırha bürünen Hz. Ali�nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu. Amr, �Sen kimsin?� diye sordu.

Hz. Ali, �Ben Ali�yim� diye cevap verdi.

Amr bu bıyıkları yeni terlemiş olan genci karşısında bulunca bir merhamet ve hafife alma tavrı takındı.

�Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mudur? Ben, senin kanını dökmek istemiyorum! Çünkü, baban benim dostumdu� diye konuştu.

Hz. Ali�nin ise cevabı şu oldu:

�Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim.�

Amr, bu cevaba kahkaha ile gülerek, �Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi� dedi.

Hz. Ali�nin sözleri Amr�ı çileden çıkarmaya yetmişti. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü.

Hz. Ali, �Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı? Atından in de benim gibi yaya ol� diye teklifte bulundu.

Amr derhal atından indi ve hayvanı salıverdi. Öfke dolu bakışlarla Hz. Ali�nin karşısına dikildi.

Hz. Ali, �Ey Amr!� dedi. �Ben, senin Kureyşten bir kimse ile karşılaştığında, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah�a vaadde bulunduğunu işittim. Doğru mudur?�

Amr, �Evet� dedi.

O zaman Hz. Ali, �Öyle ise, ben seni Allah�a ve Resûlüne imana dâvet ediyor ve İslâmiyeti kabule çağırıyorum!�

Amr, �Bu, bana lâzım değil, geç bunları!� dedi.

Bu sefer Hz. Ali, �Öyle ise,� dedi, �bizimle çarpışmaktan vazgeç; yurduna dön ve buradan git.�

Amr, �Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi yasaklamışımdır� diye karşılık verdi.

O zaman Hz. Ali, �O halde vuruşmaya hazır ol!� diye kükredi.

Amr, yine kahkaha ile güldü ve �Doğrusu ben, Araplar içinde benden korkmadan, benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tahmin etmemiştim� diye hayretini izhar etti.

Sonra da ekledi:

�Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum.�

Cesaret kahramanı Hz. Ali, �Ama ben, seni öldürmek istiyorum� karşılığını verdi. Hz. Ali�nin son cümlesi, Amr�ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali�nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali�nin alnını sıyırdı.

Hz. Ali şimşek gibi bir hızla yana sıçradı, bu sefer sıra ondaydı. Amr�ın boyun köküne Zülfikârla şiddetli bir darbe indirdi. Amr�ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.

Bir anda feryad ve çığlıklar koptu. Ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Cenâb-ı Hakkın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı �Allahü Ekber� diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir getirince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.



�Kılıç değil, el keser!�

O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hüreyre bin Ebî Vehb, Hz. Ali ile çarpışmaya yeltendi. Fakat bir kılıç darbesi yiyince çareyi kaçmakta buldu. Bu sefer Hz. Zübeyr bin Avvam, onu takib etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti.

Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel bin Abdullah�ın peşine düştü. Şiddetli bir darbe ile onu yukarıdan aşağıya doğru ikiye biçti.

Sonraları Hz. Zübeyr�e, �Senin kılıcın gibi kılıç görmedik� denilince şu cevabı verdi:

�Onu yapan kılıç değildir, bilektir!�

Kureyş�in diğer süvarileri dehşete kapılarak dolu dizgin kaçmaya başladılar. Hattâ Ebû Cehil�in oğlu İkrime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, onu geri dönüp almaya bile cesaret edememişti.

Bir bölüğe bedel olarak görülen Amr bin Abd-i Vedd�in mübareze meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü.

Hattâ Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, �Bugün bizim için bir hayırlı iş yok� diyerek ye�s içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.

Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.

Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat, �Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?� diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.



Münafıklar yine sahnede

Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:

�Muhammed size Kayser ve Kisranın hazinelerini va�dediyor! Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!

�Va�dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka birşey va�detmiyor.�

Kur�ân-ı Kerim bu hususa da işâret eder.1

Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü�minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü, onlar, Yüce Allah�ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va�dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. Allah�ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.

Münafıklar ise, tam tersine, Medine�yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashab-ı Kirâmın vücudlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.

Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü�minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorladı.

Kur�an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:

�Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musîbetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü�minler �Allah�ın yardımı ne zaman?� diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah�ın yardımı yakındır.�1

Düşmanda yılgınlık

Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğukla karşı karşıya bırakmıştı. Mahsul, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya kalmışlardı.

Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve açlığın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını görünce, Gatafanlıların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf�a şu haberi gönderdi:

�Müslümanları muhasaradan vazgeçip, yurdunuza dönüp giderseniz, Medine�nin yıllık meyve mahsulünün üçte birini veririm.�

Onlar ise, �Bize, Medine�nin yıllık hurma mahsulünün yarısı verilmelidir� dediler.

Fakat, Peygamberimiz (a.s.m.) buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire razı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp geldiler.

Peygamber Efendimiz bu arada önce Ensarın reislerinden Sa�d bin Muaz ile Sa�d bin Ubade�nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, �Yâ Resûlallah! Bu sizin arzu ettiğiniz birşey midir? Yoksa, Allah�ın size emrettiği ve bizim de muhakkak yerine getirmemiz gereken birşey midir?� diye sordular.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şu cevabı verdi:

�Eğer, Allah tarafından emir alsaydım, sizinle istişâre etmez, gereğini hemen yerine getirirdim. Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir.�

Bunun üzerine Sa�d bin Muaz Hazretleri, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah�a ortak koşar, putlara tapar, Allah�a ibadet etmez ve Onu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dışında Medine�den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır. Şimdi Allah, bizi İslâmla şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz?

�Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, onlarla aramızdaki hükmünü verinceye kadar onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heyetine de, �Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder� dedi.

Bunun üzerine Gatafan heyeti Resûlullahın huzurundan ayrıldı. Yolda, Hâris bin Avf, Uyeyne bin Hısn�a şunları söyledi:

�Biz Kureyşlilere yardım maksadıyla Muhammed�e saldırmakla bir şey elde edemeyeceğiz. Vallahi, ben Muhammed�in işinin açık ve üstün bir iş olduğunu görüyor ve tahmin ediyorum. Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilginleri, Harem halkından Muhammed�in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.�

Kuşatma esnasında mücahidler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalıyorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı. O biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan oldukça bitkin ve yorgun idiler. Ayrıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Hava da oldukça soğuktu.

Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:

�Biz bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler.

�Bunların Medine�deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk. Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu. Münafıklar, �Evlerimiz emniyette değildir� diyerek Resûlullahtan izin istediler. Halbuki, evleri tehlikede değildi. İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı. Sadece zevcemin verdiği, dizlerimi geçmeyen yün örtü vardı��1



Muhasaranın şiddetli hücumu ve kazaya kalan namazlar

Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Resûlullahın çadırını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer çadırının önünde duruyordu.

Hz. Câbir der ki:

�Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Halid bin Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Resûlullahın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Resûlullah ve ne de Müslümanlar yerlerinden ayrılma imkânı ve fırsatını bulamadılar.�1

Çarpışma öylesine şiddetle devam ediyordu ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile bedduâ etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bıraktırdıklarından dolayı, onlara şöyle bedduâ etti:

�Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi, namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun.�

Daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını Ashabıyla birlikte kaza etti.2

Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntılarla bunalmıştı.

Bu sırada henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müşriklerin ve ne de kavmi olan Gatafanlıların haberi bulunmayan Nuaym bin Mes�ud, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İslâma kavuşmuş olmanın şükrünü, Müslümanlara bir hizmette bulunmakla ifâ etmek istiyordu. Şu teklifte bulundu:

�Yâ Resûlallah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gatafanlıların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım.�

Peygamber Efendimiz, �Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Maamafih yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse bizi muhasara altına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış. Çünkü harp, hilelerden ibârettir�1 buyurdu.

Hz. Nuaym kendisinden istenen hizmeti kavramıştı. �Evet, yâ Resûlallah! Bu işi yapabilirim. Fakat, gerektiğinde gerçeğe aykırı birşeyler söylememe izin vermelisin� dedi.

Peygamber Efendimiz, �İstediğini söyle, sana helâldir�2 buyurarak ona ruhsat verdi.

Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini dâvet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle bir konuşma yaptı:

�Şu adamın [Hz. Peygamberin] işi şüphesiz bir belâdır. Kaynuka ve Nadiroğullarına yaptığını da gördünüz.

�Kureyşliler ve Gatafanlılar Muhammed ve Ashabıyla savaşmak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yardımcı oldunuz. Halbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizinki gibi burada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, Müslümanları mağlûp eder, ganimetleri toparlar. Mağlûp olurlarsa buradan savuşur giderler. Sizi, bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur.

�Siz Kureyşlilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muhammed�e karşı savaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.�3

Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi uygun buldular. Üstelik kendilerini ikaz ettiği için Hz. Nuaym�a teşekkür bile ettiler.

Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, �Sakın anlattıklarımı kimseye söylemeyin. Gizli tutun!� demeyi de ihmal etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.

Benî Kurayza�nın yanından ayrılan Hz. Nuaym Kureyş müşriklerinin yanına gitti. �Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Muhammed�den ayrı olduğum da malûmunuz. Öğrendiğim birşeyi size söylemek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!� dedi.

�Yemin ederiz� dediler.

Hz. Nuaym, �Haberiniz olsun ki,� dedi, �Kurayzaoğulları, Muhammed�le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Muhammed�le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla birlikte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış!

�Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz.�1

Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Gatafanlıların yanına vardı ve şöyle dedi:

�Ey Gatafan topluluğu! Sizler benim kabilemsiniz. Bana en sevgili olan kimselersiniz. Yahudilerin sizlerle oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Muhammed�le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadir�i Medine�ye kabul etme karşılığında, Benî Kurayzalılar onunla sulh edeceklermiş.�2

Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı başardı.

Hz. Nuaym�ın taktiği müsbet neticesini vermeye başladı.

Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin olmak üzere yetmiş kişi istediler. Onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym�ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, �Demek Nuaym�ın söyledikleri doğruymuş� diyerek aralarındaki münasebetleri kestiler.

Benî Kurayzalılar, aynı şekilde Gatafanlılardan da rehine istediler. Onlar da reddedince, plân başarı ile neticelenmiş oldu.



Son çarpışma ve Allah�ın nusreti

Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütün şiddetiyle hendeğin her tarafından hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışları ile taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.

Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nazik anda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ridasını üzerinden yere atıp, ellerini Kadir-i Mutlak�a açarak şöyle duâ ediyordu.

�Ey Kitabı [Kur�an�ı] indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah�ım! Onlara karşı bizlere yardım et! Allah�ım Sen bu bir avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık Sana ibadet edecek kim kalır?�1

O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrâil (a.s.), gelerek Peygamber Efendimize düşman ordusunun bir rüzgâr ile perişan edileceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem iki dizi üzerine çöktü, ellerini kaldırarak nusretini ulaştıran Cenâb-ı Hakka şükrünü şöyle takdim etti:

�Bana ve Ashabıma merhametinden dolayı, Sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allah�ım.�



Müşrikler perişan oluyor

Cumartesi gecesi idi. Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüzgâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen dondurucu bir rüzgârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kaçaklar uçuşuyor, çadırlar sökülüyor, atlar, develer birbirine karışıyor, gözler birbirini göremiyordu.1

Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Bozgun evvelâ Kureyş müşrikleri cephesinde başladı. Askerlerden önce, komutan Ebû Süfyan devesine atladı ve �Hemen göç ediniz, işte ben gidiyorum!� diyerek Mekke�ye doğru yola koyuldu. Kureyş ileri gelenleri kendisini kınamasalardı, belki de tek başına dolu dizgin orduyu terk edip gidecekti. Kavminin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına gitmekten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki, artık orduda bozgun havası başlamıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Sür�atle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Öyle de yaptılar.

Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr bin As ve Halid bin Velid, 200 kişilik bir süvari birliği ile geride kaldılar.2

Kureyş müşrikleri gerisin geri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan diğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.

Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur�ân-ı Kerimde şöyle bahsedilir:

�Ey îmân edenler! Hatırlayın, Allah�ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında, Biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu.�3

Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımını gönderen Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi:

�Allah�tan başka ilâh yoktur! Yalnız O vardır. Allah ordusunu aziz kıldı. Kuluna da yardım etti. Tek başına da Arap kabilelerine galebe etti!�1

Müşrik ordusunun hiç bir müsbet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur�an-ı Kerim bize şöyle haber verir:

�O kâfirler umduklarından hiçbirisine erişemeden Allah onları öfkeleriyle birlikte geri gönderdi. Mü�minlere de savaşı kendilerinden uzaklaştırmak için Allah�ın yardımı kâfi geldi. Allah dilediğini yapmaya kàdirdir; Onun kudreti herşeye galiptir.�2



Zafer Müslümanların

Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böylece, Allah�ın yardımıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü artık bütün dönüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve Hendek gibi üç büyük savaşta mü�minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlardı.

Gerisin geri dönen müşrik ordusunda hakim hava ümitsizlik, keder ve üzüntü iken, mü�minler arasında tam bir bayram havası yaşanıyordu. Herkes memnun ve mesrûrdu. Bunca yorucu çalışma, sebât ve cesaretle çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine hamd ve şükür ediyorlardı.

Hz. Resûlullahın şu müjdesi ile sevinçlerini kat kat arttırıyordu:

�Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız. Artık onlar, gelip bizimle çarpışamayacaklar.�1

Resûl-i Ekremle birlikte mücahidler bayram havası içinde, Hendek�ten şehre döndüler.

Bu muharebede mücahidler yedi şehid vermişlerdi.

Kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehid olan Sahabîlerin hepsi de Ensardandı.

* * *



Benî Kurayza Gazâsı

Hicretin 5. senesi. (Milâdî 627) Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine�yi Müslümanlarla elele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.1 Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle işbirliğine giriştiler.

Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve, �Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed�le aramızda ne ahid vardır, ne de akid� dediler. Hattâ daha da ileri giderek Peygamber Efendimiz için küstahça sözler bile sarfettiler.2

Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman âile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne bile kalkıştılar. Bu hareketleriyle Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyânetti.

Hendek Muharebesinde 10 bini bulan düşman ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da hayal kırıklığı içinde Medine�ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.

Giriştikleri hâince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekremin her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı.

Cebrâil�in (a.s.) getirdiği emir

Nitekim, Müslümanlar Medine�ye henüz yeni dönmüşlerdi ki, Cebrâil (a.s.) Resûl-i Ekreme şu emri getirdi:

�Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilal�i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:

�İşiten ve Allah�ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!�2

Bu dâveti duyan Müslümanlar da bir anda toplandılar.

Peygamberimiz sancağı Hz. Ali�ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı. Abdullah bin Ümmi Mektûm�u ise Medine�de yerine imam bıraktı.3

İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. İçlerinde 36 süvari vardı. Ordu, Resûlullahla olan anlaşmasını en nazik bir zamanda bozan, vatana hıyânet eden, düşmanla işbirliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hak ettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.

Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine dikti. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır laflar ediyor, ileri geri küstahça konuşuyorlardı.

Bu davranışlarıyla giriştikleri hâinlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.

Hz. Ali, sancağı bir başka Sahabîye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu.

�Yâ Resûlallah,� dedi, �şu şirret adamların yakınına kadar varmasan, olmaz mı?�

Resûl-i Ekrem, �Neden?� diye sordu.

Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nahoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.

Peygamber Efendimiz: �Herhalde, sen, onlardan beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir� deyince Hz. Ali, �Evet, yâ Resûlallah� karşılığını verdi.

O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Musa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü.

�Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi:

�Ey Allah�ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?�

Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşledi:

�Yâ Ebâ�l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ�ya indirilmiş olan Tevrat�a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik� diyerek söylediklerini inkâr ettiler.2



Benî Kurayzalıların muhasaraya alınması

Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler. Peygamber Efendimiz ve mücahidleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek laflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesi idi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahidlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahidler onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.

Görünüşte Hz. Resûlullah ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatta ise daima İslâm düşmanlarıyla gizliden gizliye işbirliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına gizlice şu haberi gönderdiler:

�Sizler teslim olmayınız! Medine�den çıkıp gidin deseler de, çıkıp gitmeyiniz!

�Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz.�

Haliyle gizlice gelen bu haber Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herşeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu. Müslümanları da cihâda ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.

Benî Kurayzalılar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince bütün bütün maneviyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz istediklerini kabul etti.

Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nabbaş bin Kays�ı gönderdiler. Nabbaş, �Yâ Muhammed!� dedi, �Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!�

Peygamber Efendimiz, �Hayır, bu teklifi kabul edemem� buyurdu.

Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı:

�Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bırakalım!�

Peygamber Efendimiz, �Hayır,� dedi, �kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!�

Nabbaş, me�yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.



Ka�b bin Esed�in teklifleri

Ka�b bin Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı.

�Ey Yahudi topluluğu!� dedi. �Görüyorsunuz ki, bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

�Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.�

Benî Kurayzalılar merakla, �Nedir o tekliflerin?� diye sordular.

Ka�b tekliflerini sıralamaya başladı:

�Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim!

�Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda sıfatlarını yazılı bulduğunuz peygamber olduğu sizce de malûm olmuştur.

�Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!

�Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Halbuki bu, Allah�ın bileceği bir iştir.

�İbni Hıraş�ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, �Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka birşeyi bulunmayan bir yere geldim� demişti. �Bununla başka neyi kastetmek istiyorsun?� diye sorulunca da o; �Mekke�den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer, benden sonra gelirse, ona karşı hîle ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz� dememiş miydi?�

Benî Kurayza Yahudileri, �Hayır,� dediler, �biz, bizden başkasına tâbi olmayız. Biz kitap sahibi bir cemâatız!�

Kâ�b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:

�O halde size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Tâ ki aramızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed�le Ashabının üzerine yürüyelim. Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok! Şayet, galip gelirsek yeniden evlenir, evlâtlar yetiştiririz.�

Kurayzaoğulları bu teklifi de uygun görmediler.

O zaman Kâ�b, üçüncü teklifini arz etti:

�Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve Ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz.�

Kurayzaoğulları bu teklife de şu cevabı verdiler:

�Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz. Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizlikten dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği birşeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?�

Kâ�b�ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:

�İçinizden hiçbir kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir.�1

Bunların Müslüman olmasına sebep, yıllar önce kendilerini ziyaret eden İbni Heyyiban�ın konuşmasıydı.

Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftan da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Yahudiler yaptıklarından son derece pişman oldular.

Bu sırada iki kardeş olan Sa�lebe ile Esid bin Sâ�ye ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına şu nasihatta bulundular:

�Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed Allah�ın Resûlüdür.

�Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban�dı. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti� dediler

Benî Kurayza Yahudileri, �Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir� diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler.

Fakat, Sa�yeoğulları söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar:

�Vallahi,� dediler, �bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah�tan korkunuz da, ona iman ediniz!�1

Kurayzaoğulları kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı.

Bunun üzerine iki delikanlı olan Sa�lebe ve Esid�le amcalarının oğlu Esed bin Ubeyd kaleden inip, Müslüman oldular.2

İbni Heyyiban Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslâmın gelişinden iki yıl önce Benî Nadir Yahudilerine gelip misafir olmuştu.

Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefât edeceğini anlayınca, �Ey Yahudi cemâatı! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?� diye sormuştu.

Yahudiler, �Sen, daha iyi bilirsin� demişlerdi.

Bunun üzerine İbni Heyyiban geliş maksadını şöyle anlatmıştı:

�Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklaşmış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki, o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım.

�Ey Yahudi cemâatı! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız.�3

Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.4

Benî Kurayza Yahudileri, yirmiş beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler.

Peygamberimiz, �Ashabımdan istediğinizi hakem olarak seçiniz� buyurdu.

Kurayzaoğulları, �Biz, Sa�d bin Muaz�ın vereceği hükme göre teslim oluruz� dediler.

Peygamber Efendimiz, �Pekâla! Sa�d bin Muaz�ın hükmüne göre teslim olunuz� buyurdu.1

Hendek Muharebesinde yaralanan Hz. Sa�d bin Muaz o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevîde kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullahın huzuruna getirdiler.

Efendimiz şöyle buyurdu:

�Ey Sa�d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla.�

Hz. Sa�d, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Ben, iyi biliyorum ki; Allah sana, onlara yapacağın muâmele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah�ın sana emrettiğini yap!�

Peygamber Efendimiz, �Evet, öyledir! Fakat, sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla� dedi.

Hz. Sa�d, �Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah�ın hükmüne uygun hüküm veremem diye korkuyorum� diye cevap verdi.

Peygamberimiz ısrar etti, �Sen, onlar hakkında hükmünü ver!�2 buyurdu.

Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa�d onlardan söz almak istedi:

�Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah�ın ahd ve misakıyla söz veriyor musunuz?� diye sordu.

Evsliler, �Evet, söz veriyoruz� dediler.

Hz. Sa�d, onlara hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı Sahabîlerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa�d, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hâyâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, �Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah�ın ahd ve misakıyla sizin gibi söz veriyor mu?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Evet� diye cevap verdi.

Bundan sonra Hz. Sa�d�ın emri üzerine Kurayzaoğulları kalelerinden indiler. Silahlarını bırakıp teslim oldular.

Hz. Sa�d bin Muaz bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:

�Ben, onlar hakkında büluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim.�

Peygamber Efendimiz, Hz. Sa�d�ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, �Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ�nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin� buyurdu.1

Hakikaten de, Hz. Sa�d bin Muaz�ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Musâ�nın şeriâtındaki hükme uygundu. Tevrat�ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:

�Bir şehre harb için yaklaştığında, onu sulha dâvet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip, sana kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmim hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler.

�Lâkin, eğer senin ile musalaha etmeyip harp eder ise, onu muhasara edesin.

�Ve, Allah�ın, onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin.

�Amma, kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah�ın sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin.�1

Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat�ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.

Peygamber Efendimizin emriyle, büluğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine�ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri Beytü�l-Mâl�e yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahidler arasında pay edildi.

Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağıya taş bırakarak bir Sahabînin şehid olmasına sebep olan Nübâte adındaki bir kadına da kısas uygulandı.

Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören Sahabîler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.

Böylece, Medine�nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hâdiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.

* * *



Hicretin Beşinci Senesinin Mühim Diğer Hâdiseleri



Müzeynelerin Müslüman olmaları

Medine yakınlarındaki ikâmet etmekte olan Müzeyne Kabilesinden 10 kişilik bir heyet Medine�ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda Müslüman oldular.

Heyetin başında Huzâî bin Abd-i Nühm bulunuyordu. Huzâî Müslüman olup Peygamber Efendimize bîat edince yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya dâvet etti. Müzeyneler, �Biz senin sözüne itaat ederiz� diyerek Müslüman oldular ve Medine�ye bir heyet gönderdiler.

Hicretin 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine�ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onları yurtlarında ikâmet etmelerine rağmen Muhacirler sınıfından saydı ve �Siz nerede olursanız olunuz, Muhacirsiniz. Muhacirler şerefini hak ettiniz. Mallarımızın başına dönünüz� buyurdu.

Bu emir üzerine Müzeyneler yurtlarına döndüler.1



Selmân-ı Farisî�nin kölelikten kurtarılması

Selmân-ı Farisî Hazretleri daha önce Yahudilerin kölesi idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gün kendisini çağırarak, �Ey Selmân! Kendini kölelikten kurtarmak için efendinle pazarlık yap anlaş� dedi.

Hz. Selmân, efendisine durumu arz edince, o, �Üç yüz hurma fidanını diker ve ayrıca kırk ukiyye (bin altı yüz dirhem) altın verirsen azad ederim� dedi.

Bunun üzerine Hz. Selmân, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına gelip durumunu arz etti.

Peygamber Efendimiz Ashabına, �Kardeşinize yardım ediniz� buyurdu.

Bu emir üzerine Sahabîler bir anda kendi aralarında üç yüz hurma fidanını topladılar.

Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz, �Ey Selmân! Git de şu fidanlar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!� diye ferman etti.

Sahabîlerin de yardımıyla Hz Selmân çukurları kazıp bitirince, Efendimize gelip durumu haber verdi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bizzat mübârek eliyle biri müstesnâ, diğer hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Peygamber Efendimiz onu da çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.

Böylece Hz. Selmân, Benî Kurayza Yahudilerinden olan Efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu.1

Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selmân�ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat Hz. Selmân şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın külçesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve �Ey Selmân! Bunu al, borcunu öde� buyurdu.

�Ben Yâ Resûlallah dedim, bu kadarcık altın parçası ile borcum ödenmez ki deyince, �Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve �Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!� buyurdu.

�Bunun üzerine ondan aldığım altın parçasını tartıp alacaklıya verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi (bin altı yüz dirhem) verdikten sonra o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı!�1



Ensardan Sa�d bin Muaz Hazretleri vefât etti

Sa�d bin Muaz Hazretleri Ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden biri idi. Mus�ab bin Umeyr Hazretleri Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Medine�ye Kur�an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunu duyan Abdü�l-Eşheloğullarından kadın, erkek hepsi de o gün Müslüman olmuşlardı.

Bu kahraman ve fedakâr Sahabî, Hendek günü kolundan bir okla vurulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kahraman Sahabî yaralandığı zaman ona Allah rızası için yaralıların tedavisi ile meşgul olan Ensar kadınlarından Rüfeyde adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.

Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicretin beşinci yılında 37 yaşında şehid olarak vefât etti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Müslümanlar vefâtından son derece müteessir oldular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Sa�d bin Muaz�ın vefâtıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu.� Hz. Sa�d�ın cenaze namazını da bizzat Peygamberimiz kıldırdı.2

Hz. Âişe der ki:

�Resûlullah (a.s.m.) ile iki Sahabîsinden (Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer) sonra, vefâtı Müslümanlara, Sa�d bin Muaz�dan daha ağır gelen bir kimse yoktu.�1

Muğire bin Şu�be Müslüman oldu

Muğire bin Şu�be dört Arap dâhisinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri halletmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zattı.

Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve Muhacir olarak Medine�ye geldi.

Medine�de zelzele ve ay tutulması vuku buldu

Hicretin beşinci yılında Medine�de zelzele oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:

�Rabbiniz, sizi razı olacağı duruma döndürmek istiyor. O halde siz de, Onun rızasını dileyiniz.�2

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan insanların hareketleri arasında münasebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dünyanın hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!

Yine hicretin 5. yılı Cemaziyelâhir ayında ay tutuldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ay tutulması geçinceye kadar, husûf namazı3 kıldırdı.4

Cahiliyye Devrinde insanlar, �Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyüklerinden bir büyük için tutulur� bâtıl inancını taşırlardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu sözleriyle bunun doğru olmadığını açık bir şekilde ifade etti:

�Şüphesiz ki, güneş ve ay, hiç bir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar.

�Onlar, Allah�ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir!

�Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!�1

Peygamberimiz bu sözleriyle Cahiliyye Devri insanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah�a ibâdet vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanlar, boş şeylerle değil, Allah�a ibâdet ve tâatle meşgul olmaları gerektiğini ifâde etmişlerdir.

Şurası da unutulmamalıdır ki, ibadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve Allah�ın rızasıdır, faydası ise âhirete aittir. Eğer namaz ve ibâdetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz batıl olur. Bu sebeple, güneş ve ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla namaz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin vakitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah�ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır.2
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 6. senesi

Hicretin Altıncı Senesi

Kurata Seferi

Hicretin 6. senesi, Muharrem ayı. Bu tarihte, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Ashabdan Muhammed bin Mesleme Hazretlerinin kumandasında otuz kişilik bir süvari birliğini Necid diyarında bulunan Bekir bin Kilâboğulları üzerine gönderdi.

Mücahidler, bu kabileye ait Şerebbe mevkiine vardıklarında Benî Muharipten bir toplulukla karşılaştılar. Aralarında bir çatışma vuku buldu. Muhariboğullarından bazıları öldürüldü. Sağ kalanlar ise kaçtılar. Mücahidler, onların geride kalan çoluk çocuklarına ise dokunmadılar.

Daha sonra mücahidler Benî Bekirlerin bulunduğu yere kadar ilerlediler. Âniden baskında bulunarak on kadar adamlarını öldürdüler. Bir kısım davar ve develerini de ganimet olarak aldılar. Muhariplerle Benî Bekirlerden alınan ganimet mallar, yüz elli deve ile üç bin davarı buluyordu.

Birlik kumandanı Muhammed bin Mesleme (r.a) bunların beşte birini Peygamber Efendimiz için ayırdı. Geri kalanını ise mücahidlere bölüştürdü.

Mücahidler Medine�ye dönerken yolda Benî Hanife Kabilesinden Sümâme bin Üsal�i yakaladılar. Sümâme Mekke�ye umre yapmaya gidiyordu.

Müslüman süvari birliği, Muharrem ayının son gecesinde Medine�ye döndü.1

Mücahidler tarafından esir alınan Sümâme bin Üsâl, Yemâme halkının ileri gelenlerindendi. Bir ara, Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırma teşebbüsüne geçmiş ise de, amcası onu bu cinayeti işlemekten alıkoymuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bunun üzerine Sümâme�nin kanının dökülmesini mübâh saymıştı.1

Sümâme�yi Peygamberimizin huzuruna getiren mücahidler onu tanımıyorlardı. Resûl-i Ekrem onlara şöyle buyurdu:

�Kimi yakalamış olduğunuzu biliyor musunuz? Yakaladığınız bu adam, Benî Hanife Kabilesi efendisi Sümâme bin Üsal�dir. Ona iyi davranınız.�

Sahabîler, onu Mescid-i Şerifte barındırdılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Mescid�e gidip Sümâme�nin yanına vardı. �Ey Sümâme, gönlünde ne var? İçinden ne geçiriyorsun?� diye sordu.

Sümâme mahcup bir edâ içinde şu cevabı verdi:

�Yâ Muhammed! Gönlümde hayır var! Şayet, beni öldürecek olursan, eli kanlı bir katilin hayatına son vermiş olursun. Eğer, bana iyilik eder, beni affedersen, iyiliğe karşı teşekkür eden, iyilik bilen bir kimseye iyilikte bulunmuş olursun. Eğer, hürriyetime kavuşmam için benden mal istersen, dilediğin kadar iste al.�

Peygamber Efendimiz, başka bir şey demeden yanından ayrıldı.

Daha sonra iki gün üstüste Peygamber Efendimiz Sümâme�ye aynı suali sordu. Sümâme aynı cevabı verince Ashabına, �Sümâme�yi serbest bırakınız� diye emrederek onu kurtuluş fidyesi almaksızın serbest bıraktı.

Hiç beklemediği bu alicenap davranış karşısında Sümâme�nin gönül âlemi birden nurlandı. Hemen orada kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.2

Müslüman olan Sümâme Peygamberiimizin müsâadesiyle niyetlenmiş olduğu umresini yapmak üzere Mekke�ye gitti. �Telbiye� getirerek şehre girince, Kureyş müşrikleri Müslüman olduğunu anladılar. Yakalayıp boynunu vurmak istediler. O sırada içlerinden birisi, �Bırakınız onu! Siz, yiyecek maddesi bakımından Yemâme�ye her zaman muhtaçsınız.� deyince onu serbest bıraktılar.

Buna rağmen Sümâme onlara meydan okudu. �Vallahi,� dedi, �Resûlullah müsâade etmezse size Yemame�den bir buğday tanesi bile gelmeyecektir.�

Gerçekten de, umresini yapıp Yemâme�ye dönen Sümâme, Yemâme halkını Kureyşlilere herhangi bir şey yükleyip göndermekten men etti.1

Yemâme halkı, Sümâme�nin emri üzerine Mekke�ye yiyecek birşey göndermeyince Kureyş müşrikleri son derece zor bir duruma girdiler. Kıtlık yüzünden olmadık şeyler yemeye başladılar.

Sonunda, Resûl-i Kibriyâ Efendimize bir mektup yazmak zorunda kaldılar:

�Sen, hem akraba haklarını gözetmeyi emretmektesin, hem de bizimle akrabalık bağlarını koparıp babaları kılıçtan geçirmekte, çocukları da açlıktan öldürmektesin.

�Sümâme, bizim yiyeceklerimizi kesti. Son derece daraldık. Ne olur Sümâme�ye bu hususta bir mektup gönderiver.�2

Şefkat timsali Peygamber Efendimiz, onların yaptıkları bütün düşmanlık ve kötülükleri bir tarafa bırakarak, Yemâme�den Mekkelilere yiyecek satışına mani olmaması için Sümâme bin Üsal�e bir yazı gönderdi.

Sümâme, Hz. Resûlullahın bu emri üzerine Mekkelilere zahire satışını serbest bıraktı.1

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), insan hayatına vermiş olduğu değerden dolayı, en şiddetli düşmanlarına karşı bile yiyecek içecek noktasında son derece şefkatli ve merhametli davranmıştır. Kureyş müşrikleri gibi en azgın düşmanlarının bile, açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalıp yok olmalarına şefkat ve merhamet timsali olan mübârek gönülleri rıza gösterememiştir. Bu, onun, hayata hürmeti telkin eden en güzel davranışlarından sadece birisidir. Mübârek hayatına bu nazarla baktığımızda buna benzer bir çok hadiseye rastlarız.

* * *



Benî Lihyan Seferi

Hicretin 6. senesinin Rebülevvel ayı başları. Benî Lihyanlar, Hicretin dördüncü yılında Bi�r-i Maûna mevkiinde kırka (veya yetmiş) yakın Müslüman mürşid ve muallimi hunharca şehid etmişlerdi. Reci� mevkiine irşad için gönderilmiş bulunan İslâm birliğini kuşatıp bir çoklarını şehid edenler de yine bu kabiledendi.1

Peygamber Efendimiz, bu hâin kabileye haddini bildirmek için yerine Medine�de Abdullah bin Ümmi Mektum�u vekil bırakarak 200 kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Efendimiz, Benî Lihyanları gafil avlamak istiyordu. Bu sebeple, Şam�a doğru gitmek istiyormuş gibi davrandı.

Daha sonra yolunu değiştirerek, Benî Lihyanların konak yerlerinden olan Guran Vadisine kadar gitti.

Âsım bin Sabit ve diğer Müslüman muallim ve mürşidler burada şehid edilmişlerdi. Efendimiz, orada onları rahmetle andı, kendileri için duâ etti.2

Lihyanoğulları, Peygamber Efendimizin gelişini duymuşlar ve korkup dağ başlarına sığınmışlardı. Kimse yakalanamadı.

Peygamber Efendimiz oradan Usfan denilen mevkie vardı. Burası Mekke�ye yakındı. Efendimizin maksadı, gelişini Mekkelilere bildirmekti. Nitekim, Mekkeliler bunu duymuşlar ve korkuya kapılmışlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, on dört gece sonra tekrar Medine�ye döndü.3

* * *



Gâbe Zû Kared Gazâsı

Hicretin 6. senesinin Rebiülahir ayı. Ebû Zerr (r.a.), Medine-i Münevvereye üç saat mesafesi olan Gâbe Mer�asında oğlu ile birlikte Peygamber Efendimizin yirmi kadar devesini güderken, Uyeyne bin Hısne�l-Fezarî, kırk atlı ile gelip Ebû Zerr�in oğlunu şehid etmiş, develeri de alıp götürmüştü.

Durum Peygamberimize haber verildi. Derhal baskıncıların arkasından Hz. Sa�d bin Zeyd komutasında bir süvari birliği gönderdi. Hz. Sa�d�a, �Ben, sana halk ile birlikte gelip kavuşuncaya kadar baskıncı, müşrikleri takip et� diye emretti.

Süvari birliği yola çıktıktan sonra, Peygamber Efendimiz de Medine�de yerine Abdullah bin Ümmi Mektum�u vekil tayin ederek beş yüz kişilik bir kuvvetle Gatafan�a doğru yola çıktı. Medine�ye iki günlük mesafesi olan Zû Kared mevkiinde düşmana yetişildi. Bir kaçı öldürüldü. Develerin bir kısmı da geri alındı.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz etrafı araştırmak maksadıyla burada bir gün bir gece kadar bekledi. Sonra Medine�ye geri döndü.2

* * *



Îs Seferi

Hicretin 6. senesinin Cemaziyelevvel ayı. Kureyş müşriklerine âit bir ticaret kervanının Şam�dan Mekke�ye doğru gitmekte olduğu Medine�de işitildi.

Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerini iktisaden güç durumda bırakmak maksadıyla, Hz. Zeyd bin Hârise kumandasında yüz yetmiş kişilik bir süvari birliğini bu kervanı ele geçirmek üzere yola çıkardı.

Mücâhidler, Îs denilen mevkide Kureyş kervanına rastgeldiler. Kervandaki mallara el koydular. Adamları da esir aldılar. Resûl-i Ekrem Efendimizin kerimesi Hz. Zeyneb�in kocası olan Ebû�l-Âs bin Rebî� de bu esirler arasındaydı.

Mücahidler, malları ve esirleri Medine�ye getirdiler. Peygamber Efendimiz, malları mücahidler arasında taksim etti.1

Ebû�l-Âs, Hz. Zeyneb�e, �Babandan, benim için emân al� diye haber göndererek himâyesini istedi.

Hz. Zeyneb de onu himâyesi altına aldığını Müslümanlara bildirdi. Peygamber Efendimiz de kızına, �Senin himâyene aldığın kimseyi, biz de himâyemize aldık� buyurdu.2

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizden, Ebû�l-Âs�ın ganimet alınan mallarının da geri verilmesini rica etti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de bunu mücahidlerden istedi. Mücahidler de, aldıkları malların tamamını getirip ona geri verdiler.

Ebû�l-Âs, geri aldığı mallarla Mekke�ye döndü. Sahiplerine haklarını teslim etti.

Sonra, �Ey Kureyşliler! Kimsenin bende malı veya hakkı kaldı mı?� diye sordu.

�Hayır� dediler, �yanında hiç bir malımız ve hakkımız kalmadı!�

Başta Resûlullah olmak üzere, zevcesi Hz. Zeynep ve Müslümanlardan gördüğü alicenap muâmele karşısında Ebû�l-Âs�ın mânâ âlemi değişmişti.

Bunu Kureyş müşriklerine de şöylece açıkladı:

�Vallahi, yanınıza gelmeden önce, Müslüman olmamı engelleyen tek şey; �Mallarımızı götürmek için Müslüman oldu� diye yapacağınız dedikodulardan duyduğum endişeydi.

�Fakat, şimdi mallarınızı teslim etmiş bulunuyorum. Şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah�ın kulu ve Resûlüdür!�1

Daha sonra Ebû�l-Âs Medine�ye İslâmiyetle şereflenmiş halde döndü. Peygamber Efendimiz de yine Hz. Zeyneb�i ona verdi.2

* * *



Peygamberimizin, Abdurrahman bin Avf�ı Dumetü'l-Cendel�e Göndermesi

Hicretin 6. senesinin Şaban ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimiz, Abdurrahman bin Avf Hazretleri kumandasında yedi yüz kişilik bir birlik hazırladı. Birliğin vazifesi, Dûmetü�l-Cendel beldesi halkını İslâmiyete dâvet etmekti.

Peygamberimiz, Abdurrahman bin Avf Hazretlerine sancağını teslim ettiği sırada Allah�a hamd ve senâda bulunduktan sonra, mücahidlere şöyle hitap etti:

�Hepiniz Allah yolunda, Allah�ın ismi ile gazâ ediniz. Kâfirlerle çarpışınız. Ganimet mallarına hıyânet etmeyiniz. Ahdinizi bozmayınız. Öldürdüklerinizin burun, kulak gibi uzuvlarını kesmeyiniz. Küçük çocukları öldürmeyiniz.�1

Efendimiz, sonra da bütün Müslümanlara şu umumî dersini verdi:

�Ey insanlar! Zamanla size gelip çatacak beş musibetten Allah�a sığınırım:

�Bir kavimde çirkin hareketler yayılıp açığa vurulunca, kendilerinden önce geçmiş kavimlerde görülmedik vebâ, acılar ve ağrılar onlar arasında ortaya çıkar.

�Bir kavim ölçüde, tartıda eksiklik yaptı mı, muhakkak kuraklık ve kıtlık yıllarına, geçim sıkıntısına, hükümdar zulmüne uğrarlar.

�Mallarının zekâtını vermeyen kavimlerin, gökten yağan yağmurları kesilir.

�Allah ve Resûlünün ahdini bir kavim bozdu mu, muhakkak düşmanları onların üzerine salınır. Onlar da, kavmin el ve avuçlarındakilerden bir kısmını çekip alırlar.

�Bir kavmin idarecileri, Allah�ın Kitabına uygun hareket etmediler mi, Allah�ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi onurlarına yedirmediler mi, o zaman Allah da onların arasına tefrika ve harp sokar.�1

Bundan sonra Abdurrahman bin Avf Hazretleri beraberindeki Müslümanlarla Dûmetü�l-Cendel�e hareket etti. Oraya varınca onları İslâmiyete dâvet etti. Bu dâvetini üç gün tekrarladı.

Üçüncü günü Hıristiyan olan reisleri Asbağ bin Amre�l-Kelbî İslâmiyetle müşerref oldu. Onunla birlikte bir çok kimse de imana geldi.2 Müslüman olmayanlar ise cizye (vergi) vermek üzere orada kaldılar.

Peygamber Efendimiz, Medine�den uğurlarken Abdurrahman bin Avf Hazretlerine, �Eğer onlar İslâmiyeti kabul ederlerse, reislerinin kızıyla evlen� buyurmuştu.

Hz. Abdurrahman, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin bu emri üzerine reisleri Asbağ�ın kızı Tümandır�la evlendi ve onu da yanına alarak Müslümanlarla birlikte Medine�ye döndü.3

Peygamberimizin ilk yağmur duâsı

Hicretin altıncı yılında büyük bir kuraklık ve kıtlık her tarafı sarmıştı. Ramazan ayında, bir Cuma günü, Resûl-i Ekrem Efendimiz hutbe irad buyururken, kendisinden, �Allah�a dua et de bize yağmur versin� diye rica edildi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Allah�ım! Bize yağmur ver. Allah�ım Bize yağmur ver� diyerek duâ etti.4

Bir anda ayna gibi berrak olan gökyüzünde bulutlar belirdi. Ve yağmur yağmaya başladı. Peygamber Efendimiz bu sefer, �Allah�ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl�1 diye duâ etti.

Enes bin Mâlik der ki: �Üzerimize öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse evlerimize gitme imkânı bulamayacaktık.

�O gün, ertesi gün, daha ertesi gün, tâ öteki Cuma�ya kadar yağmur yağmaya devam etti.�2

Cuma günü Peygamber Efendimiz yine hutbe irad ederken, bu sefer yağmurun dinmesi için duâ etmesini şöyle rica ettiler:

�Yâ Resûlallah! Evler, yağmurdan yıkılmaya başladı. Yollar kapandı. Allah�a dua etsen de yağmuru kesse!�3

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tebessüm buyurdular, sonra da ellerini kaldırarak, �Allah�ım! Çevremize yağdır, üzerimize değil�4 diyerek duâ etti.

Yine Enes bin Mâlik der ki:

�Resûlullah Aleyhisselâm duâ ederken de eliyle, semânın neresine işaret ettiyse orası açıldı ve Medine üstü, açık bir meydan gibi oldu.

�Medine çevresine yağmur yağarken, Medine�ye bir damla bile düşmüyordu.

�Etraftan gelenler, oralarda bol bol yağmur yağdığını haber vermekte idiler�5

Bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin yaptığı ilk yağmur duâsıdır.

Bundan başka çeşitli zamanlarda beş yağmur duâsı daha yapmışlardır.

* * *



Umre Seferi

Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı (Milâdî 13 Mart 628). Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gece rüyâsında hiç bir korku ve endişe duymadan, Ashabıyla birlikte gidip Kâbe-i Muazzama�yı tavaf ettiklerini, kiminin başını kazıttığını, kiminin de saçını kısalttığını görmüştü.1

Peygamber Efendimiz, bu rüyâsını anlatınca Ashab-ı Kiram, görülmedik bir sevinç ve heyecan izhar etmişlerdi. Zira, Muhacir Müslümanların Mekke�den Medine�ye hicretlerinin üzerinden altı yıl geçmişti. Bu altı yıl zarfında büyüklü küçüklü bir çok hadise cereyan etmişti, ama vatanlarının hasreti yine de gözlerinde tütüyordu. Doğup büyüdükleri vatanlarına bir gün tekrar kavuşacaklarını her an hayallerinde yaşıyorlardı. Hasret duydukları belde alelâde bir yer de değildi. Her gün beş vakit namazlarında yöneldikleri Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu mübarek bir belde idi.

Resûl-i Ekrem Efendimizin, �Siz muhakkak Mescid-i Haram�a gireceksiniz� müjdesi bu bakımdan Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Hattâ, hemen o yıl gidip Kâbe-i Muazzamayı tavaf edeceklerini zannettiler ve bunu umdular.

Peygamberimizin (a.s.m.), bu rüyâsını Kur�an-ı Kerim de bize haber verir.2



Medine�den hareket

Peygamber Efendimiz, yerine Medine�de Abdullah bin Ümmi Mektum�u bıraktı. Yemen işi giydiği iki elbisesi ile Pazartesi günü yola çıktı. Kendisiyle birlikte hazırlanan Müslümanların sayısı 1400 idi Kafilede 4 de kadın vardı. Bunlardan biri Efendimizin muhterem hanımları Ümmü Seleme (r.a.) idi. Müslümanlardan sadece 200�ü atlı idi. Yanlarında yolcu silahı olan kılıçtan başka bir silah da bulunmuyordu. Onlar da kınlarında idi. Umre kafilesiyle birlikte ayrıca kurbanlık 70 de deve vardı.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Ashabıyla Zü�l-Huleyfe mevkiine gelmişti.

Bu sırada Hz. Ömer huzura çıkıp, �Yâ Resûlallah! Seninle harp halinde bulunan bir kavmin üzerine silahsız ve atsız mı gireceksin? Gerektiğinde, onlarla çarpışmak için yanınıza silahlarımızı almayalım mı?� diyerek endişesini dile getirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Ben, umreye niyetlenmiştim. Silah taşımak istemem� diyerek, mübârek niyetlerinin muharebe olmayıp, mücerred umre, yani Kâbe-i Muazzamayı ziyaretten ibaret olduğunu ifade buyurdu.

Aynı endişeyi bu sefer Ensarın ileri gelenlerinden Sa�d bin Ubade Hazretleri izhar etti.

�Yâ Resûlallah� dedi, �keşke yanımızda silah taşısaydık. Onların şüpheli bir hareketini gördüğümüz takdirde üzerlerine yürürdük.�

Peygamber Efendimizin bu Sahabîye de cevabı aynı oldu:

�Ben, silah taşımam. Ben, sadece umreye niyetlenerek yola çıktım.2

Zü�l-Huleyfe, Medinelilerin mîkatı, yani ihrama girme yeridir. Peygamber Efendimiz de burada öğle namazını kıldıktan sonra ihrâma girdi. Yetmiş kadar olan kurbanlık develere de işaret vurdurdu. Müslümanların bir kısmı da burada ihrama girdi.

Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldıktan sonra, kıbleye döndü ve, �Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk! İnnel hamde ven�nimete leke ve�l-mülke lâ şerîke leke� diyerek telbiye getirdi.

Bu ulvî sadâ, her tarafı nuranî bir havaya büründürdü. Sahabîlerin heyecanları zirvedeydi.

Henüz Zü�l-Huleyfe�den ayrılmamışlarken, Resûl-i Ekrem Efendimiz müşriklerin durumunu öğrenmek ve kendi geliş gayesini de bildirmek üzere Büsr bin Süfyan�ı Mekke�ye gözcü olarak gönderdi. Büsr daha önce, Medine�ye Peygamber Efendimizi ziyârete gelmişti. Efendimizin arzusu üzerine kendisiyle birlikte Mekke�ye dönüyordu.



Kureyş müşriklerinin kararı

Müşrikler, Peygamber Efendimizin kalabalık bir Sahabî topluluğu ile gelmekte olduğunu öğrenmiş ve kat�î karar almışlardı: �Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokulmayacaktır.� Bunun için, Halid bin Velid emrinde 200 kişilik bir süvari birliğini sür�âtle Kürâü�l-Gamim denilen mevkie göndermişlerdi. Diğer taraftan da Ahabiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık, onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.

Müşriklerin bu kat�î karar ve gayretlerini, tecessüs için gönderilen Büsr bin Süfyan gelip Usfan mevkiinde Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu haberi alınca şöyle buyurdu:

�Yazıklar olsun! Kureyş helâk oldu. Zaten harp, onları yiyip bitirmiştir.

�Ne olurdu, benimle diğer Arap kabileleri arasına girmeselerdi. Beni onlarla başbaşa bıraksalardı. Onlar beni mağlûp edecek olurlarsa, zaten kendilerinin de istediği budur. Eğer Allah beni onlara galip getirecek olursa ve kendileri de isterlerse toptan İslâmiyete girerlerdi.

�Eğer, böyle yapmazlarsa çarpışmayı göze almışlardır demektir. Heyhâyt! Kureyş müşrikleri kuvvetlerinin çok olduğunu mu zannediyor?

�Vallahi, Allah�ın tebliği için beni göndermiş olduğu dini hâkim ve üstün kılıncaya kadar, şu başım şu gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla savaşmaktan asla çekinmeyeceğim!�1

Kureyş müşriklerinin karşı koymak için hazırlanmaları, Peygamber Efendimizi fazlasıyla müteessir etti. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile Haram Aylarda iki kardeş gibi yanyana gelip Kâbe�yi tavaf edebiliyorlardı. Müşrikler buna mani olmuyorlardı. Sadece Peygamberimiz ve Müslümanların Kâbe�yi ziyaret etmek gibi masum, ulvî, kudsî ve haklı arzusu karşısında, böylesine menfî bir tavır takınıyorlardı.

Peygamberimizin yol güzergâhını değiştirmesi

Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek niyetleri sadece Kâbe-i Muazzamayı ziyaret etmekti. Bunun için herhangi bir çatışmanın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepledir ki, Halid bin Velid kumandasında bir Kureyş süvari birliğinin Gamim mevkiine gelmiş olduğunu duyunca, Ashabına, �Halid bin Velid bir takım süvari ile birlikte gözcü olarak Gamim mevkiinde bulunuyor! Bu bakımdan siz, yolun sağ tarafını tutup gidiniz� buyurdu ve yol güzergâhını değiştirerek, Müslümanları bir başka yoldan götürdü. Halid bin Velid, İslâm ordusunu uzaktan görünce, derhal dönüp Kureyşlilere durumu haber verdi.

Bu şartlar çerçevesinde Resûl-i Ekrem bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Sahabîleri toplayarak görüşlerini sordu. Onlar fikirlerini şöyle ifâde ettiler:

�Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Biz, ancak umre niyetiyle buraya gelmiş bulunuyoruz. Kimseyle çarpışmaya gelmedik. Ama bu niyetimizin gerçekleşmesine mani olmak isteyen çıkarsa, elbette onlarla çarpışırız.�

Sahabîlerin bu kararlılığından Peygamber Efendimiz son derece memnun oldu. �Haydi öyle ise, Allah�ın ismi ile yürüyünüz,� buyurdu. Sadece Kâbe�yi ziyaret etmek gibi masum ve kudsî bir maksatla yola çıkmış Müslümanlar tekbir ve telbiyelerle Mekke�ye, Kâbe-i Muazzamaya doğru adım adım yol alıyorlardı.

Fâhr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), Kasvâ adındaki devesinin üzerindeydi. Kasvâ, Mekke haremi sınırına girince çökmek istedi. Sahabîler buna mani olmaya çalıştılar. Fakat sonunda Kasvâ galip geldi ve bir adım ileri atmadan Allah�ın hikmetiyle yere çöktü. Kaldırmaya uğraştılar. Fakat bir türlü muvaffak olamadılar.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Onun böyle bir çökme âdeti yoktur. Fakat, bir zamanlar, filin Mekkeye girmesine mani olan, şimdi de Kasvâ�ya mani oluyor.

�Hayatım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki Kureyş, Allah�ın Harem dahilinde yapılmasını haram kıldığı şeylere hürmeti kastederek benden ne kadar çok istekte bulunursa bulunsun, ben onu muhakkak onlara vereceğim.�1

Gerçekten Kasvâ çökmemiş olsaydı. Müslümanlar doğruca Kureyş müşriklerinin üzerine varacaklardı. Bu hal ise bir çarpışmayı kaçınılmaz duruma getirebilirdi.

Halbuki, Müslümanlar beraberinde sadece kılıç getirmişlerdi. Sair harp silahlarından tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Sayıları da azdı. Buna karşılık Kureyşliler daha tedbirli ve etraftaki kabileleri de yanlarına aldıklarından sayıca daha fazla idiler.

Bütün bunlara rağmen, elbette Müslümanlar çarpışmaktan geri durmayacaklardı. Tek bir kalb halinde çarpan bu bir avuç Müslüman, azlığı ve teçhizatsızlığına rağmen cesareti ve kahramanlığıyla ve Allah�ın da yardımıyla muzaffer de olabilirlerdi. Fakat bu durum, Harem-i Şerife karşı bir hürmetsizlik mânâsını taşıyacaktı. Peygamberimiz ve Müslümanlar ise, böyle bir şeyi asla arzu etmezlerdi.

Ayrıca Mekke�de imanlarını gizlemekte devam eden, Müslümanların tanımadıkları kadın erkek bir çok kimse vardı. Çarpışma meydana geldiği takdirde bunlar da arada telef olabilirlerdi.

Kaldı ki, henüz iman etmemiş olan Kureyş ileri gelenlerinden bir çok zat, yakın bir gelecekte imana gelip de İslâm dinine büyük hizmet etmeleri ve nice hayırlı evlâd yetiştirmeleri mukadderdi.

İşte, Kasvâ�nın âdeti olmadığı halde, Allah tarafından bir ilhamla çöküvermesi bu gibi hikmet ve inceliklere bir işaretti.

Sahabîlerin bütün gayretlerine rağmen yürümek için yerinden kımıldamayan Kasvâ, Peygamber Efendimizin sevkiyle kalkıp yürüyüverdi. Fakat, Kureyşlilere doğru gitmeyip, başka tarafa saparak Hudeybiye denilen mevkiin nihâyetindeki suyu çekilmiş bir kuyunun başına indi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Müslümanların da gelip oraya konmasını emir buyurdu.1



On musluklu çeşme gibi

Hudeybiye�de Müslümanların yerleştiği saha susuz bir yerdi. Bu yüzden o gün susuz kalmışlardı.

Bir ara Peygamber Efendimizin abdest ibriğinden abdest almak istediğini görünce koşuştular. Resûl-i Ekrem, �Ne oluyor, size?� diye sordu.

�Mahvolduk yâ Resûlallah!� dediler. �Yanımızda senin ibriğindeki sudan başka ne içecek, ne de abdest alacak su var.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, elini ibriğin üzerine koydu, �Alınız, Bismillah� buyurdu.

O anda çeşmelerden su akarcasına, mübârek parmaklarının arasından sular fışkırmaya başladı. Müslümanlar, o sudan doya doya içtiler, abdest aldılar ve su kırbalarını ağzına kadar doldurdular.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu mucizesini anlatan Câbir bin Abdullah Hazretlerine sonradan, �Kaç kişi idiniz?� diye sorulunca şu cevabı vermişti:

�Eğer, yüzbin kişi olsaydık, yine kâfi gelecekti. Fakat biz, bin beş yüz kadar idik.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Hudeybiye�de bulunurken Huzaa Kabilesi reisi Büdeyl ibni Verkâ, kabilesinden birkaç kişi ile çıkıp huzura geldi. Tihâme kabilelerinden olan Huzaalılar, Cahiliye Devrinde bir husustan dolayı Peygamberimizin mensub olduğu Benî Haşim ile ittifak etmişlerdi. İslâmiyetin zuhurundan sonra da bu anlaşmaya sadakat göstererek, Peygamber Efendimize taraftarlık göstermekten geri durmuyorlardı. Müslüman olsun, müşrik olsun hepsi Kureyş�in hal ve hareketlerine dair Mekke�de olup bitenleri Peygamber Efendimize gizlice haber verirlerdi.

Peygamberimizin huzuruna çıkan Büdeyl, �Kureyşliler seninle çarpışmaya and içmişlerdir. Beytullahı ziyâret etmene asla müsâade etmeyeceklerdir� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz geliş maksadını tekrarladı. Şöyle buyurdu:

�Biz, buraya herhangi bir kimse ile çarpışmak için gelmedik. Maksadımız, umre yapmak, Beytullah�ı tavaf ve ziyâret etmektir.

�Harpler, Kureyş�i fazlasıyla yıpratmış, güçsüz hale getirmiş ve bir çok zararlara uğratmıştır. Şayet arzu ederlerse, yine kendilerine bir mütâreke müddeti tayin edeyim. Bu müddet zarfında, benden taraf emniyet içinde bulunsunlar.

�Kendileri, benimle sâir halklar arasına girmesinler. Beni onlarla başbaşa bıraksınlar. Eğer ben, o topluluklara galip gelir ve onlar İslâm dinine girerlerse ve eğer, Kureyş müşrikleri de, o toplulukların girdikleri dine girmeyi isterlerse girebilirler.

�Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş ve kuvvet kazanmış olurlar.

�Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabul etmez ve benimle çarpışmaya kalkışırsa, varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, şu tebliğ ettiğim din uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım! O zaman Allah�da, bana yardım edeceği hakkındaki vâdini muhakkak yerine getirecektir.�1

Büdeyl, �Ben, senin söylediklerini Kureyşlilere ulaştırırım� diyerek Peygamberimizin yanından ayrıldı.

Büdeyl, adamlarıyla Mekke�ye dönüp durumu Kureyşlilere bildirmek istediyse de onlar önce, �Bizim, ondan gelecek bir habere ihtiyacımız yoktur! Onun bilmesini istediğimiz tek şey vardır: Bizden tek kişi sağ kalıncaya kadar o Mekke�ye giremeyecektir!� dediler.

Sonra büyükleri olan Urve bin Mes�ud araya girdi, �Siz ne diye Büdeyl ve arkadaşlarını dinlemek istemiyorsunuz? Dinleyiniz! Söyleyeceği şey hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse reddedersiniz!� dedi.

Bunun üzerine Büdeyl�i dinlediler. Büdeyl, Peygamber Efendimizin geliş maksadını ve yaptığı mütâreke teklifini anlattı.2

Kureyş elçisi Peygamberimizin huzurunda

Kureyşin ileri gelenlerinden biri olan Urve bin Mes�ud Büdeyl�in sözlerini yerinde buldu ve onlara şu teklifte bulundu:

�Doğrusu, Büdeyl size doğruluk ve sulh yolunu göstermek üzere gelmiştir. Siz, onun tekliflerini kabul ediniz. Benim de gidip onunla konuşmama, görüşmeme izin veriniz� dedi.

Kureyş müşrikleri bu sözlerden hoşlanmadılar, �Muhammed�e git! Fakat, kendi görüşünü gelip bize haber verme� diyerek Urve�yi azarladılar.

Buna rağmen Urve, çıkıp Peygamberimizin yanına geldi. Müşriklerin hazırlıklarını, Hudeybiye suyu başında beklediklerini ve hiçbir kimseyi Mekke�ye sokmamaya kararlı olduklarını tekrarladı.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Ey Urve! Allah için söyle. Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Beytullahı ziyâret ve tavafa engel olunur mu?

�Biz çarpışmak için gelmedik. Niyet ettiğimiz umremizi ifâ etmek ve kurbanlık devererimizi kurban etmek arzusundayız.

�Sen, benim âile halkım olan kavmime şunu haber ver: Harp onları yiyip bitirmiştir. Kendileri, aramızda mütâreke ve savaşmaya ara vermek için bir müddet tayin etsinler. Bir de benimle Beytullah arasından çekilsinler. Bıraksınlar umremizi yapalım, kurbanlarımızı keselim.

�Aksi takdirde, yemin ederim ki, Allahu Taâla şu İslâm dinini yeryüzünde yayacağı hakkındaki va�dini yerine getirinceye ve benim de başım gövdemden ayrılıncaya kadar, onlarla, çarpışmaktan asla vazgeçmeyeceğim.�1

Urve bin Mes�ud, bir taraftan Peygamberimizle konuşuyor, diğer taraftan Sahabîlerin Resûl-i Ekreme karşı davranış ve hareket tarzlarını göz ucuyla süzüyordu. Ashabın Peygamberimize karşı son derece hürmetkâr ve kendisine teslimiyet içinde hareket edişlerine hayran kalmıştı.

Kureyş müşriklerinin yanına dönünce, Efendimizin maksadını bildirdikten sonra, hayranlık duyduğu müşâhedelerini anlatmaktan da kendisini alamadı.

�Ey kavmim!� dedi. �Ben birçok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıkmış bir kimseyim. Vallahi, ben bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının onları, Ashabının Muhammed�e hürmet ettikleri, sayıp sevdikleri gibi görmedim.

�Ashabından herhangi biri ondan izin almadan konuşmuyordu. Muhammed onlara bir şey emrettiği zaman yerine getirmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı.

�Sahabîleri onun yanında konuşurlarken seslerini alçaltıyorlardı, kendisine olan hürmetlerinden dolayı yüzüne dikkatle bakamıyorlar, gözlerini yere indiriyorlardı.

�Ben öyle anladım ki, bu kavim hiç bir zaman onu yalnız bırakmayacak, onun bir tek kılını bile kimseye teslim etmeyecek, hiç bir kimseyi onun tenine dokundurmayacaktır. Gerisini siz düşünün.1

Sonra da, �O, size bir sulh teklifinde bulunmuştur. Gelin bu teklifi kabul edelim� dedi.

Urve�nin bu teklifi Kureyş ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmadı. Hattâ kendisini böyle konuştuğundan dolayı azarladılar. Bu azardan rahatsız olan Urve, kendilerini terk edip Tâif yolunu tuttu.



Peygamberimizin elçisi

Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirlerine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Kureyşlilere bildirmek üzere Huzaâlı Hiraş bin Ümeyye�yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekremin Kureyş müşriklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu.1

Hıraş bin Ümeyye, gidip Hz. Resûlullahın geliş maksadını anlattıysa da, müşrikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazladılar, hattâ kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler girince bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hıraş bin Ümeyye canını zor kurtararak Peygamberimizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.

Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi, teenni ile hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü, onun maksadı kan akıtmak değildi.

Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler, bu sefer Ahabişlerin reisi Huleys bin Alkame�yi elçi olarak gönderdiler. Efendimiz uzaktan Huleys�i tanıdı. Ashabına, �Bu gelen kurbanlıklara inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün�2 buyurdu.

Müslümanlar kurbanlık develerini Huleys�e karşı sürüverdiler ve �Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk�� diyerek telbiye getirdiler.

Bu ulvî ve ma�sum manzara karşısında Huleys�in gözleri dolu dolu oldu:

�Sübhanallah! Bu muazzam cemaatın, Beytullahı tavaf ve ziyaretten menedilmesi ne kadar çirkin bir harekettir.

�Kâbe�nin Rabbine andolsun ki, Kureyşliler bu yanlış tutum ve davranışları ile helâk olacaklardır! Halbuki bunlar, umre yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir� diye bağırmaktan kendini alamadı.

Peygamber Efendimiz, Huleys�in bu sözlerini uzaktan işitti ve, �Evet, öyledir ey Benî Kinane�den olan kardeş� buyurdu.

Huleys�in bu masum ve kudsî manzara karşısında söylenecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip konuşmak bile istemedi. Doğruca Kureyşlilerin yanına döndü.

Huleys�in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış kucaklamış ve yumuşatmıştı ki, müşriklere açıkça şöyle demekten çekinmedi:

�Ben onu Kâbe�yi tavaftan menetmemizin doğru olmayacağı fikrindeyim.�1

Ne var ki, Kureyş ileri gelenleri kendilerinden başka doğru düşünen kimsenin bulunmadığı fikrinde idiler. Huleys�in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hattâ hiddete geldiler. �Sen nihâyet bir Arapsın. Cahilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez� diyerek hakarette bulundular.

Bu sözler Huleys�i fenâ halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efendimizi müdafaa sadedinde çekinmeden şöyle dedi: �Yemin ederim ki, ya Muhammed�in yapmak istediğine mani olunmayacak veya ben bütün Ahâbişi tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim.�2

Fakat, bu tehdit bile Kureyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Binbir yalan ve dolanla tekrar Huleys�i kandırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular.



İkinci elçi: Hz. Osman

Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat�i neticeyi elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Kureyşlilere güzelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer�i göndermek istedi. Hz. Ömer mazeretini bildirdi. Şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Kureyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana suikastte bulunurlar. Mekke�de kabilemden hiç kimsem yoktur ki, beni himâyesine alsın. Buna rağmen, muhakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim.�

Peygamber Efendimiz hiçbir şey söylemeden sustu. Bunun üzerine Hz. Ömer, �Bu iş için, Osman bir Affan gitse daha münasip olur. Zira onun Mekke�de aşiret ve akrabası çoktur� teklifinde bulundu.

Gerçekten de Mekke�nin eşrafından olan Benî Ümeyye hep Hz. Osman�ın amcazadeleri idiler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Ömer�in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman�ı yanına çağırdı. Ona şu talimatı verdi:

�Kureyşlilere git! Biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sadece şu Beytullahı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle. Sonra da onları İslâmiyete dâvet et.�

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ayrıca Mekke�de Müslümanlıklarını gizleyen Müslümanlarla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke�nin yakında fetholunup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber vermesini Hz. Osman�a emretti.

Hz. Osman, Kureyş müşriklerinin yanına vardı. Peygamber Efendimizin (a.s.m.), geliş maksadını tek tek anlattı. Onları İslâma dâvet etti. Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin Hz. Osman�a da cevapları menfi oldu:

�Git! Seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke�ye girip, Kâbe�yi tavaf edemeyecektir.�

Hz. Osman�la birlikte ayrıca on kadar muhacir Resûl-i Ekremin müsaadesiyle akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman�la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke�nin yakında fethedileceği müjdesini vererek, onları sevindirdiler.

Bu arada Kureyş ileri gelenleri Hz. Osman�a, �Kâbe�yi tavaf etmek istersen, et� dediler.

Hz. Osman, �Hayır,� dedi, �Resûlullah (a.s.m.) tavaf etmedikçe, ben de etmem.�

Kureyşliler bundan rahatsız oldular. Hattâ hiddete gelerek Hz. Osman�ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.

Fakat bu durum, Peygamber Efendimize Hz. Osman ve beraberindeki muhacir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı.1

* * *



Rıdvan Bîatı

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Osman�ın müşrikler tarafından şehid edildiği haberini duyunca son derece müteessir oldu. Kureyş�in bu hareketi karşısında üzerlerine yürümekten başka bir çare kalmıyordu.

�Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız�1 buyurdu.

Zaten yapılabilecek başka bir şey de kalmamıştı. Sulh tekliflerine yanaşmadıkları gibi, elçi şehid etme cür�etini bile gösterebiliyorlardı.

Peygamber Efendimiz, �Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!� diye seslendi.

Hâtemü�l-Enbiyâ Efendimiz, daha sonra Rıdvan Ağacı olarak adlandırılacak olan Semüre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar savaşacaklarına dâir biât ettiler.2 Bîattan bir tek kişi kaçındı: Münafıklardan Cedd bin Kays.3

Bu bîat, Sahabîlere yeni bir cesaret, taze bir heyecan verdi. Yerlerinde âdeta duramaz bir hale gelmişlerdi. Bir an evvel ya Kâbe�yi tavaf etmek veya müşriklerle çarpışmak istiyorlardı.

Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur�ân-ı Kerimde şöyle beyân eder:

�And olsun ki, o ağacın altında sana bîat eden mü�minlerden Allah râzı oldu. Kalblerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı.

�Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah�ın kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.�1

Bu sebeple bîata �Rıdvan Bîatı� adı verildi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de bir hadislerinde, �Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiç biri Cehenneme girmeyecektir�2 buyurarak bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini açıkça beyan etmişlerdir.

Bîat haberi Kureyş müşrikleri tarafından duyulunca üç gün yanlarında alıkoydukları Hz. Osman�ı serbest bıraktılar.

Hz. Osman derhal Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp geldi. Böylece şehâdeti ile ilgili haberlerin asılsız olduğu anlaşıldı.

Fakat, bîat yapılmış ve tamamlanmıştı. Sahabîler Hz. Osman�a, �Herhalde Kâbe�yi tavaf etmişsindir?� dediler.

Hz. Osman şu karşılığı verdi:

�Vallahi! Mekke�de bir yıl kalsaydım ve Resûlullah da (a.s.m.) Hudeybiye�de otursaydı, o, Kâbe�yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma onu tavaf etmezdim.�3

* * *



Hudeybiye 1 Antlaşması

Hicretin 6. senesi, Zilkàde ayı (Milâdî 628). Rıdvan bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl bin Amr (başkan), Huveytip bin Abdü�l-Uzzâ ve Mikrez bin Hafs.

Kureyş müşrikleri üç kişilik bu heyete şu direktifi vermişlerdi:

�Gidin, Muhammed�le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla. Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın.�2

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Süheyl�in gelişini, isminin �kolaylık� mânâsını ifâde etmesinden dolayı hayra yorarak, Sahabîlerine, �Artık, işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler�3 buyurdu.

Sulh heyeti Peygamberimizin huzurunda

Kureyş elçisi Süheyl bin Amr, Resûlullahın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde diz çöktü. Peygamber Efendimiz ise bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.

Süheyl bin Amr uzun uzadıya konuştu. Sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali musalâhanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.

Peygamberimiz, Hz. Ali�ye, �Yaz!� dedi. �Bismillahirrahmanirrahim.�

Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. �Biz, Bismillahirrahmanirrahim�i bilmiyoruz. Sen böyle yazma!� dedi.

Resûl-i Ekrem, �Öyle ise nasıl yazalım?� diye sordu.

Süheyl, �Bismike Allahümme, yaz� dedi.

Kureyşliler, eskiden beri �Bismillahirrahmanirrahim� yerine �Bismike Allahümme�yi� kullanırlardı.1

Peygamber Efendimiz, �Bismike Allahümme de güzeldir� buyurduktan sonra Hz. Ali�ye, �Haydi yaz: Bismike Allahümme� diye emretti.

Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.2

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali�ye şöyle yazmasını emretti:

�Bu, Muhammed Resûlullahın, Süheyl bin Amr�la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerdir.�

Kureyş heyeti başkanı Süheyl yine itiraz etti, �Vallahi, biz senin gerçekten Allah�ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık. Beytullahı ziyaretine mani olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Peki nasıl yazalım?� buyurdu.

Süheyl, �Muhammed bin Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Bu da güzeldir� buyurduktan sonra, Hz. Ali�ye, �Yâ Ali, sil onu. Sil de Muhammed bin Abdullah yaz� diye emretti.1

Hz. Ali, �Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem� diye yemin etti.2

Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, �Biz, Resûlullah Muhammed�den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?� diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali�ye, �Bana o sıfatın geçtiği yeri göster� dedi.

Hz. Ali, �Resûlullah� kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise �İbni Abdullah (Abdullah�ın oğlu)� kelimelerini yazdırdı.3

Peygamber Efendimizin, sulha ciddi taraftar olduğunu, sulha giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini bu bir iki nümûneden de anlamak mümkündür.

Musalaha maddeleri

Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ile, müşrik elçiler arasında geçen konuşmalardan sonra karara bağlanan maddelerden mühimleri şunlardır:

1. Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbirleriyle 10 yıl harp etmeyeceklerdir.

2. Peygamberimiz ve Sahabîler bu yıl Mekke�ye girmeyip, geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe�yi tavaf edecekler ve ancak Mekke�de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır.

3. Medine�deki Müslümanlardan Mekke�ye iltica edenler Müslümanlara iâde edilmeyecek, fakat Mekke�den Medine�ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler, istendiği takdirde geri verileceklerdir.

4. Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimizle, isteyen de Kureyş�le birleşmekte serbest olacaklardır.1



Ashab-ı Kiram�ın hiddet ve itirazı

Resûl-i Ekrem Efendimiz her ne surette olursa olsun Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısı ile bağlamak ve bu surette İslâmın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.2 Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl�in zahiren Müslümanların aleyhinde görülen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavramayamayan Ashab-ı Güzin başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyordu.

Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, �Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim. Amma bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri vereceksin� diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, �Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?� diye itiraz etmişlerdi. Sonra da Peygamber Efendimize, �Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?� diye hayretle sormuşlardı.

Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:

�Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır.�1



Ebû Cendel Hadisesi

Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.

Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr�ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke�nin alt tarafından kimsenin göremeyeceği yollardan binbir zorlukla Hz. Resûlullahın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.

Ebû Cendel, bizzat babasının kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlemin ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. �Beni kurtar� diyordu.

Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu. Nitekim, oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden geri istedi:

�İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz� buyurdu.

Süheyl diretti:

�Vallahi� dedi, �ben de sizinle hiç bir madde üzerinde sulh olmam!�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla ve yazıyı imza et� buyurdu.

Süheyl�in bunu kabule asla niyeti yoktu, �Ben, bunu asla anlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam� dedi.

Peygamber Efendimiz tekrar, �Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın� buyurdu. Buna rağmen Süheyl inadından vazgeçmedi:

�Ben bunu asla yapamam.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkil durumla karşı karşıya kalmıştı. Ebû Cendel�i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. Halbuki o birçok sebeplerden dolayı bunu istemiyordu. Ama herşeyden önce söz vermiş, anlaşma yapmıştı.

Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel�i babasına teslim etmek zorunda kaldı.

Ebû Cendel�in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu:

�Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?�1

Fakat, ne çare Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdad dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah, teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel�in bu feryad ve figânını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı. Canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı.

Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel�e şöyle buyurdu:

�Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah�tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefâsızlık edemeyiz�2 buyurdu.



Hz. Ömer�in Peygamberimize sorusu

Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı ve �Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere ne için geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

�Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefâsızlık yoktur?�3

Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel�in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak şu teklifi yaptı:

�Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı.�

Ebû Cendel, �Sen, neden öldürmüyorsun?� diye sordu.

Hz. Ömer, �Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı� cevabını verince Ebû Cendel, �Ben Resûlullaha itaatte senden geride kalmak istemem�1 dedi.

Müslümanların sadakât imtihanı

Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında Hz. Resûlullah anlaşma ile, görünüşte aleyhlerinde olan bir takım ağır hükümleri de kabul etmiş ve altına imza atmıştı. Sebep ve hikmetlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, son derece Sahabîlerin güçlerine gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hal ve davranışlarından belli oluyordu.

Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet dememin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi. Peygamberimize, �Sen Allah�ın hak peygamberi değil misin?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Evet, ben Allah�ın peygamberiyim� buyurdu. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma oldu:

�Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?�

�Evet, öyledir.�

�Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?�

�Ey Hattab�ın oğlu, ben Allah�ın kulu ve Resûlüyüm. Allah�ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah�a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır.�

�Sen bize Allah�ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe�yi hep beraber tavaf edeceğimizi va�d etmiş değil miydin?�

�Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?�

�Hayır.�

�O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke�ye gidecek ve Kâbe�yi tavaf edeceksin.�1

Hz. Ömer�in, Hz. Ebû Bekir�le konuşması

Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.

Bu sefer Hz. Ebû Bekir�in yanına gitti. Onunla da aralarında şu konuşma oldu:

�Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah�ın hak peygamberi değil midir?�

�Evet, o Allah�ın hak peygamberidir.�

�Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üze re değiller mi?�

�Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!�

�O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?�

�Ey Ömer, o, Allah�ın Resûlüdür. Bu muâhedeyi yapmakta Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, onun emrine itaat et!�

�O, bize Medine�de; �Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz� demedi mi?�

�Evet, ama, sana, �Beytullaha bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin� diye mi haber verdi?�

�Hayır.�

�Sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullaha gidecek ve onu tavaf edeceksin� dedi.1

Hz. Ömer�in itiraf ve nedâmeti

Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:

�Ben, hiç bir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım.

�Nihayet, Allahü Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş.

�O gün, Resûlullaha (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım.�2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, muâhede ve musalaha işini bitirdikten sonra, Sahabîlere, �Artık kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz� diye seslendi.3

Ne var ki, Hz. Resûlullaha sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen Sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci bir kez tekrarlamak zorunda kaldı:

�Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.�

Fakat, Sahabîler aynı şekilde sanki bu emri duymamış gibi davranıyor, kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı.

Resûl-i Ekrem emrini üçüncü kere tekrarladı:

�Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz�1 buyurdu.

Yine Sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi. Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, Ashabdan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp hanımı Hz. Ümmü Seleme�nin yanına gitti.

�Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara; kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiç biri emrime icabet etmiyor� diyerek Sahabîlerin bu durumundan şikâyet etti.2

Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme şöyle dedi:

�Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi dışarı çıkınız, sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırtıp o seni tıraş edinceye kadar Ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyin. Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak olursan, halk da öyle yapar.�3

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye birşey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı. Kurbanlık develerini kesti. Ve berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye�yi çağırıp tıraş oldu.4

Bunu gören Sahabîler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. Hz. Ümmü Seleme der ki: �Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse birbirlerine ezeceklerdi.�1

Sahabîlerin, Resûlullaha muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muâhede ve musalaha hükümlerinin vahiy ile ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiy ile Peygamber Efendimizin (a.s.m.), verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke�ye girmelerinin temin edilebileceğini ümit ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullahın da kurbanlık develerini kesip, mübârek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriyâya (a.s.m.), muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.

Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme�nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu anlıyoruz. Hattâ, �Ümmü Seleme�nin Hudeybiye�de gösterdiği dirâyet ve fetâneti İslâm tarihinde hiç bir kadın göstermemiştir�2 denilmiştir.



Peygamberimizin duâ etmesi

Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısalttırıyordu. Bunu gören Efendimiz, �Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin�3 diye duâ etti.

Saçlarını kısalttıran Sahabîler bu duâ karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duâyı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler.

Peygamberimiz yine, �Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin� diye duâ etti.

Sahabîler üçüncü kere, �Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da duâ et� deyince, Resûl-i Ekrem, �Allah saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin�1 diyerek onları da duâsının içine dahil etti.

Sahabîler, �Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?� diye sordular.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, cevaben şöyle buyurdu:

�Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup diğerleri gibi şüpheye düşmediler.�2

Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işâret sayarak birbirlerine müjdelediler.



Hudeybiye�den ayrılış

Server-i Kâinat Efendimiz, Ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine�ye dönmek üzere Hudeybiye�den ayrıldı.

Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama�yı ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.

Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü�l-Gamîm mevkiinde Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu:

�Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık.�3

Cenâb-ı Hak, indirdiği aynı sûrede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların kısa zaman sonra gidip Kâbe�yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyâyı tasdik ediyordu:

�And olsun ki Allah, Resûlünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke�nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.�1

Hz. Ömer, Medine�ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:

�Hudeybiye�den dönerken, Resûlullahın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermedi.

�Kendi kendime: �Ey Hattab�ın oğlu! Annen seni kaybetsin de, yok olasın! Bak. Resûlullaha üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına hiç bir cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur�an�dan âyet inmesini hakettin!� dedim.

�Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim. Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden bir münadinin, �Ey Ömer bin Hattab!� diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, �Ben, zaten aleyhimde âyet inmiş olmasından korkmuştum!� dedim.

�Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah bilir.

�Hemen döndüm. Resûlullahın huzuruna vardım. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:

��Ey Hattabın oğlu! Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan herşeyden daha sevgilidir� buyurduktan sonra, onu okudu:

�Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık��1

Resûl-i Kibriyâ Efendimize Fetih Sûresinin nazil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.

Mücemmi� bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:

�Halk, korka korka develerinin yanına dağılmışlardı. Herkes birbirine soruyordu; �Halka ne oluyor?� diye.

��Resûlullaha vahiy gelmiş� dediler.

�Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullahın yanına doğru vardık. Resûlullah ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara �İnna fetehna leke fethan mübînâ�� diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.

�O sırada, Sahabîlerden birisi, �Yâ Resûlallah! Bu muâhede bir fetih midir?� diye sordu.

Resûlullah Aleyhisselâm, �Evet, hayatım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki bu muâhede, muhakkak bir fetihtir!� buyurdu.�2

�Hudeybiye Büyük Bir Fetih�tir�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine�ye doğru Ashabıyla gelirken bir Sahabînin, �Beytullahı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Haremde kurban edilmelerine de mani olunmuştur. Müslüman olarak da bize gelip sığınanları Resûlullah onlara geri çevirmiştir. Bu nasıl ve ne biçim fetihdir?� dediği kendisine haber verildi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Bu, ne kötü bir sözdür� buyurduktan sonra, Hudeybiye�nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:

�Evet! Hudeybiye Sulhü en büyük fetihdir. Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir.

�Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür.�1

Hz. Resûlullahın böylesine kesin konuşmasından sonra Sahabîlerin de gönlüne bir ferahlık geldi. Sulhün bir fetih olduğunu şöyle itiraf ettiler:

�Vallahi, yâ Resûlallah, bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah�ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin.�2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Ashabıyla birlikte bir ay süren seferde sonra Zilhicce ayı başında Medine�ye geldi.3



Hudeybiye antlaşmasına kısa bir bakış

Kendilerini Kâbe�yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan hakikat ve doğruluğa müştak Sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye muâhede ve musalasının aleyhlerinde olduğu kanaatına varmışlardı. Fakat zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.), kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.

Her şeyden evvel, İslâmın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile İslâm devletini resmen tanımış oluyorlardı.

Ayrıca bu sulh, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhu, daha doğrusu bu mânevi fethi, kısa bir zaman sonra Hayber�in fethi ve ondan sonra da Mekke Fethinin takip ettiğini görüyoruz.

Yine bu sulh sayesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harp ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâmın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.

Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur�an-ı Hakîmin parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâmın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur�an�ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inad ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Halid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur�an�ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.

Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke�den Medine�ye, Medine�den Mekke�ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takib ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâma karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.

Hudeybiye Sulhundan Mekke�nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan Sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke�nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da, Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.

Kur�an�ın Hudeybiye Sulhünü �Feth-i Mübîn�, yani ap açık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur�an�ın bunları değil de, Hudeybiye Sulhunu �Feth-i Mübîn� olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmam-ı Zührî, buna işaretle, �İslâmda Hudeybiye Musalahasından önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır�1 demiştir.

İbni Mes�ud�un (r.a.) rivâyeti de aynı meâldedir:

�Siz Fetih olarak Mekkenin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhünü sayıyoruz.�2

Hudeybiye Sulhü aynı zamanda, siyasî büyük bir zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla buranın fethi de, bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine�ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber�in fethine muvaffak olmuştur.

Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Sulhu için Kur�an�ın, �Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik� haber ve hükmünün ne kadar mu�cizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:

�Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz.�3

* * *



Ebû Basîr Kureyşlilerin Ticaret Yollarını Kesiyor

Peygamber Efendimizin, Hudeybiye�den Medine�ye dönüşü üzerinden pek fazla bir zaman geçmemişti.

Bu sırada İslâmiyetle müşerref olan Sakif Kabilesinden Ebû Basîr adındaki bir zat bir fırsatını bulup Mekke�den Medine�ye geldi.

Üç gün sonra, onu istemek üzere Kureyşliler iki kişi gönderdiler. Bunlar Peygamber Efendimize, �Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı hatırlatırız� diyerek Ebû Basîr�i geri istediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, anlaşma gereğince Ebû Basîr�i geri vermek zorundaydı. Ona, �Ey Ebû Basîr! Biliyorsun ki, biz şu Kureyşlilerle bir anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz.

�Muhakkak Allah, sana ve senin gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır� deyip teselli verdi. Sonra onu gelen adamlara iâde etti.

Ebû Basîr, �Yâ Resûlallah! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?� diye feryad etti.

Resûl-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi:

�Sen git! Muhakkak Allah, sana ve senin gibilere bir çıkar yol yaratacaktır.�1

Kureyş�in gönderdiği iki adam Ebû Basîr�i alarak Medine�den yola çıktılar. Zülhuleyfe�ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler.

Ebû Basîr her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce onlarla yakınlık kurmak istedi. Bunun için kendileriyle sohbete başladı. Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup, öğrendikten sonra, �Öyle zannediyorum ki, senin şu kılıcın oldukça keskindir� dedi.

Adam, �Evet,� dedi, �oldukça keskindir.�

Ebû Basîr gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla, �Ona bir bakabilir miyim?� diye sordu.

Huneys, �İstiyorsan, al bak� dedi.

Ebû Basîr bulunmaz bir fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys�in üzerine yürüyüp işini bitirdi.1

Bunu gören diğer arkadaşı son sürat kaçarak Medine�ye geldi. Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı, �Adamınız, arkadaşımı öldürdü. Ben ise elinden zor kurtuldum� diyerek Ebû Basîr�den dolayı şikayet etti.

Bu sırada Ebû Basîr de geldi, �Yâ Resûlallah! Sen, beni onlara teslim ile ahdini yerine getirmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı� diyerek bir daha müşriklere iâde edilmeyip Medine�de kalmayı istedi.

Ebû Basîr�in cesaret ve atılganlığına hayret eden Efendimiz, Sahabîlere hitaben, �Bu adam, harp kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır! Hele yanında, bir takım adamlar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek iş yoktur�2 buyurdu.

Bu sözler üzerine Ebû Basîr, tekrar Kureyşlilere iâde edileceği düşüncesine katıldı. İçinde yine feryatlar koptu.

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu Kureyşlilere tekrar geri vermediği gibi Medine�de kalmasına da müsaade etmedi. �Haydi çık, istediğin yere git� diyerek onu istediği yere gitmekte serbest bıraktı.3

Bunun üzerine Ebû Basîr de, Medine�den çıktı. Deniz sahilinden Mekke�den Şam�a giden yol üzerindeki Îs Vadisine gidip yerleşti.

Mekke�de hapsedilmiş bulunan Müslümanlarla, îmânlarını gizleyenler bunu duyunca birer ikişer kaçarak Ebû Basîr�in yanında toplandılar. Kısa zamanda sayıları yetmişi buldu. Hattâ, etraftaki kabilelerden de katılanlarla birlikte bu sayı üç yüze çıktı.

Böylece Ebû Basîr, etrafında büyük bir kuvvet toplamış oluyordu. Kureyş�in Şam�a gönderdiği bütün ticaret kafilelerinin yolunu kesip, adamlarını öldürüyor ve mallarına da el koyuyorlardı.1

Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında Kureyşliler Peygamber Efendimize derhal bir elçi gönderdiler. Elçinin Peygamberimize getirdiği mektupta şunlar yazılı idi:

�Allah ve akrabalık aşkına! Sen, Ebû Basîr�in arkadaşlarına haber salsan ki, bundan böyle her kim, Medine�ye, senin yanına gelirse, o emniyet ve selâmettedir. O, geri çevrilmeyecektir.�2

Kureyşin bu rica ve müracaatları üzerine Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr ve yanından bulunan Müslümanları dâvet için Ebû Basîr�e bir mektup yazdı.

Ebû Basîr o esnada ağır hasta idi. Resûl-i Ekrem Efendimizin mektubu kendisine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette mektubu eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, Henüz tam okumadan da ruhunu teslim etti.

Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar onun cenaze namazını kılıp defnettiler.3

Daha sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak Medine�ye Peygamberimizin yanına geldi.4

* * *



Ümmü Külsüm, Peygamberimize İlticâ Ediyor

Hudeybiye Anlaşmasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Peygamberimizin Mekke�deki azılı düşmanlarından Ukbe bin Ebî Muayt�ın Müslüman olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup Medine�ye geldi. Resûl-i Ekrem Efendimize iltica edip şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Ben, dinim için onların yanından kaçıp senin yanına geldim! Beni koru, müşriklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri çevirecek olursan, bana işkence yaparlar, dinimden döndürmeye çalışırlar.�1

Bunun üzerine inen âyet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi gerektiğini tayin etti:

�Ey îmân edenler! Mü�min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiğinde onları imtihan edin. Onların îmânını Allah hakkıyla bilir. Eğer mü�min olduklarına kanaat getirirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir; onlar da bunlara helâl olmaz. Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iâde edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde o kadınlarla evlenmenizde sizin için bir günah yoktur. Kâfir kadınları da nikâhınız altında tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler de size katılan Müslüman hanımlarına verdikleri mehri geri istesinler. Allah�ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi hikmetle yapar.�2

Bu âyet-i kerime, Hudeybiye Sulhundaki Medine�ye hicret ve ilticâ edecek Müslümanların iâdesi ile ilgili maddenin erkeklere mahsus olduğunu, kadınlara şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, müşriklerin arasından Medine�ye çıkıp gelen erkekleri iâde ettiği halde Müslüman kadınları geri çevirmedi.

Nitekim, Ümmü Külsüm�ü de kardeşleri Velid bin Ukbe ile Umâre bin Ukbe Medine�ye gelerek istedikleri zaman; Resûl-i Ekrem, �Muâhededeki o şartın hükmünü, Allah, kadınlar hakkında bozdu, ortadan kaldırdı� buyurarak Ümmü Külsüm�ü onlara teslim etmedi.

Bu âyetin nazil olmasından sonra Mekke�den Medine�ye hicret eden kadınlar bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar, �Vallahi biz, sadece Allah�a ve Resûlüne ve İslâmiyete olan muhabbet ve bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik. Yoksa ne koca, ne mal, ne başkasına olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelmedik� diye yemin ediyorlardı.

Bunun üzerine Medine�de kalmalarına müsaade edilip geri çevrilmiyorlardı. Böyle yeminde bulunanların mehirleri de kocalarına iâde ediliyordu.1

İnen âyet-i kerimede ayrıca mü�minlere �Kâfir olan kadınlarınızı artık nikâhınız altında tutmayın� diye emrediliyordu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, o zamana kadar nikâhı altında bulunup Mekke�de oturan müşrik iki hanımını boşadı.2
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 7. senesi

Hicretin Yedinci Senesi

Peygamberimizin, Hükümdarları İslâma Daveti


Peygamberimiz Hz. Muhammed�in (a.s.m.) dini ve dâveti umumidir. Hitabı, bütün insanlığadır. Diğer Peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir bölgeye münhasır değildir.

Cenâb-ı Hak, bir çok âyet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:

�De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah�ın gönderdiği peygamberim��1

Buna binâen Peygamber Efendimizin dâveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, bir takım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu imân ve İslâm dâveti sesinin duyurulması gerekiyordu.

Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası en müsait bir zamandı. Zira, anlaşma gereğince 10 yıl harp yapılmayacaktı.

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, birgün Ashab-ı Kiramı toplayarak şöyle buyurdu:

�Allah, beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslâmı yayma hususunda bana yardımcı olun! Havarilerin Meryem oğlu İsâ�ya muhâlefetleri gibi, siz de bana karşı muhalefette bulunmayın!�

Sahabîler, �Yâ Resûlallah! Havariler, Hz. İsa�ya (a.s.) nasıl muhalefet etmişlerdi?� diye sordular.



Kâinatın Efendisi Peygamberimizin hükümdarları İslâmâ dâvet eden nâme-i saadetlerinden (mektuplarından) biri

Resûl-i Ekrem şöyle izah etti:

�Benim sizi dâvet ettiğim vazifeye, o da Havarilerini dâvet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler isteyerek gidip selâmete eriştiler. Uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten kaçındılar. İsâ (a.s.), bu durumu Allah�a arzetti ve şikâyette bulundu.

�Gitmeye üşenenlerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sabahladılar. İsâ (a.s.), onlarak, �Bu, Allah�ın sizin için kesinleştirdiği, ve ehemmiyet verdiği bir iştir. Haydi gidiniz!� demişti. Onlar da gitmişlerdi!�1

Bunun üzerine Sahabîler, �Yâ Resûlallah,� dediler, �biz sana bu hususta yardımcı olacağız, Bizi arzu ettiğin yere gönder� dediler.2



Kim nereye ve kime gönderildi?

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, İslâma dâvet maksadıyla Ashabından:

1) Dihyetü�l-Kelbî�yi Rum kayseri1 Heraklius�a,

2) Amr bin Ümeyye ed-Demrî�yi, Habeş necaşîsi Ashame�ye,

3) Abdullah bin Huzâfe�yi İran kisrâsı Hüsrev Perviz�e,

4) Hatıb bin Ebî Beltâa�yı Mısır firavunu Mukavkıs�a,

5) Salit bin Amr�ı, Yemâme valisi Havza bin Ali�ye,

6) Şuca� bin Vehb�i Gassân meliki Münzir bin Hâris bin Ebî Şemir�e gönderdi.2

Gönderilen elçinin hepsi de gönderildikleri memleketlerin dillerini biliyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.

Mektupları yazdığı sırada, Sahabîler hükümdarların mühürsüz mektup okumadıklarını bildirince Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:

�Allah

�Resûl

�Muhammed�3

Kâinatın Efendisi bu yüzüğünü vefâtına kadar takmıştır. Vefâtından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman�ın elinden Eris Kuyusuna düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde, bir türlü bulunamamıştır.4

* * *



Habeş Necaşisinin İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, ilk önce Amr bin Ümeyye�yi, eline şu mektubu vererek, Habeş Necaşîsi Ashame�ye gönderdi.

�Bismillahirrahmanirrahim! Allah Resûlü Muhammed�den, Habeş Meliki Necâşiye!

�Ey Melik! Müslüman olmanı dilerim. Ben senin namına, Lâ ilâhe illâ Hû, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü�min, Müheymin olan Allah�a hamd ü senâ ederim.

�Ve şehâdet ederim ki, Meryem�in oğlu İsâ, Allah�ın kulu ve Kelime�sidir. Allah, O Kelime�yi (ki, İsâ�ya vücud veren �Kün� hitabıdır) ve o ruhu ve çok temiz ve afif olan ve dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem�e nefhetti. Bu surette Meryem, İsâ�ya hamile kaldı. Böylece Allah, İsâ�yı yarattı.

�Nasıl ki, Âdem�i de Allah, kudret eliyle ve bir mu�cize olarak yaratmıştır.

�Ey Melik!

�Seni; eşi, ortağı olmayan bir tek Allah�a imâna ve Ona ibâdete, bana uymaya ve Allah tarafından bana gönderilenlere inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü, ben Allah�ın bunları tebliğe memur elçisiyim.

�Seni ve halkını Aziz ve Celil olan Allah�a imana dâvet ediyorum.

�Şimdi ben size İslâm hakikatlarını tebliğ ettim ve nasihatta bulundum. Siz de nasihatımı kabul ediniz!

�Selâm hidâyete tâbî olanlara olsun.�1

Medine�den Habeşistan�a gitmek üzere yola çıkan elçi Amr, ayrıca şu vazifeleri de yerine getirecekti:

a) Daha evvel oraya hicret etmiş bulunan Müslümanları Medine�ye göndermesini Necaşîden istemek,

b) Müslüman muhacirler arasında bulunan Hz. Ümmü Habibe�nin Peygamberimize nikâhlanmasını Necaşîden talep etmek.

Habeşistan�a varan elçi Amr (r.a.), Necaşîye Peygamber Efendimizin mübârek mektubunu takdim etti.

Necaşî, Peygamberimizin mektubunu hürmetle eline aldı, gözlerine sürdü ve öpüp başına koydu. Sonra da adamlarına okutturdu. Mektubun okunması sona erince, tahtından indi ve mütevazi bir edâ ile yere oturdu. Sonra şehâdet getirerek Müslümanlığını açıkladı. �Eğer, yanına gidebilmem mümkün olsaydı, muhakkak giderdim,�1 dedi. Sonra da, �O, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Nasranîlerin, geleceğini bekleyip durdukları Ümmî Peygamberdir. Musâ Peygamber �Merkebe biner� diyerek İsâ Peygamberin geleceğini müjdelediği gibi, İsâ Peygamber de �Deveye biner� diyerek Muhammed Peygamberin geleceğini öylece müjde vermiştir.2 �Keşki şu saltanata bedel Muhammed-i Arabî�nin hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir�3 diyerek ilâve etti.

Necaşî Ashame, daha sonra fil kemiğinden yapılmış bir kutu getirip, Efendimizin mektubunu içine koydu ve, �Bu mektuplar, kendilerinde bulundukça Habeşlilerde hayır ve bereket eksilmeyecektir�4 dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimizin bu mektubuna benzeyen bir mektubun, halen Şam�da bir şahsın elinde olduğundan bahsedilmektedir. Mezkûr şahıs, bu mektubu bir Habeş pazarından aldığını söylemiştir.

Verilen bilgilere göre; mektup, takriben 23x33 ebâdında bir deri üzerine kahverengi mürekkeple yazılmıştır.

Mektubun 17. satırının sonunda yuvarlak mühür izi vardır. Bu mühür, 2,5 cm çapındadır ve aşağıdan yukarıya doğru �Muhammed� bir satır, �Resûl� bir satır, �Allah� da bir satır olmak üzere üç satır halindedir.1

Amr bin Âs�ın Necaşîden isteği

Kureyşin siyâset adamı Amr bin Âs o sırada Habeşistan�da bulunuyordu. Amr bin Ümeyye�nin Necaşînin huzuruna girip çıktığını gördü. Buna çok kızdığı gibi, bir fırsatını bulup Hz. Amr�ın vücudunu ortadan kaldırmayı bile tasarladı. Bu maksatla bir gün Necaşînin huzuruna çıktı ve şöyle dedi:

�Ey hükümdar! Senin yanına birinin girip çıktığını görüyorum ki, o bize düşman bir adamın elçisidir. Onu bana teslim et de öldüreyim.�

Bu teklif Necaşîyi fena halde kızdırıp hiddete getirdi. Elinin tersiyle Amr�ın burnuna kuvvetli bir darbe indirdi. O anda Amr, burnunun kırıldığını zannetti.

Necaşî, daha sonra hiddetli bir şekilde şöyle dedi:

�Sen, Mûsâ Peygambere gelmiş olan Nâmûs-ı Ekberin (Cebrâil) kendisine vahiy getirdiği bir zâtın elçisini öldürmek için sana vermemi istiyorsun, öyle mi?�

Amr, �Ey hükümdar,� dedi, �gerçekten o, bir peygamber midir?�

Necaşî şu cevabı verdi:

�Yazıklar olsun sana, ey Amr! Sen, benim sözüme kulak ver de ona hemen tâbi ol. Çünkü, yemin ederim ki, o, hak üzeredir ve kendisine karşı koyanları mağlup edecektir�Musâ Peygamberin Firavuna ve ordusuna galebe çaldığı gibi.�

Artık, Amr�ın hidâyete erme zamanı gelmişti. Necaşîye, �Sen, benim ona İslâmiyet üzere bîatımı alır mısın?� diye teklifte bulundu.

Necaşî, teklifini kabul etti. O da Peygamberimiz nâmına Necaşîye İslâmiyet üzere bîat etti. Fakat, bu imânını arkadaşlarından gizli tuttu. Hicretin 7. yılında Habeşistan�da İslâmiyetle şereflenen Amr bin Âs, bir sene sonra Hicretin 8. senesinde Medine�ye gelip Hz. Resûlullahın huzurunda imanını izhar edecektir.

Müslüman olduğunu çekinmeden açıklayan Habeş Necaşîsi Ashame, elçi Amr bin Ümeyye�ye bir mektup verdi. Mektupta Hz. Resûlullahın isteklerini yerine getirdiğinden bahsediyordu. Ayrıca kendisine kıymetli hediyeler de gönderdiğini haber veriyor, arzu ettikleri takdirde kendisinin de yanına gelebileceğini açıkça ifâde ediyordu.1



Ümmü Habibe�nin Peygamberimize nikâhlanışı

Ümmü Habibe (r.a.), Kureyşin reisi Ebû Süfyan�ın kızı idi. Dininin gereklerini serbestçe yaşayabilmek için kocası Ubeydullah bin Cahş ile Mekke�den Habeşistan�a hicret etmişti. Ubeydullah, sonradan Hıristiyanlığa girdiği halde, Ümmü Habibe sebât etmişti. Bir müddet sonra da Ubeydullah ölünce dul kalmıştı. Bu esnada rüyâsında Ubeydullah�ın kendisine �Ey Ümmü�l-Mü�minin� diye seslendiğini görmüştü. Bunu da Hz. Resûlullahın kendisi ile evleneceği şeklinde te�vil etmişti.2

Arap kadınları dengini bulmadıkça evlenmezlerdi. Hz. Ümmü Habibe de gurbet diyarında dengini bulup evlenemediğinden zor bir durumda kalmıştı. Böyle, dini uğrunda vatanından uzak ve akraba ve taallûkatından ayrı olarak kimsesiz kalan şerefli bir kadının taltifi elbette gerekiyordu. Bunun için de Resûl-i Ekrem Efendimiz onunla evlenmeye talib olmuştu.

Peygamberimiz bunu gerçekleştirmeyi Necaşîden istemişti. Necaşî de Efendimizin bu arzusunu yerine getirip Hz. Ümmü Habibe�yi ona nikâhladı.1

Hz. Resûlullahın, Hükümdar Ashame�den bir arzusu da Müslüman muhacirleri Medine�ye göndermesi idi. Ashame, bu isteği de yerine getirdi. Başlarında Hz. Câfer�in bulunduğu muhacirleri gemilere bindirerek Medine�ye gönderdi.2

* * *



Heraklius�un İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabdan Dihye bin Hâlife el-Kelbî�ye de bir mektup vererek ona da Rum Kayseri Heraklius�u İslâma dâvet etmek üzere, göndermişti. Mektup şu meâldeydi:

�Bismillahirrahmanirrahim. Resûlullah Muhammed�den Rûm�un büyüğü Hirakl�e!

�Hidâyet yoluna tâbi olanlara selâm olsun! Bundan sonra, (Ey Rûm milletinin büyüğü) seni, İslâma dâvet ediyorum.

�Müslüman ol ki, selâmette bulunasın. Müslüman ol ki, Allah senin ecrini iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün tebaânın günâhı senin boynunadır.

�De ki, �Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek bir söze gelin. Allah�tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah�ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.� Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki, �Şâhid olun, biz Müslümanlarız.�� (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)1

Dihye (r.a.), Rum hükümdarı Heraklius�a Resûlullahın mübârek mektubunu kısa zamanda ulaştırdı.

Mektup okunurken, hükümdarın alnında ter damlaları boncuk boncuktu.

�Süleyman Peygamberden sonra, ben böyle �Bismillahirrahmanirrahim� diye başlayan bir mektup görmedim� dedikten sonra, mektubu öpüp başına koydu. O anda hiçbir şey izhar etmedi. Araştırıp soruşturmayı daha uygun buldu.



Ebû Süfyan ile Heraklius karşı karşıya

Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, �Peygamber olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?� diye sordu.

O sırada ticâret münasebetleriyle Ebû Süfyan Kureyş�ten bazı adamlarla Şam�da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp yine o sırada Şam�da bulunan Kayserin huzuruna getirdiler. Hâdisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır:

�Hirakl�in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, �Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın hanginizdir?� diye sordu.

��Neseben en yakınları benim� dedim.

�Beni önüne oturttular. Arkadaşlarımı da arkama. Sonra Hirakl, tercümanını çağırdı ve dedi ki:

��Bunlara söyle, ben peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz.�

�Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum.�

Sonra da hükümdarla, Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:

�Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?�

�İçimizde onun nesebi pek büyüktür.�

�Ecdadı içinde bir melik var mıdır?�

�Hayır.�

�Peygamberlikten evvel, onu hiçbir yalan ile ittiham ettiniz mi?�

�Hayır.�

�Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?�

�Daha çok halkın zaif ve fakirleri tâbi oluyor.�

�Ona uyanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?�

�Eksilmiyor, bilâkis artıyorlar.�

�Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?�

�Hayır, yoktur.�

�Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâki midir?�

�Hayır, vâki değildir. Fakat biz şimdi onunla bir müddet için çarpışmayı bırakarak muâhede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından korkuyoruz.�

Ebû Süfyan sonraları, �Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka birşey ilâve etmek imkânını bulamadım� diyecektir.

�Onunla hiç harp ettiniz mi?�

�Evet, ettik.�

�Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?�

�Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, bazen biz ona.�

�Sizden, ondan önce peygamberlik iddiâsında bulunmuş bir kimse var mıdır?�

�Hayır, yoktur.�

�O, size neler emrediyor?�

�Yalnız bir Allah�a ibâdet etmeyi ve Ona hiç bir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz ve fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emâneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.�

Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan�a şöyle dedi:

�Nesebini sordum, içinizde yüksek neseb sahibi olduğunu beyân ettin. Peygamberler de zaten böyle kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönderilirler.

�Ben babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, �Hayır yok� dedin. Eğer babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, �Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir� diye hükmederdim.

�Ben peygamberlik iddiâsında, ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. �Hayır, yoktur� diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, �Bu da belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittibâ etmek istemiş bir kimsedir� diye düşünürdüm.

�Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, �Ona tâbi olanlar halkın zaifleridir� dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da hep zaten öyle olurlar.

�Ben peygamberlik davasında bulunmadan evvel, onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, �Hayır� dedin. Ben ise, kat�i olarak bilmekteyim ki, insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse, Allah�a karşı da yalan söylemez.

�Ben, �Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?� diye sordum. Buna da, �Hayır� cevabını verdin. Îmân da böyledir. Îmânın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.

�Benim, �Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?� soruma sen; �Artıyorlar� cevabını verdin. İmân keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.

�Ben, �Onunla hiç savaştınız mı?� diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten diğer peygamberler de hep böyledir. Onlar belâlara uğratılırlar. Ama, sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.

�Ben, �O zât ahdini bozar mı?� diye sordum. Sen, �Sözünde durmamazlık etmez� dedin. Peygamberlerin hâli budur. Hiç bir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.

�Ben, �O size neler emrediyor?� diye sordum.

�Sen, �Onun Allahü Teâlâya ibadet etmeyi, Ona hiç bir şeyi eş ve ortak koşmamayı size emrettiğini� söyledin. Bütün bu anlattıkların peygamberlerin vasıflarıdır.

�Eğer o zat hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz o bir peygamberdir. Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum. Fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim.�1

Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça şöyle dedi:

�Eğer, onun yanına gidebileceğim mümkün olsaydı, kendisiyle buluşmak üzere her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım. Yemin ederek söylüyorum ki, onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır.�2

Bu sözlere muhatap olan Ebû Süfyan�ı bir korku ve telaş sardı. Dışarı çıkıp arkadaşlarına, �İbni Ebî Kebşe�nin1 işi gerçekten gittikçe büyüyor. Şu muhakkak ki, Benû Asfar hükümdarı bile ondan korkmaktadır�2 dedi.



Heraklius�un îmânı

Rum hükümdarı Heraklius artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatına varmıştı. Kavmine, �Geliniz ona tâbi olalım. Dünya ve âhirette selâmete erelim� dedi. Ancak, Heraklius�un bu dâveti netice vermedi. Hattâ Rumların hiddetine sebep oldu.

Bunun üzerine Heraklius, îmân ettiği halde dünya saltanatı için îmânını gizli tutma yolunu tercih etti.3



Hz. Dıhye�nin Dağatır�a gitmesi

Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Resûlullahın elçisi Dihye�ye (r.a.) Hıristiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Uskuf Dağatır�a gitmesini tavsiye etti. Ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.

Dihye (r.a.), mektubu alıp Heraklius�un yanından ayrıldı.

Zaten Peygamber Efendimiz de Dağatır�a bir mektup yazıp Hz. Dihye�ye vermişti. Bu mektubunda Uskuf Dağatır�a şöyle hitap ediyordu:

�Îmân edenlere selâm olsun!

�Hiç şüphesiz, Meryem oğlu İsâ, Allah�ın pâk ve nezih Meryem�e ilka ettiği Rûh�u ve Kelimesi�dir.

�Ben, Allah�a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim�e İsmail�e, İshak�a, Yakub ve torunlarına indirilenlere, Musa�ya ve İsâ�ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım.

�Biz, onlardan hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz Allah�a itâat eden Müslümanlarız.

�Hidâyete tâbi olanlara selâm olsun.�1

Hz. Dıhye, Dağatır�ın yanına gitti ve kendisini İslâmiyete dâvet etti.

Büyük Hıristiyan âlimi Dağatır şöyle dedi:

�Vallahi, senin sahibin Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulmuşuz.�2

Sonra îmân ederek Müslüman oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıhye�ye tembihledi.

Uskuf Dağatır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasihatlarda bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.

Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazarda Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak, Dağatır, hastalığını bahâne ederek çıkmak istemedi.

Hıristiyanlar, �Ya o çıkar, ya da biz onun yanına gireriz. Şu Arap geleliden beri, biz vaziyetinden hoşlanmıyoruz� diye haber gönderdiler.

Bunun üzerine Dağatır odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bembeyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp kilisede toplanmış bulunan Hıristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, �Ey Rum topluluğu! Bize, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi. Bizi Yüce Allah�a dâvet ediyor� dedikten sonra, ilâve etti: �Ben, şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur. Ahmed de Allah�ın kulu ve Resûlüdür.�

Dağatır�ın Hz. Resûlullahın peygamberliğini böylesine pervasızca haykırışına Rumlar öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu orada şehid ettiler.1



Hz. Dıhye�nin Medine�ye dönmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Heraklius�un Peygamberimize yazdığı bir mektup ve birçok hediyelerle Medine�ye doğru hareket etti. Yolda eşkiyalar tarafından yakalanıp kıymetli hediyeler elinden alındı.

Medine�ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius�un mektubunu verdi. Mektupta şunlar yazılı idi:

�İsâ�nın müjdelemiş olduğu Allah�ın Resûlü Muhammed�e, Rum hükümdarı Kayser tarafındandır.

�Elçin mektubunla bana geldi. Şehâdet ederim ki, sen Allah�ın Resûlüsün. Biz, seni zaten yanımızdaki İncil�de yazılı bulmuştuk. İsâ bin Meryem, seni müjdelemişti. Rumları, sana imana dâvet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar, beni dinleselerdi, kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.

�Ben, senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı, ne kadar arzu ederdim.�2

Mektup okunup bitince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

�Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!�1



Heraklius�un, mektubu saklaması

Resûl-i Ekremin elçisi ve dâvetini son derece güzel karşılayan Rum hükümdarı Heraklius, kendisine gelen İslâma dâvet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.

Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal edegelen bu mübârek mektubu Alfons bin Ferdinand�ın Tuleytula üzerine yürüyüp Endülüs beldelerinden bir çok yerleri eline geçirdiği tarihe kadar (H. 464) onun yanında bulunuyordu. Ondan da torununa intikal etti.

Aynı mektubu Avrupa Kralı yanında gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa Kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:

�Bu, Peygamberinizin atam Kayser�e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki, bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır. Bu sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat etmekteyiz.

�Saltanatımızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.�2

* * *



Kisrâ�nın İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. (Milâdî 628.) Hükümdarları, İslâma dâvet kararı alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabdan Abdullah bin Huzâfe�yi de İran Kisrâsı Perviz İbni Hürmüz�e elçi olarak gönderdi.

İran�a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah bin Huzâfe, Peygamberimizin İslâma dâvet mektubunu bizzat Kisrâ Perviz�in eline teslim etti. Kisrâ mektubu kâtibine okuttu:

�Bismillahirrahmanirrahim!

�Allah Resûlü Muhammed�den, Farsların büyüğü Kisrâ�ya!�

Bu hitap, Kisrâyı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunmasına müsaade etmeden ve muhtevâsını öğrenmeden, �Şuna bak! Benim kulum, kölem olan kişi [Hâşâ!] kalkıyor da bana mektup yazıyor� diyerek Hz. Resûlullahın mübârek mektubunu alıp küstahça yırttı.1

Sonra da haddini aşarak elçi Abdullah bin Huzâfe�ye şöyle çıkıştı:

�Mülk ve saltanat bana mahsustur. Benim bu hususta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından dolayı asla endişem ve korkum yoktur!

�Firavun, İsrailoğullarına hakim olmuştu. Siz onlardan daha güçlü değilsiniz. Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel olacak ne var? Ben Firavundan daha iyi ve güçlüyümdür�2 diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı.

Abdullah bin Huzâfe�nin Medine�ye dönüşü

Hz. Abdullah bin Huzâfe, Peygamber Efendimizin İslâma dâvet mektubunu Kisrâya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çıkartılmaz hemen bineğine atlayarak Medine yolunu tuttu.

O sırada Kisrânın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki, onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak, Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.

Medine�ye gelen Hz. Abdullah, Peygamberimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Peygamberimiz ellerini kaldırarak Kisrâya şöyle beddua etti:

�Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, Sen de onu ve onun mülkünü parçala!�1

Bu bedduanın tesiriyledir ki, Kisrâ Perviz�in oğlu Şireveyh hançer ile onu parçaladı. Sa�d İbni Ebî Vakkas Hazretleri ise, İran saltanatını param parça etti. Sasaniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı.2

Peygamberimizin gönderdiği mektup

Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Perviz�e gönderdiği İslâma dâvet mektubunun tam metni şu meâldeydi:

�Bismillahirrahmanirrahim! Allah�ın Resûlü Muhammed�den, Farsların Büyüğü Kisrâ�ya!

�Doğru yolda gidenlere, Allah�a ve Peygamberine iman edenlere, bir Allah�tan başka ilah olmadığına, Onun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Muhammed�in Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlere selâm olsun!

�Ben, seni İslâma dâvet ediyorum.

�Çünkü ben; bütün insanlara �hayatı olan kişilere (gelecek tehlikeleri) haber vermek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)� peygamber olarak gönderildim.

�Müslüman ol ki, selâmete eresin! Eğer, dâvetimden yüz çevirirsen, mecusî kavminin günahı senin boynuna olsun!�1



Kisrânın Yemen valisine emri

Kisrâ, Efendimizin mübârek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını dindirememişti. Yemen valisi Bazan�a şu emri verdi:

�Duyduğuma göre, Kureyşten biri ortaya çıkmış, peygamberlik dâva ediyormuş. Sen güçlü kuvvetli adamlarından ikisini gönder. Onu bağlayıp getirsinler.�2

Vali Bazan emri yerine getirmekte gecikmedi. Peygamber Efendimize iki kişi gönderdi. Ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâya teslim olmasını emreden bir mektup verdi.

Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar Medine�ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Babeveyh, Efendimize hitaben şöyle dedi:

�Kisrâ, vali Bazan�a yazı yazıp seni kendisine götürmek üzere sana adam göndermesini emretti. Bazan da, beni sana gönderdi. Eğer, benimle gelirsen Yemen valisi, Kisrâ�ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır.

�Eğer, benimle gelmekten çekinirsen, Kisrâ seni de, kavmini de yok eder, memleketini de yıkar.�1 Sonra da Bazan�ın mektubunu verdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Babeveyh�in anlattıklarını ve mektubun muhtevasını öğrendikten sonra gülümsedi. Sonrada onları İslâmiyete dâvet etti.

Elçiler, Efendimizin huzurunda manevî heybetinden dolayı tir tir titriyorlardı. Fakat, bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz, �Ne yapmak istediğimi yarın size haber veririm� deyip onları huzurundan çıkardı.2

Ertesi gün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz vahiy ile gelen şu haberi onlara iletti:

�Yüce Allah Kisrâya oğlu Şireveyh�i musallat kıldı. Şireveyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatında öldürdü!�3

Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.

Peygamber Efendimiz ayrıca onlara hitaben şöyle dedi:

�Bazan�a deyiniz ki: Benim dinim ve hakimiyetim, Kisrânın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır.

�Yine ona deyiniz ki: Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare etmekte olduğun yerleri sana vereceğim. Seni Ebnalardan [Güney Arabistanda yerleşen İranlılar] meydana gelen kavme hükümdar yapacağım.�4

Bunun üzerine Bazan�ın adamları Yemen�e döndüler. Olup bitenleri anlatıp, Peygamberimizden görüp duyduklarını naklettiler. Vali Bazan, �Vallahi, bu hükümdar sözü değildir. Öyle sanıyorum ki, bu zât dediği gibi, bir peygamberdir�1 demekten kendini alamadı.

Sonra da adamlarına, �Onu nasıl buldunuz?� diye sordu.

Onlar, �Biz, ondan daha heybetli, hiç bir şeyden korkmayan ve muhafızsız bulunan bir hükümdar görmedik. Mütevazi ve yaya olarak halk arasında yürüyordu!� cevabını verdiler.

Bazan, bir müddet daha beklemeyi uygun buldu. �Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün neticesini beklemeliyim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir.

�Şayet, dediği doğru çıkmazsa, o zaman gereğini düşünürüz.� dedi.2

Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki, Kisrânın oğlu Şivereyh�ten Bazan�a şu meâlde bir mektup geldi:

�Ben Kisrâyı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrânın sana yazmış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiç bir teşebbüse geçme!�3

Hesap ettiler: Gördüler ki, Perviz�in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efendimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyordu.4

Bazan�ın gönül âlemi bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı.

�Muhammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir� diyerek Müslüman oldu.1 Onu, Yemen�de oturan Ebnâların Müslüman olması takib etti.2

Bazan daha sonra da Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San�a valisi tayin etti. Bu, Peygamberimizin tayin ettiği ilk vali idi ve İran valilerinden imâna gelen ilk zâttı.3



Peygamberimizin Kisrâ�ya gönderdiği mektubun aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon�un, Dr. Salahaddin el-Müneccid�e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dünya Harbinin sonunda Henri Pharaon�un babası Şam�da 150 altına satın almış ve mahiyetini bilemediğinden veya açığa vurmak istemediğinden olacak ki, gizli tutmuştur.

Dr. Salahaddin el-Müneccid�in tarif ve tavsifine göre bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır. Ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeve ile muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.

Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir. Sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır.

Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm�dir.

Mektubun ebâdı, ince uzundur. Fakat, üst kısmı alt kısmından daha geniştir.

Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cm ile 21,5 cm arasında değişmektedir.

Çizilen satırların altında dairevî bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm�dir.

Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yerlerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafifletmiş ve mührün ortasına doğru bulunan (Resûl) kelimesindeki (R) harfi hariç, mühürdeki yazıyı silmiştir.

Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yırtık izi tersine bir (L) harfi manzarası arzetmektedir.

Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden farkedilebilen ve daha sonraki devre ait deriden yapılma ince bir iplikle dikilmiştir.

Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel� Dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uymaktadır.1

* * *



Mukavkıs�ın İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihte, Ashabdan Hatıb bin Ebî Beltaa, Peygamber Efendimizden aldığı Mukavkısa hitaben yazılmış İslâma dâvet mektubu ile Mısır�a doğru yola çıktı. Gece gündüz yoluna devam eden Hz. Hatıb, o sırada İskenderiye�de bulunan Mukavkıs�a Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek mektubunu sundu. Hükümdarın okuttuğu mektupta Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ona hitaben şunları yazıyordu:

�Bismillahirrahmanirrahim! Allah�ın kulu ve Resûlü Muhammed�den Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs�a!

�Hidâyet yoluna uyanlara selâm olsun! Bu duâ ve temenniden sonra ben, seni İslâma dâvet ediyorum. Müslüman ol ki, selâmete eresin. Müslüman ol ki, Allah ecrini, mükâfatını iki kat versin. Eğer, bu dâvetimden yüz çevirirsen, Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olsun!

�De ki: �Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek bir söze gelin: Allah�tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah�ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.� Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki: �Şâhid olun, biz Müslümanlarız.�� (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)1

Mektup okunup bitince, Mukavkıs: �Hayırlı olsun� dedi ve elçi Hz. Hatıb�a izzet ikramda bulundu. Sonra da Server-i Kâinat Efendimizin mübârek mektubunu fil dişinden bir kutu içine koyup, kutuyu mühürledi.2



Mukavkıs�ın ikrarı

Bir gece vakti Mukavkıs, Hatıb bin Ebî Beltaa�yı huzuruna çağırttı. Yanlarında sadece tercümanı bulunuyordu. Uzun uzadıya konuştuktan sonra, Mukavkıs sonunda, Müslüman olmadığı halde, Peygamber Efendimizin risâletini ikrar edip şöyle dedi:

�Ben, bir peygamberin geleceğini biliyordum. Lâkin Şam�dan çıkacağını tahmin ediyordum. Çünkü, daha evvelki peygamberlerin çoğu oradan zuhur etmişlerdi.

�Gerçi, son peygamberin, Arabistan�da, sertlik, darlık, yoksulluk ülkesinde çıkacağını da kitaplarda görmüştüm.

�Allah�ın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çıkma zamanı da tam bu zamandır. Fakat, ona uymak hususunda, Kıbtîler beni dinlemezler. Ben, saltanatımdan ayrılmaya da kıyamayacağım.

�O peygamber, memleketlere hâkim olacak, kendisinden sonra da Sahabîleri bu meydanlarımıza kadar gelip yerleşeceklerdir. Sonunda şuradakilere galip geleceklerdir.�1

Bu konuşmasıyla Peygamberimizin risaletini ikrar eden Mukavkıs, ne yazık ki, saltanatı elinden gider endişesiyle ne halkına olup bitenlerden bahsetti ve ne de Müslüman oldu.2 Saltanat, hükümdarlık sevgisi onu iman saadetinden mahrum bıraktı.

Dünya saltanatının sevgi ve muhabbeti gönlünde ağır basıp, iman etmeye yanaşmayan Mukavkıs, bununla beraber Peygamber Efendimize bir mektupla, bazı kıymetli hediyeler ve iki tane de câriye gönderdi.3

Bütün bunlardan sonra Hz. Hatıb bin Ebî Beltaa�yı İskenderiye�den uğurlayan Mukavkıs ona, �Sakın, Kıbtîler senin ağzından tek kelime bile işitmesinler� dedi.1

Mukavkıs�ın gönderdiği iki câriye ve hediyeler

Mukavkıs�ın, Resûl-i Ekrem Efendimize gönderdiği iki câriye Mariye ile kızkardeşi Sîrin idi. Hatıb bin Ebî Beltaa Hazretleri, onlara yolda İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmalarını teklif edince, Müslüman oldular.

Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Mâriye�yi kendisine nikâhlayıp zevceliğe aldı. Sîrin�i ise şâiri Hassan bin Sabit�e (r.a.) verdi.2

Mukavkıstan gelen diğer hediyeler ise şunlardı:

Ak tüylü iki katırla bir merkep,

Bin miskal altın,

Yirmi kat Mısır işi ince elbise,

Billur bir bardak,

Kokulu bal, misk gibi güzel kokular, v.s.3

Hediye edilen katıra Düldül, merkebe ise Ufeyr adı takıldı.

Mukavkıs�ın ülkesinde beş gün kadar kaldıktan sonra, oradan ayrılan Hatıb bin Ebî Beltaa Medine�ye gelip Resûl-i Ekremin huzuruna çıkarak bütün olup bitenleri anlattı ve Mukavkıs�ın mektubu ile gönderdiği hediyeleri takdim etti.

Mukavkıs, cevabî mektubunda şöyle diyordu:

�Muhammed bin Abdullah�a, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs�tan. Selâm olsun sana.

�Bundan sonra derim ki: Mektubunu aldım, okudum. Mektubunda zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım.

�Gelecek bir peygamber daha olduğunu biliyordum. Ancak onun Şam�dan zuhur edeceğini tahmin ediyordum.

�Elçini ağırladım. Sana Kıbtîlerin yanında mevkiileri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderdim. Binmen için de sana bir katır hediye ettim. Selâm olsun sana!�1

Mektup okunup bitince Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Bedbaht adam! Saltanatına kıyamadı. Fakat, üzerinde titrediği saltanatı, kendisine kalmayacaktır!�2 buyurdu.



Peygamberimizin Mukavkıs�a gönderdiği mektubun aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mukavkısa gönderdiği mübârek mektupları halen İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Bölümünde muhafaza edilmektedir.

Mektup, Hicretin 1267 senesinde Mısır�ın Ahmim beldesinde bulunan eski bir Manastırdaki Kıbt kitapları arasında olduğu anlaşılmış, bunun üzerine Sultan Abdülmecid Han tarafından satın alınarak İstanbul�a getirilmişti.

Bu mübârek mektup, 16x19 cm ebâdında, kahverengi bir deri üzerine siyah mürekkeple yazılmıştır ve on iki satırdan ibârettir.

Mektubun altında Resûl-i Ekrem Efendimizin mührü bulunmaktadır.

Mektupta yer yer güve yenikleri ve delikleri de vardır.3

* * *



Gassan Hükümdarlarının İslâma Davet Edilmesi

Gassanîler, Suriye�de oturan en güçlü kabilelerden biri idi. Hicretin 7. senesi Muharrem ayında, Peygamber Efendimiz, bu kabilenin hükümdarı Hâris bin Ebî Şimr�i de İslâma dâvet etmek üzere Ashabdan Şuca� bin Vehb�i bir mektupla gönderdi.1

Şuca� bin Vehb (r.a.), mektubu alır almaz süratle yola çıktı. Şam�a vardı. Fakat hükümdar Haris�i sarayında bulamadı. Günlerce sarayın kapısında beklemek zorunda kaldı.

Bu arada, hükümdarın kapıcısı ne için geldiğini sorunca, Resûl-i Ekremin Haris�e gönderilmiş elçisi olduğunu söyledi. Sonra da Peygamber Efendimizin sıfatlarını ona anlattı. Kapıcı Mira anlatılanlar karşısında gözyaşlarını tutamadı. �Ben İncil�i okudum. Bu Peygamberin (a.s.m) sıfatlarını onda aynen yazılı buldum� dedi. Sonra da Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peygamberliğini tasdik ederek Müslüman oldu. Ancak Hâris�in kendisini öldürmesinden korktuğu için îmânını gizli tuttu.2

Günlerden sonra Hâris, birgün tahtına oturdu. Elçi Şuca�ı kabul etti. Resûl-i Ekremin mektubunu elçi Şuca� bin Vehb�den alan hükümdar Hâris, açıp bakınca şunların yazılı olduğunu gördü:

�Bismillahirrahmanirrahim! Allah�ın Resûlü Muhammed�den, Hâris bin Ebî Şimr�e!

�Doğru yolda gidenlere, Allah�a iman ve Peygamberini tasdik edenlere selâm olsun! Ben seni, eşi, ortağı olmayan bir Allah�a imana dâvet ediyorum. Dâvetimi kabul edersen, hükümdar olarak yine mülkünde kalacaksın!�1

Bu sözler karşısında Hâris�in tavrı birden değişti. Mübârek mektubu yere atıp hiddetli hiddetli şöyle konuştu:

�Saltanatımı benden kim alacakmış göreyim! O, Yemen�de de olsa, kendisine tâbi olanlarla üzerime gelmeden, ben onun üzerine gideceğim!�2

Sonra da, atlarının nallanmasını adamlarına emretti. Elçi Şuca� Hazretlerine dönerek, �Git, sahibine gördüğünü haber ver� dedi.

Hükümdar Hâris, Medine üzerine yürümeye kararlıydı. Bunu o sırada Kudüs�te bulunan Kaysere yazdığı mektupta da açık açık belirtiyordu. Ancak Kayserden gelen cevap bu kararın hilâfınaydı. Kayser ona, �Sakın, onun üzerine yürüme� tavsiyesinde bulunuyordu.

Kayserin mektubunu aldıktan sonra Hâris bin Ebî Şimr biraz aklını başına toplamış olacak ki, elçi Şuca� Hazretlerini ikinci kere huzuruna çağırdı. Ne zaman gideceğini sorduktan sonra da, adamlarına kendisine yüz miskal altın vermesini de emretti.3

Kapıcı Mira, saraydan ayrılıp Medine�ye gitmeye hazırlanan Şuca�nın (r.a.) yanına vardı. Onun için hazırladığı yol azığı ile elbiseyi verdikten sonra, �Allah Resûlüne benden selâm söyle ve Müslüman olduğumu da ona haber ver� dedi.4

Hâris�e yapılan beddua

Şuca� bin Vehb, Medine�ye geldi. Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak görüp duyduklarını bir bir anlattı.

Hâris�in elçisine ve mektubuna karşı takındığı menfi muameleyi öğrenen Resûl-i Kibriyâ, �Saltanatı yok olsun!�1 diyerek ona beddua etti.

Aradan fazla bir zaman geçmeden, Hicretin 8. yılında bu bedduanın tesiriyle Hâris dünyadan kâfir olarak göçüp gitti ve Gassanî saltanatı Cebele bin Eyhem�e geçti. O ise, Gassanî saltanatının son hükümdarı oldu.2

* * *



Yemâme Emîrinin İslâma Davet Edilmesi

Yemâme hükümdarı Hevze bin Ali, Hıristiyandı. Peygamber Efendimiz, Hicretin 7. senesi Muharrem ayında bu hükümdarı da İslâmiyete dâvet etmek üzere Salit bin Amr�ı vazifelendirdi ve yazdığı bir mektupla onu Yemame�ye gönderdi.1

Mektubu alan Salit bin Amr, durup dinlenmeden yol alarak hükümdarın yanına vardı ve Efendimizin mektubunu ona verdi. Mektubu okuttu. Resûl-i Ekrem kendisine şöyle hitap ediyordu:

�Bismillahirrahmanirrahim! Allah�ın Resûlü Muhammed�den, Hevze bin Ali�ye!

�Doğru yolda gidenlere selâm olsun! Şunu iyi bilmelisin ki: Benim dinim yakında dünyanın en uzak ufuklarına kadar parlayacaktır! Binaenaleyh, ey Hevze! Sen de Müslüman ol ki, selâmete eresin! Ben de, hükmün altındaki memleketin idaresini sana bırakayım.�2

Hevze, bu dâveti kabul edemeyeceğini nazik bir dille ifâde etti. Ancak, Salit (r.a.), bu hareketinin yanlış olduğunu söyleyerek onu dâvete icabete çağırdı. Fakat, Hevze saadet dairesinden uzak kaldı. Şüphesiz, bu uzak kalışta saltanatta kalma arzusu büyük rol oynuyordu. Bunu kendisi de bizzat bir Hıristiyan büyüğüne şöyle ifade etmişti:

�Ben, kavmimim hükümdarı bulunuyorum, ona tâbi olaydım, o takdirde hükümdarlık yapmayacaktım!�3

Bununla birlikte Hevze, Peygamber Efendimize verilmek üzere bir mektupla bir takım hediyeleri elçi Hz. Salit vasıtasıyla gönderdi.



Peygamberimizin Hevze�ye bedduası

Salit bin Amr (r.a.), Medine�ye dönerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Olup bitenleri anlattıktan sonra Hevze�nin gönderdiği mektubu Efendimize verdi. Hevze mektubunda Efendimize şöyle diyordu:

�Dâvet ettiğin şey çok iyi, çok güzel! Ben, kavmimin hatibi ve şâiriyim! Araplar da benim kavmimden korkarlar! Bana, işinden bazı salâhiyetler ver de sana tâbi olayım!�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu yersiz teklif için, �Yerdeki bir hurma koruğunu bile istese, ona vermem� buyurduktan sonra, kendisine tâbi onca insanın hidâyetine de mani olduğundan Hevze�ye, �Elindeki her şey yok olsun� diye beddua etti.2

Bu tarihten bir yıl kadar sonra Cebrâil (a.s) gelip Efendimize Hevze�nin kâfir olarak öldüğünü haber verdi.3

Böylece, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gönderdiği elçiler ve dâvet mektuplarıyla cihanşümül İslâm dâvâsını o zamanın bütün devlet reislerine bildirmiş, İslâmın sesini bütün dünyaya duyurmuş oluyordu.

Bu dâvete, o zamanın iki büyük devleti olan Habeşistan ve Bizans hükümdarlarının cevabı gayet müsbet geliyordu. Hattâ Necaşî İslâmla şereflendi. Heraklius ise, Peygamberimizin hak peygamber olduğunu anladığı halde sadece dünya saltanatı için iman etmekten çekiniyordu. Aynı şekilde Mısır hükümdarı Mukavkıs da Hz. Resûlullahın elçisi ve mektubunu gayet iyi karşılıyor ve müsbet cevapta bulunuyordu. Bu dâvete muhatap olan Yemame hükümdarı Hevze bin Ali de, Hz. Resûlullahın elçisine gayet iyi muâmelede bulunuyor ve dâveti nazik bir üslupla kabul etmediğini belirtiyordu.

Geri kalan iki kişi ise, bu davete, menfi cevapta bulunuyordu. Hattâ bunlardan biri İran Kisrâı, küstahça Peygamberimizin mektubunu yırtıyordu. Diğer biri olan Gassan hükümdarı Hâris bin Ebî Şimr ise haddini aşarak Efendimizin dâvet mektubunu yere atıyordu.

* * *



Hayber�in Fethi

Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.) Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine�nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).

Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine�den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.

Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşitli iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.

Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine�ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine�ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planları Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.

Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine�yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı�ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı�henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.

Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam�la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.

İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.



Medine�den hareket

Hayber Gazâsına çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabına hazırlanmalarını emretti.

Bu arada korkularından Hudeybiye seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz�ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber�de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu. �Hayber�e biz de sizinle gidelim� diyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:

�Allah yolunda, İ�la-yı Kelimetullah uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir. Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir.�1 Bunu, Medine�nin içinde bütün halka da ilân etti.

Hz. Resûlullahın bu emri bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakkın rızası gözetilerek, maddî hiç bir karşılık beklemeksizin, hattâ böyle bir şeye niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.

Zaten, İslâm�da harbin ulvî ve nuranî gayesi de: İ�la-yı kelimetullahtır.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları 200�ü atlı olmak üzere 1600 kişiyi buldu.2 Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte Medine�den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz Hayber�de bulunduğu sırada içlerinde meşhur Ebû Hureyre�nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslümanla Habeşistan�dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm ordusuna katılacaklardır.

Ayrıca Medine�den hareket eden İslâm ordusunda Resûl-i Ekrem�in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.1

Peygamber Efendimiz, Medine�de yerine Gıfarlı Siba� bin Urfutat�ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.

Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış mücahidler pürşevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir bin Ekva� o andaki heyecan ve sadakatını şu şiiriyle dile getiriyordu:

�Allah�ım! Sen hidâyet etmeseydin, biz doğru yolu bulamazdık.

�Zekât veremezdik.

�Namaz kılamazdık.

�Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca.

�Sen, kalblerimize sekînet indir!

�Çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebât ver!�2

Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir bin Ekva� olduğunu öğrenince de, �Allah ona rahmet etsin� buyurdu.3

Mücahidler bir an durakladılar. Zira, bu duâ Âmir�in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.

�O, ne sağırdır, ne gâib�

Mücahidler tekbirlerle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadalarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, �Allahü ekber! Allahü ekber! Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber!� diyerek tekbir getirdiler.

Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

�Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah�a dua ediyorsunuz�1 diye buyurdu.

Evet, duâ ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: �And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.�2

Kalbimizin en gizli hatırasını bilen yalnız Odur. Bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:

�Allah�ım! İstikbal endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!�3

Peygamber Efendimiz, ordusu ile Reci� denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası Hayber�le Gatafanlıların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı. Şöyle ki: Hayber Yahudileri Gatafanlılardan yardım istemişler, onlar da bunu kabul edip gerektiğinde gelip kalelerinde İslâm ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de, Gatafanlılara, �Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber�in bir yıllık hurma mahsulünün kendilerine verileceği� teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.

İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlılardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlılar, Hayber Yahudilerine hiç bir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.



İslâm ordusu Hayber önlerinde

Peygamber Efendimiz daha sonra ordusuyla Reci�den Hayber�e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.

Peygamberimizin duâsı

Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber önlerine varınca şöyle duâ etti:

�Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!

�Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!

�Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!

�Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbı olan Allah!

�Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.

�Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!�1

Herhangi bir şehre girildiğinde Efendimiz hep böyle duâ ederdi.

Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca karşılarında İslâm ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve �İşte Muhammed ve ordusu!� diye bağrıştılar.

Sonra da telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.1

Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin tâ Medine�den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına bir çoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetli idi, adamları da çoktu. Harp âletleri de oldukça fazla idi. Öyle ise Hz. Resûlullah bütün bunları göze alarak gelemezdi. Kanaatları buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.

Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pürtelâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu durumu hayra yorarak şöyle buyurdu:

�Allahü Ekber! Allahü Ekber! Haribet Hayber! (Hayber harap oldu). Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!�2

Hayber�in fethine işâret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.3

Haber Yahudileri aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.

Savaşacak olan Yahudilerin hepsi en kuvvetli kale olan Natat kalesinde toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.

Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücahidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.

İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahid yaralandı.

İkinci günü Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu karargâhını Reci� mevkiine nakletti. Böylece yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.

Peygamber Efendimiz ve mücahidler her sabah silahlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci�e dönüyorlardı.

Bu arada Peygamber Efendimiz bir baş ağrısına yakalandı. İki gün mücahidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir�i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer�e verdi ve mücahidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasib olmadı.1



Yedi gün böylece devam etti.

Bu arada, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme�yi şehid verdi. Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.2

Yine bu esnâda Amir bin Ekva� ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Âmir, Merhab�ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslâm ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid olarak vefât etti.1 Zaten Peygamber Efendimiz de henüz Hayber�e varmadan onun şehâdet mertebesine ereceğine işâret buyurmuşlardı.2

Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, Hicretten önce, Mekke�de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de halkını İslâmiyete dâvet edip durmuştu.

Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicretin 7. senesinde Medine�ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber�e gittiğini haber alınca da, Hayber�e gelip İslâm ordusuna katıldılar. Yahudilere karşı savaştılar.3

Gelen dört yüz kişinin arasında meşhur Ebû Hüreyre de (r.a.), bulunuyordu.4 Orada Hz. Resûlullahla buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre Ehl-i Suffaya dahil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, bir çok Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir.

Muhasara devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, birgün şu müjdeyi verdi:

�Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.�5

Mücahidleri bir merak sardı. Acaba bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlemin elinden mübârek ve şerefli sancağı alabilmekti. Geceyi bu ümit ve arzuyla geçirdiler. Sabah olunca merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu Hz. Ömer, �Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim zaman olmamıştır�1 diyerek dile getirmiştir.

Her bir mücahid aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübârek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübârek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara karşısında Hz. Resûlullah, �Ali nerede?� diye sordu.

Gariptir ki Hz. Ali o sırada gözlerinden rahatsızdı, �Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor� dediler. Resûl-i Ekrem buna rağmen, �Olsun! Çağırın gelsin!� buyurdu.

Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri mübârek duasıyla şifâ buldu.2

Efendimiz ayrıca onun için, �Allah�ım! soğuğun sıkıntısını bundan gider!� diyerek de duâ etti.

Hz. Ali der ki:

�O günden sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!�3

Gerçekten de Hz. Ali yazın en sıcak günlerde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk günlerde en ince elbise giyer ve asla üşümezdi.4

Hz. Resûlüllahın ak sancağı artık Hz. Ali�nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye dönüşmüştü. Demek Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu. Demek Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı. Her bir Sahabî aynı duygular içinde İslâmın bu bahadırına gıpta ile bakıyorlardı.

Sancağını Hz. Ali�ye teslim eden Resûl-i Ekrem kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr�ı da beline kendi eliyle bağladı. Sonra da şu emri verdi:

�Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme.�1

Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, �Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?� diye sordu. Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:

�Allah�tan başka ilah ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed�in Allah�ın Resûlü olduğuna şehadette bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekilerin hesabı ise Yüce Allah�a aittir.�2

Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, �Yâ Resûlallah, onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım� dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

�Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâma dâvet et. Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir.

�Vallahi, senin vasıtanla, Allah�ın onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için bir çok kızıl develere sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır.�3 Peygamberimiz bu sözleriyle aynı zamanda İslâmî fetihlerin maksadının ne olduğunu da ortaya koyuyordu.



Hz. Ali, Merhab�la karşı karşıya

Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahın beyaz sancağı ile mücahidlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. Onları İslâmın esaslarını anlatıp Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada bir çok yiğitleri, mücahitler tarafından yere serildi.

Bu arada Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, �Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere aslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır� diye haykırıp övünüyordu.

Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden şu mukabelede bulundu:

�Ben de, annemin bana Haydar (arslan) adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim.�1

Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı olan Merhab, �Esedullah � (Allah�ın arslanı) ünvanının sahibi olan Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikârla ikiye bölünerek yere düştü.2

Manzarayı gören Hz. Resûlüllah mücahidleri müjdeledi:

�Sevininiz! Hayber�in fethi artık kolaylaştı.�3

Bundan sonra mücahidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler. Bu arada bir çoklarını yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar.1

Adamlarının teker teker yere serildiklerini gören diğer Yahudiler gerisin geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan buyurdukları gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akibetin kötü olacağını gören Yahudiler Natat�ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı.

Mücahidler, Nâim Kalesine doğru yürüdüler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman bir çok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.

Nâim Kalesinin düşüşünü, Sa�d bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.

Peygamberimiz, Hayber kalelerinden bir kaçını muhasara altına almıştı.

Bu sırada önüne davarlarını katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir�in Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesi idi. Davarlarını güder dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarılmak istediklerini görünce, �Ne yapmak istiyorsunuz?� diye sormuştu.

Yahudiler, �Şu kendini �Resûl� diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz� cevabını vermişlerdi. �Resûl� kelimesini duyan Habeşli Yesâr, bir an duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.

Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlarıyla iktifâ etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.

İşte bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkageldi:

�Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �İslâmiyete dâvet ediyorum. Allah�tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Onun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah�tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum� buyurdu.

Yesâr, bu sefer, �Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehadette bulunursam bana ne var?�

Resûl-i Ekrem, �Eğer bu iman ve bu şehadet üzere olursan Cennet var!�1 dedi.

Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehadet üzere ölürse Cennete gireceğini söylemişti. Amma Yesâr müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Ben Habeşî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennete girer miyim?�

Resûl-i Ekremden Yesâr�ı sevince boğan bir cevap geldi:

�Evet, Cennete girersin!�2

Yesâr bu sefer, �Yâ Resûlallah� dedi, �şu davarlar bana emânettir. Şimdi ben onları ne yapayım?� diye sordu.

Peygamberimiz, �Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir� diyerek Yesâr�a yol gösterdi.

Yesâr hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:

�Haydi, artık sahibinize dönünüz.�

Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.1

İslâmiyetle şereflenen Yesâr, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahid olmuştu. Mücahidler safında düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden kalelerinden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan Cennete uçan Müslüman ünvanını aldı.2

Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullahın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden Sahabîler merakla, �Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?� diye sordular.

Resû-i Ekrem Efendimiz sebebini şöyle izah etti:

�Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları silerler ve �Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın! Seni öldüreni, öldürsün!� derler.

�Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah�a hiç secde etmediği halde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!�3

İşte, ihlaslı az amel ve işte ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir!

Bu hadise bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet olduğu dersini veriyor.

Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve İslâma dâvette insanlar arasında asla �içtimaî mevkii ne olursa olsun� fark gözetmiyordu. Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; �Müslüman olsa ne olur, olmasa ne olur� gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu. Aksine gayet ciddi bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

İslâm ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir.



Netice

On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:

1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.

2) Hayber�den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.

3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.

4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayr-ı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullaha bırakılacak.

5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.1

Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber�den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif getirdiler:

�Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım!�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve Sahabîler burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından ortadan kaldırılabilecekti.2 Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin Ravâha Hazretlerini Hayber�e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, �Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!�3 demekten kendilerini alamazlardı.



Şehid ve ölü sayısı

Harp sonunda 1600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93�ü buluyordu.4

Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti hudutları dahiline alınmış oldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber�den ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu sevincini şöyle izhar etti:

�Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim? Feth-i Hayber�e mi, yoksa Câfer�in gelişine mi?� buyurdu.2

Medine�ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları, Habeşistan muhacirlerine, �Biz hicrette sizi geçmişizdir� dedikleri duyulmuştu.

Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib�in Habeşistan�a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa�nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz. Ömer�le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ bint-i Umeys olduğunu öğrenince, �Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah Aleyhisselâma sizden daha yakınız� demişti.

Hz. Esmâ buna kızmış ve �Hayır! Gerçek senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek yetiştiriyordu.

�Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık� dedikten sonra şunu ilave etmişti:

�Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!�

O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz geldi.

Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer�in kendisine söylediklerini nakletti.

Resûl-i Ekrem, �Buna karşılık sen ona ne söyledin?� diye sordu.

Hz. Esmâ, �Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ�ya, �Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur� buyurduktan sonra ilâve etti:

�Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!�1

Bunu duyan Habeşistan�dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.



Ganimetler

Hayber�de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün Sahabîlere taksim edildi.2 Zirâ, Cenâb-ı Hak, Hudeybiye seferine iştirak edenlere, Hayber�in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.3

Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber�de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile, Câfer bin Ebî Tâlib�in (r.a.), başkanlığında Habeşistan�dan dönen ve Hayber�de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten hisse ayırdı.4

Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.

Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.1

Hayber�in gayr-ı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe�nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürüldü.3

Ganimetler arasında, Tevrât�tan müteâddit nüshalar da vardı. Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifâdesiydi.



Yahudilerin, Peygamberimizi zehirlemeye kalkışmaları

Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.

Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz Ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin Mişkem�in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.

Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve �Ey Ebû�l-Kasım! Bunu sana hediye ediyorum� diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.

Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada hazır bulunan Sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan Sahabîlere, �Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor�1 buyurdu.

Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.2

Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb�i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, �Bunu neden yaptın?� sorusuna şu cevabı verdi:

�Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!�3

Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz, kadını öldürmeyip affetmiştir.1 Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr�in varislerine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşlerdir.2



Hayber�de yasaklanan şeyler

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:

1) Esir alınan kadınlara dokunmayı.

2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi.

3) Yırtıcı, azı dişli hayvanların etini yemeyi.

4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılmasını veya satın alınmasını.3

Fedek Yahudileriyle anlaşma yapılması

Peygamber Efendimiz Hayber�in fethinden sonra Muhayyısa bin Mesûd�u İslâmiyete dâvet etmek üzere Medine�den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri bir kaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmış, ancak buna muvaffak olamamışlardı.

Fedek Yahudileri, Resûlüllahın elçisi Muhayyısa�nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkibete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamberimiz onların bu teklifini kabul etti.

Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı. Diğer yarısı ise Peygamber Efendimize (a.s.m.) mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşr Sûresinin altıncı âyeti ile, hiç bir askeri hareket yapılmadan, barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek�te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.2



Vâdi�l-Kurâ�nın alınması

Daha sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Hayber� den ayrılıp Vâdi�l Kurâ�ya hareket etti. Burası Hayber ile Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâmdan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imâr etmişlerdi.

Vâdi�l Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buradaki Yahudileri önce İslâma dâvet etti. Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah�a ait bir iş olduğunu bildirdi.3 Vâdi�l Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.4

Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâma dâvet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahidlere karşı koydular. Fakat mücahidlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar, henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki, teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.1

Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem usulüne göre ganimeti beş kısma ayırdı. Dört payını mücahidler arasında bölüştürdü. Bir payını da Beytülmale ayırdı.

Arazisi ise, Hayber�de olduğu gibi orada bulunan ahaliye, mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile bırakıldı.2



Teyma Yahudilerinin cizye vermeyi kabul etmesi

Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi�l Kurâ�da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.3



Hayber fethinin önemi

Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan�daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.

Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Artık, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.

Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber�in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.

Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.

Bu bakımdan Hayber�in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.

* * *



Peygamberimizin Hz. Safiyye ile Evlenmesi

Hayber Fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.

Asıl ismi Zeyneb olan Hz. Safiyye, Benî Nadir reisi Huyey bin Ahtab�ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri reisleri eşrâfından olan Semevel�in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi� bin Hukayk�ın oğlu Kinâne ile yeni evlenmişti. Hayber günü Rebî� öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar tarafından da Kamus Kalesinin teslim olması sırasında esir alınmıştı.1

Esirler toplandığı zaman Dihyetü�l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir câriye almasına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dihye, Hz. Safiyye�yi beğenip almıştı.2

Fakat, Ashab-ı Kirâm Hz. Safiyye�nin Hayber reisinin gelini ve Benî Nadir�in en şerefli bir âile kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Resûlüllaha gelerek şöyle dediler:

�Yâ Resûlallah! Benî Kurayza ve Benî Nadirlerin reisi Huyey�in kızı Safiyye�yi Dihye�nin alması uygun değildir! Onu ancak sen almalısın?�3

Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde Ashab-ı Güzînin kalben rahatsız olacakları muhakkaktı.

Bunun üzerine, Efendimiz, Hz. Dihye�ye başka bir kadın almasını emir buyurdu. Hz. Bilâl�i de Hz. Safiyye�yi getirmeye gönderdi.



Hz. Bilâl�in Hz. Safiyye�yi getirmesi

Hz. Bilâl, Hz. Safiyye�yi yine esir düşen amcası kızı ile alıp getirirken onları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cesedinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryad ve figana başladı. Yüzünü parçalayıp, başına topraklar saçtı.

Uzaktan durumu farkeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bilâl�e şöyle buyurdu:

�Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçiriyorsun?�1

Hz. Bilâl mahcup mahcup huzurda boynunu büktü. �Yâ Resûlüllah! Zâtınızın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim� diyerek özür diledi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye�yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısı örttü. Bunun üzerine Sahabîler, Peygamber Efendimizin (a.s.m.), onu kendisine başkomutanlık hakkı (Safiy) olarak aldığını anladılar.2

Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye âilesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir âile idi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da Resûl-i Ekremin bazı evliliklerinde siyasi durumu göz önünde bulundurması idi. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi düşman ise İslâmiyet ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümme Habîbe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık bir şekilde görülür.



Hz. Safiyye�nin tercihi

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye�ye İslâmı anlattı ve şöyle buyurdu:

�Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim.

�Şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim. Sen de gider kavmine kavuşursun!�1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden bir kaç kudsî kelam duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu:

�Yâ Resûlallah! Siz beni İslâmiyete dâvet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı arzulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum.

�Yahudilikle benim hiç bir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber�de de artık ne babam, ne de kardeşim vardır.

�Sen, beni küfürle, İslâmiyetten birini seçmekte serbest bırakıyorsun. Allah ve Resûlü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir. Ben onları tercih ediyorum!�2

Resûl-i Ekrem, Hz. Safiyye ile Hayber�de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber�den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba�da muvafakat etti. Peygamberimiz, �Sibar�da konmak istediğim zaman, razı olmamanın sebebi ne idi?� diye sorunca, Hz. Safiyye, �Yâ Resûlallah� dedi, �Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum.�3

Peygamberimiz, onun bu bağlılığından son derece memnun oldu. Resûl-i Ekrem, Sahba� mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit çadırda gerdeğe girdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye�nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Sebebini sordu. Hz. Safiyye şöyle izah etti:

�Kinâne bin Rebi� ile evlendiğim ilk gece bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum. Bunu Kinâne�ye anlatınca kızdı ve �Sen ancak Hicaz hükümdarı Muhammed�e varmak istiyorsun!� diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.�1

Hz. Ebû Eyyubel-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının etrafında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, sabahleyin erken çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elinde kılıç, çadırın yanında görünce, �Yâ Ebâ Eyyûb! Nedir bu halin?� diye sordu.

Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr Sahabî, �Yâ Resûlallah� dedi, �harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybeden ve henüz yeni Müslüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğinden korktum da, çadırını bekledim.�2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mübârek tebessümleri arasında, �Allah, seni hayra erdirsin� buyurdu ve arkasından ona şu duâyı yaptı:

�Allah�ım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb�u koru!�3



Mücahidlerin sabah namazını geçirmeleri

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Kiramla Medine�ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahidler bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla Peygamber Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Sabah namazı vaktimizi kim bekleyecek, belki uyuyabiliriz� diye Ashab-ı Kirama sordu. Hz. Bilâl ayağa kalkıp, �Ben beklerim yâ Resûlallah� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahidler uyudular.

O sırada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücahidlerin �İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Râciun� demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş ve her taraf aydınlanmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz telaşla, �Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?� diyerek sitem etti.

Hz. Bilâl, �Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu bırakmadı� deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, �Doğru söyledin� buyurdu.1

Sahabîlerin uyuya kaldıkları vadiden çıkılınca, Peygamberimiz, �Burası şeytanların eyleştiği bir vadidir� buyurdu ve abdest alınmasını emretti. Efendimiz de abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl�e, �Ey Bilâl! Ezanı oku� diye emretti.

Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, �Sabah namazının sünnetini kılınız� buyurdu.

Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Ey Bilâl! Kàmet getir� dedi.

Hz. Bilâl kâmet getirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı Kirama döndü ve şöyle buyurdu:

�Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin.�1

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahidlerle birlikte tekrar Medine�ye doğru yol aldı. Uhud Dağı görününce, �Biz Uhud�u severiz, Uhud da bizi� buyurdu.

Ordusuyla Medine�ye girerken de şöyle duâ etti: �Yâ Rabbi! Senden başka Ma�bud yoktur, yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur. Bütün mülk senindir. Bütün hamd de Senindir.

�Allah�ım! Biz Sana yöneldik, günahlarımızdan tövbe ediyoruz. Biz ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize secde, Rabbimize hamd ederiz.

�Rabbimiz va�dinde sadıktır; kulu Muhammed�e nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp sindirmiştir.�2 (*)

* * *



Kaza Umresi

Hicretin 7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe�yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

Cenab-ı Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber�i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere askerî birlikler göndererek onları itaat altına almıştı.

Bütün bunlardan sonra, Kâbe�yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiç biri geri kalmayacaktı.1

O sırada Medine�ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç bir çok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, �Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var� diyerek durumlarını arzettiler.

Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram, �Yâ Resûlallah� dediler, �biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki.�

Resûl-i Zişan Efendimiz, �Ne olursa, isterse yarım hurma olsun� buyurdu.

Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf bin Azbat�ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2000 civarındaki Müslüman ile Medine�den Mekke�ye, Beytullaha doğru yola çıktı.1 Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise va�dinde hiç bir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket ediyordu. Bu husus Sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:

�Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?� dediler.

Hz. Fahr-i Âlem, sebebini şöyle izah etti:

�Biz, bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle karşı yanımızda bulunduracağız!�2

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâmın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.

Zülhuleyfe mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme�nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.1

Artık, etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:

�Lebbeyk Allahümme lebbeyk!

�Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!

�İnnel hamde venni�mete leke ve�l-mülk! Lâ şerike leke.�2

Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin bir kaç adamı tarafından görüldü. �Nedir bunlar?� diye sordular.

Muhammed bin Mesleme, �Resûlullah Aleyhisselâmın süvarileridir� dedi ve devam etti:

�Kendileri de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır.�3

Adamlar şaşkına döndüler ve son sür�at yol alarak haberi Mekke�ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve �Muhammed üzerimize yürüyor� diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

Gerçi Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra, �Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz� buyurmuşlardı, ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi Kâbe�yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.

Telbiye sadalarıyla Zülhuleyfe�den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran�a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye�cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.1

Daha sonra Peygamber Efendimiz, Ashabıyla yol alarak oradan Mekke�nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye�cec mevkiine vardı.

Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi. �Yâ Muhammed,� dediler, �herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin?

�Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?�

Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

�Harem�e kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim.�

Kureyş baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:

�Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır.�2

Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke�yi boşalttılar.3



Peygamber Efendimiz Mekke�de

Hz. Resulüllah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ�nın üzerinde Mekke�ye girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe�yi Muazzamaya, Beytullaha yaklaşıyorlardı. �Lebbeyk Allahümme lebbeyk� nidâları Mekke�nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.

Kasvâ�nın yuları şâir Abdullah bin Ravâha�nın elindeydi. Hz. Resulüllahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

�Ey kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!

�Rahman olan Allah, onun Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.

�Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.

�En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!�1

Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve �Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin�2 buyurdu.

Sonra, Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti.(*)3 Zira, Kureyş müşrikleri, �Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır� diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.

Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.



Kâbe�yi tavaf

Hâtemü�l-Enbiya Efendimiz Kasvâ�nın üzerinde idi. Kasvâ�nın yuları ise Abdullah bin Ravâha�nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.

Peygamberimiz, Hacerü�l-Esved�in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti. Sonra da değneği öptü. Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.

Ashab-ı Güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.

Abdullah bin Ravâha, hem Kâbe�yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:

�O Allah�ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun.

�O Allah�ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.

�Çekilin, ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!�1

Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

�Ey İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah�ın Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?� diyerek susmasını istedi.

Hz. Ömer�e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:

�Ey Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir.�2

Sonra da Abdullah bin Ravâha�ya dönerek, �Devam et! Devam et! Ey İbni Ravâha� dedi.3

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin Ravâha�ya şu duayı okumasını emretti:

�Allah�tan başka İlâh ve Ma�bud yoktur! Bir olan Odur! Va�dini gerçekleştiren Odur! Bu kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur.�4

Ashab-ı Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.

Müşriklerin şaşkınlığı

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.

Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:

�Demek, Medine�nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş!

�Baksanıza yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!�2

Peygamber Efendimiz, Kâbe�yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim�de iki rekât tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa�y yapmak üzere Safâ Tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ�nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa�y yaptı. Merve�de sa�y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve�de Hz. Resûlullahla birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada Ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.3

Böylece Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen çıkmış oluyordu.



Hz. Bilâl�in ezan okuması

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe�nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, �Bu, anlaşmamızda yoktu� diyerek müsaade etmediler.

Öğle vakti girmişti. Kâbe�ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl�e Kâbe�nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl�in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil�in oğlu İkrime, �Allah, Ebû Cehil�e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur� dedi.

Müşrik Safvan bin Ümeyye, �Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü� diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu.

Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, �Şükürler olsun Allah�a ki babamı öldürdü de, Bilâl�in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!� diyerek ifâde ediyordu.

Bu arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.1

Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah�ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.



Hz. Meymûne�nin Peygamberimize nikahlanışı

Asıl ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas�ın hanımı Ümmü�l-Fadl ile Hz. Câfer�in hanımı Esmâ�nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.2

Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.

Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine�den yola çıkıp Cuhfe�ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize, �Yâ Resûlallah! Meymûne bint-i Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?� diye teklifte bulundu.3 Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.

Resûl-i Ekrem henüz Mekke�den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, �Deve de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır� diyerek memnuniyet ve sevincini açıkladı.4

Hz. Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz. Meymûne�yi ona nikâhladı.1

Peygamber Efendimizin (a.s.m.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:

�İsterseniz, âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim.�

Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke�den çıkıp gitmesini istediler.

O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa�d bin Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr�a şöyle çıkıştı:

�Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır.

�Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez.�

Bunun üzerine Kureyş�in iki temsilcisi seslerini kestiler.

Peygamber Efendimiz ise bu manzaraya tebessüm buyurdular.2



Mekke�de kalma müddeti dolunca

Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke�de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.

Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke�yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke�yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke�nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke�deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Mekke�den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:

�Amca! Amca!�

Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza�nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke�de bulunuyordu. Sesinde bir imdad, bir �Beni kurtarın bu şirk diyarından� ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, �Beni bırakma� diye bu biricik yavruyla birlikte imdad diliyordu.

Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine�ye beraberinde getirdi.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke�den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.2



Medine�ye dönüş

Peygamer Efendimiz, akşamleyin Serif�ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine�ye geldi.3

Hz. Hamza�nın Selma bint-i Ümeys�ten doğan kızı Ümâme, Mekke�ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı.

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza�yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetinden sonra Hz. Hamza�nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve �Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım� dedi.

Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti: �Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme�nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım.�

Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. �Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim� dedi. �Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!�

Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı. �Ey Zeyd! Sen, Allah�ın ve Resûlünün dostusun. Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım. Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin� dedikten sonra şu kararı verdi: �Ey Câfer! Ümâme�yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez!�1

Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.

Resûl-i Ekrem, �Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?� diye sorunca, Hz. Câfer şöyle izah etti:

�Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi.�2

* * *



Hicretin Yedinci Senesinin Diğer Önemli Hâdiseleri



Hz. Ömer�in Türebe�ye gönderilmesi

Peygamber Efendimiz, Havazin Kabilesinden dört oymağın, Medine�ye takriben 10 km. uzaklıkta bulunan Türebe Vadisinde bir araya geldiklerini haber aldı. Bu oymaklardan biri olan Sa�d bin Bekroğulları, Hayber Yahudilerinin Hicretin altıncı yılında Medine�ye yapacakları baskında kendilerine yardım edecekleri va�dinde de bulunmuşlardı.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin 7. senesi Şaban ayında Hz. Ömer�i otuz kişilik bir askerî birliğin başına kumandan tayin ederek Türebe�ye gönderdi.

Düşman, mücahidlerin kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber almış ve kaçmıştı. Oraya varan İslâm birliği kimseye rastlamadı.

Hz. Ömer, emrindeki birlikle buradan ayrılarak Medine yolunu tuttu. Cedr denilen mevkie geldiklerinde kılavuz, orada bulunan Has�amoğulları üzerine yürümesini teklif edince, Hz. Ömer, �Resûlullah (a.s.m.), onlarla çarpışmamı emretmemiştir� dedi.

Hiç bir çarpışma olmadan Hz. Ömer birliğiyle Medine�ye döndü.1



Hz. Ebû Bekir�in Havazinlilere gönderilmesi

Bir bakıma Hz. Ömer�in Türebe�ye yaptığı seferi tamamlamak mahiyetini taşıyan bu seferde, Peygamber Efendimiz, yine Şaban ayında Hz. Ömer döndükten sonra Hz. Ebû Bekir�i Necd bölgesindeki Havazinliler üzerine yürümek için vazifelendirdi. Beraberindeki askeri birlikle Havazinlilerin yurduna varan Hz. Ebû Bekir, onlara ansızın bir baskın düzenledi. Bazılarını öldürdüler, bazılarını da esir aldılar. Bir kısım ganimet de ele geçirerek Medine�ye geri döndüler.1



Eban bin Said bin Âs�ın Müslüman olması

Eban bin Sâid bin Âs, Peygamber Efendimizin akrabası idi. Soyu, Efendimizle üçüncü dedesi Abdülmenâf�ta birleşiyordu.

Babası Ebû Uhayha, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerindendi.

Hudeybiye seferinden önce idi. Eban, ticaret maksadıyla Şam�a gitmişti. Orada karşılaştığı bir Hıristiyan papazına, �Ben Kureyşliyim. İçimizden biri çıktı; Peygamber olduğunu söylüyor. Senin bu husustaki fikrin nedir?� diye sorar.

Papaz, �Onun ismi nedir?� der.

Eban, �Muhammed�dir� cevabını verince, Papaz, �Dur, sana onu tarif edeyim� diye söyler ve Resûl-i Ekrem Efendimizin şekil ve şemâlini, sıfatlarını, babasının, dedesinin soyunu tek tek anlatır.

Eban, Peygamber Efendimizin aynen anlattığı gibi olduğunu söyleyince de Papaz şöyle der:

�Öyle ise, vallahi, o önce Araplara, sonra da yeryüzüne hâkim olacaktır! Sen, o salih zâta benden selâm söyle.�

Bunun üzerine Eban Mekke�ye gelir ve bir takım araştırma ve soruşturmalardan sonra Hicretin yedinci yılı başlarında islâmiyetle şereflenir.2



Hz. Ömer�in Cemile Bint-i Sabit�le evlenmesi

Hz. Ömerü�l-Faruk Hicretin yedinci yılında, Medineli Müslümanlardan Sabit bin Aklah�ın kızı Cemile ile evlendi.

Önceki ismi Asiye olan Cemîle Hatun, Peygamber Efendimiz hicretle Medine�ye gelince, ona ilk bîat edip Müslüman olan on kadından biri idi.

Hz. Ömer, evlendikten sonra onun ismini beğenmeyip, Cemîle diye değiştirdi. Ancak o, bunu kabul etmek istemedi. Annesinin kendisine taktığı isimle yâd edilmesini arzu ediyordu.

Durumu Peygamber Efendimize iletti. Hz. Resûl-i Ekrem ona, �Bilmez misin ki, Allah hakkı Ömer�in diline ve kalbine yerleştirmiştir� dedikten sonra, �Senin ismin Cemîle�dir� buyurdu.

Hz. Ömerü�l-Faruk�un (r.a.) Âsım adındaki oğlu bu Cemîle Hatundan dünyaya gelmiştir.1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 8. senesi

Hicretin Sekizinci Senesi

Hazret-i Zeyneb�in Vefatı


Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin sekizinci senesine kızı Hz. Zeyneb�in vefatı hadisesi ile girdi.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice ile evliliklerinin kızlardan ilk meyvesi idi. Gariptir ki, Peygamberimizin İbrahim hariç, diğer erkek çocukları İslâmdan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri halde, kızları muhterem babalarının risalet devresine yetişmişlerdir. Yine Hz. Fâtıma hariç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefât etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriyânın bekâ âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında iken dünyaya gelmişti.1 Annesi Hz. Hatice ile birlikte iman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet kırk yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb Müslüman olduğunda henüz on yaşlarında bulunuyordu demektir.0

Hz. Zeyneb�in kocası Ebû�l-Âs bin Rebi�, Hz. Hatice�nin kızkardeşi Hâle�nin oğlu idi. Zaten evlilikleri de Hz. Hatice�nin arzusu üzerine olmuştu.

Ebû�l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb�in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenab-ı Hak tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hükmü gelmemişti.2

Hz. Resûl-i Ekrem, Medine�ye hicret ettiği halde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerimesi Hz. Zeyneb Mekke�de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî Ebû�l-Âs�ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşürmekle, Hz. Zeyneb�in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zişan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû�l-Âs�ı fidye almaksızın serbest bırakınca o da bu taltife bir karşılık olsun diye Hz. Zeyneb�i Mekke�ye varır varmaz, Medine�ye muhterem pederinin yanına göndermişti.

Hicretin 7. yılında Ebû�l-Âs da Medine�ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb�i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.1

Hz. Zeyneb vefât edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kerimesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.2 Sonra kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve şu müjdeyi verdi:

�Zeyneb�in zâifliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah�a yalvardım. O da bu isteğimi kabul buyurdu.�3

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyneb�i ilk defa üzerinde taşıdığı sedirde kabre koydu. Kabre de Hz. Zeyneb�in kocası Ebü�l-Âs bin Rebi�in yardımıyla indirdi.

Hz. Zeyneb Mekke�den Medine�ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuvâ mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hadise çocuğunun düşmesine sebep olmuş, kendisi de akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefâtına sebep olarak bu hastalık zikredilir.4

* * *



Amr bin Âs, Halid bin Velid ve Osman bin Talha�nın Müslüman Olması

Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Peygamber Efendimizle Müslümanların, Hz. Zeyneb�in vefâtıyla Hicretin sekizinci senesine üzüntü ile girdiklerini söylemiştik. Ancak bu acı olayı, tatlı hâdiseler takib edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hadiseden hemen sonra, Arabın üç meşhur şahsiyeti olan siyaset dâhisi Amr bin Âs, harp dâhisi1 Hâlid bin Velid ve Osman bin Talha Medine�ye geldiler ve Hz. Resûlullahın peygamberliğini tasdik ederek İslâm dairesine girdiler.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr bin Âs Hicretin yedinci yılında Habeşistan�da, Habeş Necaşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Peygamberimiz adına Necaşîye bîat vermişti.2 Bu gelişi ise, Hz. Resûlullaha bizzat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.

Necaşînin telkini ile Müslüman olan Arabın siyâset dâhisi Amr bin Âs, Habeşistan�da bundan sonra fazla durmak istemiyor ve Resûl-i Ekreme bizzat bîat etmek üzere Medine yolunu tutuyordu.

Bu sırada Mekke�den yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Halid bin Velid ve Osman bin Talha. Kader bu üçünü Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.

Amr bin Âs, Hz. Hâlid bin Velid�e, �Ey Ebû Süleyman! Nereye ve ne için gidiyorsun?� diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.

Hz. Hâlid maksadını şöyle anlattı:

�Doğru yol artık apaçık belli oldu. Mesele aydınlığa kavuştu. Bu zât şüphesiz ki peygamberdir. Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım. Bundan sonra bekleyip durmam mânâsız. Zâten, aklı başında olanlardan İslâmiyete girmeyen pek kimse de kalmadı.�1

Amr bin Âs rahat bir nefes aldı. �Vallahi, ben de Muhammed�in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum,� diyerek aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine�ye vardılar.

Bir zamanlar �Bütün Kureyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olacağımı sanmam� diyen, Peygamberimizin en şiddetli düşmanlarından hattâ bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr bin Âs. Yine bir zamanlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olanca cesaret ve maharetiyle çarpışan, İslâm ordusunun Uhud�da mağlûbiyeti tatmasına sebep olan Hâlid bin Velid ve bir başka şahsiyet Osman bin Talha. Şimdi bütün kötü niyetlerini bir tarafa bırakarak, hattâ unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcubiyeti içinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı. Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekremin Müslümanlara söylediği şu idi:

�Mekke ciğerpârelerini kucağınıza attı.�2

Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslâmın kılıçla, tahakküm ve zorla, tehdit ve korkuyla yayılmadığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları mânen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar etmiş olduğunun açık ve seçik bir ifadesiydi bu kudsî manzara. Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiç bir korku, hiç bir tehdit ve hiç bir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimî bir arzu ile Hz. Resûlullahın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.

Gerçi zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir. Ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez.

En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte bunu İslâmiyet namına Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gerçekleştirmiştir.



Teker teker bîat

Önce Halid bin Velid, Peygamber Efendimize (a.s.m.) sadakat elini uzattı ve Müslüman olarak saadet dâiresine girme şerefine erişti.

Resûl-i Ekrem, böyle bir bahadırın İslâmla müşerref olup kendi safında yer almasından dolayı Allah�a hamd ve senâdan sonra Hz. Halid�e şöyle dedi:

�Ben, zaten senin akıllı biri olduğunu biliyordum. Bu akıllılığın seni er geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum.�1

Ancak, Hz. Hâlid, o anda huzurunda bulunduğu Hz. Resûlullaha karşı geçmişte yapmış olduklarından dolayı mahcup ve mahzundu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu. Yaptıklarının kalb ve ruhuna yüklediği ağır vebâl yükünü üzerinden atıp mânen hafiflik ve huzura kavuşturacak bir yol arıyordu. Server-i Kâinat Efendimize bu halini şöyle arzetti:

�Yâ Resûlallah! Sana karşı yapılmış olan harblerin hepsinde bulunduğumu biliyorsun. Benim bu husustaki vebal ve günahımın affı için Allah�a dua etsen.�

Resûl-i Ekrem, �Ey Halid! İslâmiyet kendisinden evvel işlenmiş olan bütün günahları siler, temizler,� deyip Hz. Halid�i mânen rahatlattı. Arkasından da şöyle duâ etti:

�Allah�ım, Hâlid�in, kullarını Senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün gayretleriden dolayı, yüklenmiş olduğu günahlarını affeyle.�1

O andan itibaren Hâlid, güç ve kuvvetini ve harp dehasını İslâm dininin yücelip yayılması, Hz. Resûlullahın muhafazası ve Müslümanların huzur içinde yaşayıp çoğalmaları için kullanacak ve bu uğurda gösterdiği kahramanlıklarından dolayı da Peygamber Efendimizden �Seyfullah� (Allah�ın kılıcı)� ünvanını almaya hak kazanacaktır.

Hz. Hâlid bin Velid�den sonra, Peygamber Efendimizle soyu dördüncü dedesi Kusay�da birleşen Osman bin Talha, Müslüman olduğunu ilân ederek Resûl-i Ekreme bîat etti.2



Amr bin Âs�ın bîatı

Müşriklere bir çok siyasî taktik verip öğreten ve Müslümanlara en çok eziyet eden Benî Sehm Kabilesine mensup Amr bin Âs da, mahcup ve o âna kadar yaptıklarının pişmanlığı içinde Peygamber Efendimizin huzurunda bulunuyordu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu.3

Kendi tâbiriyle Resûl-i Ekrem Efendimize geçmiş günahlarının ve İslâma karşı yaptıklarının affı şartı ile �şartlı bîat� etmek istiyordu.

Peygamber Efendimiz de, �Bîat et ey Amr� dedi ve ilâve etti:

�Şüphesiz İslâm, daha önce olmuş olanları siler, yok eder. Hicret de daha önce olanları siler, yok eder.�4

Bu sözler, mahcup mahcup duran Amr�ın gönlünü rahatlattı. Daha dün, Hz. Resûlullaha düşmanlıkta en şiddetliler arasında yer alan Amr; ruh, kalb, akıl ve bütün lâtifeleri iman nuruyla nurlandıktan sonra, �İnsanlardan hiç biri, bana Resûlullahtan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır�1 diyecektir.

Hz. Resûlullaha bîat ettikten sonra, Amr bin Âs (r.a.) Mekke�ye geri döndü.2

Resûl-i Ekrem ilerde göreceğimiz gibi Hz. Amr bin Âs�ı birçok askerî birliklerin başında vazifelendirecek ve Cenâb-ı Hak onun eliyle İslâma bir çok zaferler kazandıracaktır. En meşhur fethi de Mısır Fethi olacak; bu sebeple de �Mısır Fâtihi� diye anılacaktır. Şöyle demiştir: �Vallahi Müslüman oluşumuzdan beri mühim işlerde Resûlullah Aleyhisselâm, beni ve Hâlid bin Velid�i, Ashabının hiç birinden ayırmadı.3

* * *



Benî Mürre Seferi

Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan bin Harb komutasındaki on bin kişilik ordunun dört yüzünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi.1

Ayrıca, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hicretin yedinci yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir bin Sa�d kumandası altındaki otuz kişilik mücahidler birliğinin yirmi sekizini de şehid etmişlerdi.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib bin Abdullah�ı iki yüz kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.

Galib bin Abdullah, emrindeki mücahidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücahidlere bir hitabede bulundu. Özetle şöyle dedi:

�Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah Aleyhisselâm, �Benim kumandanıma itaat eden, bana itaat etmiş, ona saygısızlık eden de, bana itaatsızlık etmiş olur� buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsızlık etmiş olursunuz�3

Mücahidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoklarını öldürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Bir çok deve, sığır ve davarı da ganimet olarak ele geçirdiler.4

Hz. Üsâme bin Zeyd, Mirdas bin Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu kumandan Galip bin Abdullah�a gelerek şöyle anlattı:

�Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam �Lâ ilâhe illallah� dedi.�

Galip bin Abdullah, �Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?� diye sordu.

Hz. Üsâme, �Hayır,� dedi, �vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim.�

Mücahidler hep birden, �Vallahi,� dediler, �sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; �Lâ ilâhe illallah� diyen bir adamı öldürdün.�

Hz. Üsâme, yaptığına son derece üzüldü.

Galib bin Abdullah bundan sonra emrindeki mücahidlerle Medine�ye döndü.

Medine�ye gelince, Hz. Üsâme hadiseyi Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Kibriyâ hiddetle, �Ey Üsâme! Demek sen �Lâ ilâhe illallah� demiş olan bir adamı öldürdün ha!� buyurdu.

Hz. Üsâme mazeret beyan etti:

�Yâ Resûlallah! O, ancak silahtan korktuğu için �Lâ ilâhe illallah� demiştir.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu mazeret karşısında daha da hiddetlendi ve şöyle buyurdu:

�Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi, yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!� buyurdu.1

Hz. Resûlullahın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsâme der ki: �Resûlullah Aleyhisselâm, bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım, diye içimden temenni ettim.�1

Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsâme�nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalağa ile ifadesidir. Hz. Üsâme bu adamın kelime-i tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, �Fakat azabımızı görünce îmân etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermedi��2 meâlindeki âyetin zahiri ile istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz sadece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.

�Size İslâm selâmı veren kimseye, dünya hayatının gelip geçici nimet ve ganimetini arzu ederek, �Sen mü�min değilsin� demeyin�3 meâlindeki âyet-i kerime de bu hâdise üzerine nâzil olmuştu.4

* * *



Mü'te Muharebesi

Hicretin 8. yılı, Cemâziye�l-Evvel ayı. (Milâdî 629.) Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâma dâvet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâmı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) valisine de Ashabdan Hâris bin Umeyr el-Ezdî Hazretlerini nâme-i Humâyunla göndermişti. Busra o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırken Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans�a tâbi bulunuyorlardı.

Elçi Hâris Hazretleri, Dimaşk nâhiyelerinden Belka�a bağlı Mü�te köyüne varınca Bizans Kayzerinin Şam valilerinden olan Şürahbil bin Amrü�l-Gassanî�nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Hâris�in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.1

Elçisinin şehid edildiği haberini alan Resûl-i Zişân son derece müteessir oldu. Sahabe-i Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zirâ, o ana kadar Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.2 Hz. Hâris, Hz. Resûlullahın şehid edilen ilk ve son elçisidir.

Bu bakımdan bu vahşice cinâyet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdise idi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâma karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi devletler arasında carî, �Elçiye zevâl olmaz� temel prensibini de ihlâl etmişti.

Hâdiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti. 3000 mücahidden meydana gelen bu ordunun başına da kendi azadlısı olan Zeyd bin Hârise�yi tayin etti.

Resûl-i Ekrem, Zeyd bin Hârise�yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da şöyle buyurdu:

�Zeyd şehid olursa, yerine Câfer bin Ebî Talib geçsin! Câfer şehid olursa, yerine Abdullah bin Ravâha geçsin! Abdullah da şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasib birini kendilerine kumandan seçsin!�1

Feraset sahibi Müslümanlar bu ifadelerdeki ince mânayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, �Yâ Resûlallah, keşki sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak� derken, Hz. Resûlullah hiç bir cevap vermeyerek sustu.

Ya sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerini Hz. Resûlullahın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emr-i Peygamberiye ruh u canla itâat ettiler. Evet onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı. Ama bu ölüm normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik. Gönüllerinde yatan tek gaye, İ�lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdetti.

İşte onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi.

İslâm ordusunun Medine�den uğurlanışı

Üç bin kişilik İslâm ordusu bir vücud haline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz beyaz bir sancak bağlayıp komutan Hz. Zeyd�e verdi ve �Hâris bin Umeyr�in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâmı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ! Etmezlerse Allah�ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!�1 diye emretti.

Bu tavsiyeden bile, İslâm ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâmı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâla anlamak mümkündür.

Mücahidleri uğurlamaya Resûl-i Ekremle birlikte bir çok Müslüman da Seniyyetü�l-Veda�a (Veda� Yokuşuna) kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem burada durdu ve mücahidlere şu emir ve tavsiyelerde bulundu:

�Ben, size Allah�ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tasviye ederim.

�Allah yolunda Allah�ın ismiyle savaşınız!

�Ahde vefâsızlık göstermeyiniz!

�Küçük çocukları öldürmeyiniz!

�Kadınları, yaşlanmış pir-i fânileri katletmeyiniz!

�Ağaçları kesip yakmayınız!

�Evleri yıkmayınız!

�Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!�2 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd bin Hârise�ye de şunları emretti:

�Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine dâvet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma. Sonra onları Muhacirler yurdu olan Medine�ye hicrete dâvet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!

�Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanların göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün, kendileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!

�Eğer, Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye dâvet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma!

�Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah�ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!

�Eğer, muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah�ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah�ın hükmüne göre teslim alma! Fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah�ın, onlar hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin!

�Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah�ın ve Resûlunün emânını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına emân verme! Fakat kendi emânını, babanın emânını ve arkadaşlarının emânını ver. Çünkü, siz kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu emân sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz emân sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir.�1

Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz mücahidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, �Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin� diyerek duâ ettiler.

Medine�ye dönen Resûl-i Kibriyâ Efendimizi ise, Abdullah bin Ravâha (r.a.) şöyle selamladı:

�Geride kalan hurmalıkta kendisine vedâ ettiğim zâta; o, en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!�1

Artık, İslâm ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine�den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlemin bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullahın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sinesine süzülen bu mücahidler kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa Suriye hududunda bulunan reisliğini Şürahbil bin Amr�ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu.



Şürahbil�in hazırlanması

Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahidler uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.

Bu sırada Şürahbil�in kulağına İslâm ordusunun Medine�den hareket ettiği haberi ulaştı.

Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius�a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi�l-Kura�ya gelip konmuş bulunan İslâm ordusuna karşı da kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahidler, vuku bulan çatışmada komutan Sedus�u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil�in gözünü korkuttu.

İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm ordusu, Vadi�l-Kura�dan ayrılarak Şam topraklarından Maan�a gelip konakladılar. Mücahidler, burada korkunç bir haberle irkildiler:

�Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100.000 askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş.�

Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de Hz. Zeyd, mücahilerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:

�Resûlullah Aleyhisselâma mektup yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim, bize savaşacak er göndersin. Ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim.�1

O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah bir Ravâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusunu kahramanca şöyle cevaplandırdı:

�Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzu ile yola çıktığınız şehidliktir.

�Biz insanlarla, ne sayıca, ne silahca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah�ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.

�Gidiniz! Çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!�2

Mücahidler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah bin Ravâha�dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nûranî birer alev halini aldı ve �Vallahi Ravâha�nın oğlu doğru söylüyor� diyerek cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.



Hesaplaşmanın başlaması

Tarih, Hicretin sekizinci yılı, Cemâziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Mü�te meydanı idi.

Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu. Diğer tarafta, üç bin kişilik, hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm ordusu. Birincisinde her şey var, bir tek şey yok. İkincisinde ise düşmana nisbetle hiç bir şey yok, sadece bir tek şey var: İman. Uğrunda her şeylerini fedâ etmek duygusuyla harekete geçen dinlerinin sahibi Allah�a iman ve Onun yardımına olan itimad.

Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil�i de tekdir etti.

Ne var ki, Kayser iki şeyi birbirine karıştıyordu: Görünüş ve hakikatı. Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu göz kamaştırıcı bir haşmete sahipti. Ama hakikatta bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü. Ama hakikatta bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmânın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.

İki taraf artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak mânâsızdı.

İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd bin Hârise, Resûl-i Kibriyânın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma şimşek çakışları sür�atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.



Hz. Zeyd�in şehâdeti

Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve fedâ etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.1

Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd�in şehid olduğunu gören Hz. Resûlullahın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yani kumandan Hz. Câfer, bir ok sür�atinde sıçrayarak o mübârek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.2 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd�in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış olsun� Kuvvetliymiş, ne çıkar? Yiğit her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun, ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeleri kazanmak az şey mi?



Hz. Câfer de şehid düştü

Kumandan Hz. Câfer gibi, her mücahid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kudsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olurlarsa, hem maddî, hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar, mağlup olup şehid olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telaşları, endişe ve tereddütleri yoktu.

Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddid gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.

Ne var ki, Hz. Câfer�in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hâin bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ�lâ-yı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği, İslâmın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübârek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kolları ile ona sarıldı.1 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük bir ideal, bu ne kudsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Câfer (r.a.) bizzat yaşıyordu.

Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Câfer�i de, Hz. Zeyd�in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.2 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında doksandan ziyâde mızrak, ok ve kılıç yarası görmüşlerdi.3



Sancak Abdullah bin Revahâ�nın omuzunda

Kumandanlık sırası Abdullah bin Ravâha Hazretlerine gelmişti.

Atının üzerinde, ak sancak omuzunda düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis bu vaziyette iken bile onu vesveseye ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiç bir zaman yanından ayrılmayan nefsi.

Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:

�Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden razı olursun, ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!

�Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden �İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn� diyen ağlamaklı sesler yükseliyor.

�Anladığım kadarıyla, sen pek Cennetten hoşlanmamış görünüyorsun.

�Yıllardır, hâlâ itmi�nana ermemişsin.

�Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen, sanki hiç ölmeyecek misin?

�İşte ölüm gelip çattı! Arzu etmediğin halde.

�Eğer, o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli kararı vermiş olursun! Eğer, gecikirsen, bedbaht olursun.�1

Nefsini mağlûp eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi, parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı kopardıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına doğru bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.

Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek bir lokma dahi almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu. Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, �Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün� diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.1

Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı makamların en yücesi olan şehidlik makamına erişti.2



İslâm ordusunun dağılması

Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm ordusu düşman karşısında dağıldı. Mücahidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada bir kaç mücahid şehid oldu.

Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullahın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah bin Ravâha şehid olunca, Ebû�l-Yeser Ka�b bin Umeyr eline alarak, mücahidlerden Sâbit bin Akrem�e vermişti. Bu Sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplamaya çağırmıştı. Mücahidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez etrafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan Sahabî Sâbit bin Akrem, toplananlara şöyle seslendi:

�Ey mücahidler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!�

Mücahidler, �Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız�3 dediler.

Ne var ki, Sâbit Hazretlerinin gözü bir başkasındaydı. Orduya, İslâmdaki sadakât ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid bin Velid�di bu. �Ben bu işi yapamam� diyen Sâbit bin Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid�e, �Ey Ebû Süleyman! Gelip alsana şu sancağı� diye seslendi.

Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:

�Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun.�1

Evet, Hz. Hâlid�in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit bin Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid�e tekrarladı.

�Al Resûlullahın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin.�

Sonra da, Hz. Halid�in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, �Hâlid�i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?�2 diye seslendi.

Gözlerini bu kahraman Sahabînin üzerinden ayırmayan mücahidler, hep bir ağızdan, �Evet� dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullahın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlayarak, yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık İslâm ordusunun kumandanı Hz. Hâlid�di.

Bütün bunlar olup biterken, Peygamber Efendimiz, harbe iştirak etmeyen Ashabıyla birlikte Medine�de bulunuyordu. Medine neresi, Mü�te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûl-i Kibriyâ için kısaldı ve âdeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşcasına çarpışmanın safahatını Ashabına teessür içinde teker teker anlattı:

�Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah�tan af dileyiniz!

�Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah�tan af dileyiniz.

�Sonra sancağı Abdullah bin Ravâha aldı. O da şehid oldu. Bu kardeşiniz için de Allah�tan af dileyiniz.�1

Sonra da mübârek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:

�Abdullah bir Ravâha�dan sonra, sancağı Allah�ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı. Allah�ım! Sen ona yardım et!�2

Bu durum Cenâb-ı Hakkın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir.



Kumandan Hâlid bin Velid

Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini yayından kopmuş oklar halinde mücahidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da bir çok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.

O zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi. Sabahleyin herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı. Akşam olunca da yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.

Hz. Hâlid kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Halid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında da, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mâhirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, bir takım plân ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.

Gün doğuşuyla birlikte İslâm ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: �Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmişti. Baksanıza şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.�1

Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli ve ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında ise bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor ve birbirlerine, �Ne yapacağız?� der gibi mânâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.

Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.1

Düşman birlikleri ise karşılarında yeni simâlar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zannına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.

Kahraman ve maharetli Hz. Halid bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücahidlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişcesine şiddetli hücuma geçen mücahidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ�lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu çareyi kaçmakta buldu. Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.

Allah�ın, Müslümaları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid�in elinde tam yedi kılıç parçalandı.2 Yedi kılıç parçalanırken, kimbilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!

Mücahidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, yüce Allah�a hamdetti. Onun hamdine mücahidler de kendilerine umulmadık bir fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.

Hz. Hâlid�in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahidler, kendilerinin aşağı yukarı 40-50 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâmın izzetini, şerefini, şanını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı. Belki de sevindi.

Böylece Hz. Hâlid�in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücahidi düşman diyardan tereyağından kıl çekercesine geri çekilerek yok olmaktan kurtulmuştu.

Bu, Yüce Allah�ın gerçekten bir lütfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm ordusu sadece 15 kadar şehit vermişti.1



Medine�ye dönüş

Hz. Halid, Allah�ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine�ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.

Mücahidler Medine�ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya�lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine�ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ, �İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım� buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya�lâ şöyle dedi:

�Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah�a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın.�2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise, �Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm�3 buyurdu.

Hz. Câfer�in Mü�te�de şehid olduğu gündü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer�in evine gitti.

Hz. Câfer�in hanımı Esmâ bint-i Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), �Ey Esmâ, Câfer�in oğulları nerede?� diye sordu.

Hz. Esmâ�nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.

İşte o anda Hz. Esmâ�nın yüreği dağlanır gibi oldu. �Yâ Resûlallah,� dedi, �anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?�1

Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi, �Evet onlar bugün şehid oldular!�2

Hz. Esmâ�nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:

�Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!�3

Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine, �Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz� buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Câfer�in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi.

İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.

Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer�in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona �Câfer-i Tayyar� denilmiştir.2

Henüz İslâm ordusu Mü�te�den Medine�ye dönmemişti.

Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.

Sa�d bin Ubâde Hazretleri, �Yâ Resûlallah! Nedir bu?� diye sordu.

Efendimiz şöyle izah etti, �Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.�3



İslâm ordusunun karşılanışı

Oldukça sıcak bir gündü. Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil �Seyfullahi�s-Sarim� (Allah�ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine�ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.

Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama, �Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım� buyurdu.

Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine�yi tamamen boşalttılar.

Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara �Hoşgeldiniz� demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer�in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.

Medine�nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.

Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi. �Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!�1

Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:

�Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!�2

Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.

* * *



Zâtü's-Selâsil Seferi

Hicretin 8. senesi, Cemâziyelâhir ayı. (Milâdî 629.) Bazı Arap kabileleri Mü�te Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine�ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kudaa, Beliy, Cüzzâm, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.1

Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr bin Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve �Ey Amr, silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini giy ve hemen yanıma gel! buyurdular. Amr hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, �Ey Amr,� dedi, �seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum.�

Hz. Amr, �Yâ Resûlallah, ben zengin olayım diye Müslüman olmadım. Hiç bir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum� diye karşılık verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır�2 buyurdu.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr�ı (r.a.) tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr�ın Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Baba annesi Beliy Kabilesindendi. Amr�ı göndermekle onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu.

Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâma dâvet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.

Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensardan müteşekkil 300 mücahidle Medine�den yola çıktı. Müşrik kabilelerinin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine Ashabdan Rafi� bin Mekîs�i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine�ye gelen bu Sahabî durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensar ve Muhacirin ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Amr bin As�la buluşup hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmemelerini de Hz. Ebû Ubeyde�ye sıkı sıkıya tenbih etti.1

Takviye birliği sür�atle yol alarak Hz. Amr�ın yardımına yetişti.

Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, �Sizin de kumandanınız benim! Çünkü, Resûlullaha haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim� dedi.

Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri kendi birliğine kumandanlık etmek istedi, �Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım. Sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!�2 karşılığını verdi.

Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.

Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullahın tenbihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi ve şöyle dedi:

�Ey Amr! Resûlullah Aleyhisselâmın, Medine�den ayrılırken en son sözü, �Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz� emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim.�1

Böylece başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr bin Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahidlere o kıldırmaya başladı.2

Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sertti. Mücahidler ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de kumandan Hz. Amr, buna katiyetle müsaade etmedi. Bu durum, Ashabın itirazına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince Hz. Amr bin Âs, �Sen beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?� diye sordu. Hz. Ebû Bekir, �Evet� dedi.

Bunun üzerine Hz. Amr, �O halde, neye emrolunduysan onu yap�3 dedi.

Hz. Ömer bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr�a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve şöyle dedi:

�Bırak onu, istediğini yapsın. Resûlullah Aleyhisselâm, onu ancak harpteki mahareti dolayısıyla başımıza kumandan tayin etti. Mademki o, şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz.�4

Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.

Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiç bir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti. Fakat, yakılmadığı takdirde düşman mücahidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti. Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi. Ancak onlar da bir müddet sonra mücahidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.1 Harp sanatını iyi bilen komutan Amr (r.a.) kaçanları, mücahidlere bir pusu kurulmuş olabilir ihtimâlini göz önüne alarak takibden vazgeçti. İslâm ordusu gayesine ulaşmış olmanın huzuru içinde Medine�ye döndü.



Amr bin Âs�ın Peygamberimize suali

Mücahidlerle Medine�ye dönen kumandan Amr bin Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.), beni askerî birliğin başında Zâtü�s-Selâsil�e göndermişti.

�Askeri birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu. Resûlullahın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer�in başına kumandan tayin ederek göndermezdi� diye içime doğdu.

�Hemen Resûlullahın yanına gidip �Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi kimdir?� diye sordum.

��Âişe�dir,� buyurdu.

��Erkeklerden kimdir?� diye sordum.

��Âişe�nin babasıdır� buyurdu.

��Ondan sonra kimdir?� diye sordum.

��Ondan sonra Ömer�dir,� buyurdu.

�Bir takım daha erkeklerin isimlerini saydı.

�Kendi kendime, �Artık bu sorumu tekrarlamayayım� dedim. Ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum.�1

Hakikat-i halde, Amr bin Âs Hazretleri, Ashâb-ı Kirâmın büyüklerindendi. Fakat, o vakit Sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zatlar ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabakalar vardı. İşte bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.

* * *



Sifü�l-Bahr Seferi

Hicretin 8. senesi, Receb ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ebû Ubeyde bin Cerrah�ı Muhacir ve Ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.1 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te�dip edip gereken dersi vermekti. Mücahidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.

Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeğe kalkan mücahidler nihâyet Sifü�l-Bahr�e (Deniz Sahili) vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada Rezzak-ı Zülcelâl, denizden dalgalarla kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.2 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler.

Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahidler Medine�ye döndüler.

Mücahidler, Peygamber Efendimize (a.s.m.), deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �O, Allah�ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır� buyurdu ve ilâve etti:

�Yanınızda, o balığın etinden başka bir şey varsa, bize de yedirseniz!�

Mücahidlerin bir kısmı yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de (a.s.m.) bir parça verdiler. Peygamber Efendimiz de ondan yedi.3
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Mekke'nin Fethi

Mekke�nin Fethi


Hicretin 8. senesi, Ramazan ayı, Cuma günü. (Milâdî, Ocak 630.) Mekke, yeryüzünde Tevhidin timsali ilk Mâbed olan Kâbe�nin bulunduğu şehir. O Kâbe ki, �� Çok mübarek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yolu gösteren Kâbe�dir.�1 Mübârekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhînin mücessem bir delili olmasından ileri gelmekte. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sabit kalmıştı. Ebü�l-Enbiyâ (Peygamberlerin Babası) lâkabıyla anılan Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, bu temel üzerine Allah�ın emir buyurmasıyla Kâbe�yi yeniden inşâ etmişler ve Kâbe �Tevhid� inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.

Ancak, yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binâsı hâlâ Tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Binâ ediliş gayesinin tam aksine içi putlarla dolu duruyordu.

Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikâp ediyorlardı.

Gayretullaha dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim�in ruhaniyetlerini rencide eden, bütün Müslümanların da kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübârek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke�nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu.

Hz. Fâhr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.

Uzun zamanlar imkânlar ve şartlar buna el vermemişti. Çünkü, Müslümanlar henüz az ve zâif bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik Medine�nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.

Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslâmın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu. Aksi takdirde bu yoldaki bir teşebbüs sonuçsuz kalabilirdi.

Bir işe teşebbüste zaman ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gâyesinin tahakkuku için Cenâb-ı Hakkın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.

Hicretin sekizinci yılında, İslâm, olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâmın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tâbiiyet altına alınmış, diğer taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın kos kocaman Bizans İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı verilmişti.

Bütün bunlar, İslâmın ve Müslümanların önüne geçilmesi imkânsız büyük kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.

Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenâb-ı Hak ihsan etmişti.

Ancak, ortada bir mâni vardı. O da müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre Müslümanlarla müşrikler on sene birbirleriyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.

Ahde vefâda zirve noktasında bulunan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kudsî gayesi için de olsa, ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.

Zahirî sebep

Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.

Çok geçmeden, Cenâb-ı Hak bir sebep yarattı. Hudeybiye Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş�in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.1 Bu haktan istifade ile muâhede yapıldığı sırada Huzâa Kabilesi Hz. Resûlullahın ahd ve emânına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabilesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.2

Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. İhtimâl bu düşmanlık neticesidir ki, eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalip ile anlaşmalı ve müttefik bulunan Huzâalılar Hz. Resûl-i Ekremin safında yer alınca Benî Bekirler de müşriklerin himâyesine girmişlerdi.

Nübüvvet nurunun Mekke�de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sayesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhuna kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.



Benî Bekirlerin Huzâalılara saldırması

Bir gün Benî Bekir Kabilesinden biri bir şiirle Hz. Resûlullahı hicv ve tahkire yeltenir. Huzâalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları bunu Huzâalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.1 Kureyş müşriklerinden de yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz Vetir denilen suyun başında ikâmet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Anlaşması gereğince emin bulunan Huzâalıların üzerine ansızın saldırırlar. Hazırlıklı bulunmayan Huzâalıları tâ Mekke�nin içine kadar kovalarlar. Harem�de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede çarpışma Huzâalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur.2

Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlilere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden bir çokları da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat, bunu Peygamber Efendimizden korkarak gizli yapmışlardı.3 Ancak Huzâalılar bunları tanımışlardı.

Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı. Fakat, bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hattâ korkuyorlardı.

Aradan sadece üç gün geçmişti.

Huzâalı Amr bin Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişi ile Medine�ye gelerek durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım talebinde bulundu.4

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzâalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri va�di ile yurtlarına tekrar geri gönderdi.5

Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlilere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti.

Ve Allah, bu hadiseyi Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâbe-i Muazzamada tekrar Tevhid bayrağının dalgalanmasına zahirî sebeb kıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:

�Ya Huzâalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz! Yahut Benî Bekir Kabilesi ile olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuz ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz.�1

Kibirden bir heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece muâhedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle teyid etmiş oldular. Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe îmândan mahrum kalblerini bir korku sardı. Hz. Resûlullahın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan�ı Medine�ye gönderdiler. �Git muâhedeyi yenile, mütareke müddetini de uzat� dediler.2



Ebû Süfyan Medine�de

Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Anlaşmasının yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. Ancak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), daha henüz Ebû Süfyan Medine�ye gelmeden Ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:

�Ebû Süfyan Hudeybiye Anlaşmasını takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için yanımıza gelmek üzeredir. Fakat bu arzusuna nâil olamadan öfke ile geri dönecektir.�1

Ebû Süfyan Medine�ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkmadan önce Ezvâc-ı Tahirattan kızı Hz. Ümmü Habîbe�nin evine gitti.

Baba, henüz îmân etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ekremin pâk zevcesi. Ebû Süfyan, Hz. Resûlullahın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habîbe buna müsaade etmedi.

Ebû Süfyan, �Kızım� dedi, �anlayamadım, sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?�

Hz. Ümmü Habîbe, �Bu, Resûlullahın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içindesin? Senin gibi birisinin Resûlullahın minderine oturmasına gönlüm asla razı olmaz�2 diye cevap verdi.

Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti her hatır ve muhabbetin üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırı ile değiştirilemez. Onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir ve emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.

Ebû Süfyan kerimesinin bu hareketi üzerine, �Vallahi kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra çok değişmişsin. Sana kötülük gelmiş� diyerek kızgınlığını ifâde etti.

�Hz. Ümmü Habîbe, �Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti nasib kıldı. Sen ise, işitmez görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun� dedikten sonra şunları ilâve etti:

�Babacığım! Senin gibi Kureyşlilerin büyüğü, ulusu bir kimse nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?�

Ebû Süfyan�ın kızgınlığı daha da arttı, �Yazıklar olsun sana!� dedi, �Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini bırakıp, Muhammed�in dinine gireceğim, öyle mi?�

Sonra da, Hz. Ümmü Habîbe�nin yanından son derece öfkeli bir şekilde ayrıldı.1



Ebû Süfyan�ın Peygamberimize müracaatı

Kerimesi Hz. Ümmü Habîbe�nin yanından öfkeli olarak ayrılan Ebû Süfyan, doğruca, Hz. Resûlullahın yanına vardı, �Ey Muhammed!� dedi. �Hudeybiye Muâhedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!�

Peygamber Efendimiz, �Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?� diye sordu.

Ebû Süfyan, �Evet, bunun için geldim.�

Resûl-i Ekrem, �Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz. Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?� diye sordu.

Ebû Süfyan bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve �Allah korusun! Öyle birşey yapmadık. Ama biz, her şeye rağmen muâhedenin yenilenmesini istiyoruz� diye hiçbir şey olmamış gibi konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine bir cevap vermeden sustu.2

Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.

Hz. Resûlullahtan herhangi bir cevap alamayınca gidip Hz. Ebû Bekir�e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.

Hz. Ebû Bekir, �Bu, benim değil, Resûlullahın bileceği, ona ait bir iştir. Ben, buna asla karışamam� diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, �Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bildir� dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullaha sadakâtını bir kere daha belgeledi:

�Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın himâyesinde bulunanlardır�1 dedi.

Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer�e başvurdu, �Muâhedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul� dedi.

Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle tanınan Hz. Ömer, öfkeyle, �Demek, siz muâhedeyi bozdunuz, öyle mi?� dedikten sonra ilâve etti:

�Eğer, ondan geride birşey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullahtan şefaat dilemeyeceğim. Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka birşey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım.�2

Kendi kendine �Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim� diye mırıldanıp Hz. Ömer�in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman�ın yanına gitti:

�Ey Osman,� dedi, �bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü arkadaşın seni hiçbir zaman reddetmez.�

Hz. Osman, �Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın (a.s.m.) himâyesinde bulunanlardır�1 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifâde etti.

Ebû Süfyan�ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek için Hz. Ali�ye gitti:

�Benim en yakın akrabamsın. Bu akrabalık hakkı için, gidip Resûlullaha bu muâhede işinin yenilenmesi ve müddetin uzatılması için şefaatçı ol,� dedi.

Hz. Ali�nin cevabı diğer Ashab-ı Kiramınkinden farklı olmadı:

�Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!� dedi, �Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm bir işte karar verdi mi, onu mutlaka yapar.

�Bu Resûlullahı ilgilendiren bir iştir. Ben onun hakkında asla bir hüküm veremem.�2

Bunun üzerine Ebû Süfyan yalvarır bir edâ ile, �Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver� dedi.

Hz. Ali, �Vallahi, ben senin için bu hususta faydalı olacak birşey bilmiyorum. Ama, sen Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için himâyene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!� dedi.

Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı:

�Evet, sen doğru söyledin. Ben bunu yapmalıyım� diyerek Hz. Ali�nin yanından ayrılıp Mescid-i Nebevîye vardı.3

Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkindi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu.

Mescid-i Nebevîde ayakta dikildi ve �Ey insanlar! Ben iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım, haberiniz olsun� dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti:

�Muhammed�in, bu taahhüdümde bana vefâsızlık edeceğini hiç sanmıyorum.�

Sonra tereddütler içinde bocalar bir bitkinlik ile Efendimizin yanına vardı, �Yâ Muhammed,� dedi, �zannetmem ki, bu himâye sözümü reddedesin!�

Peygamber Efendimiz, �Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil� buyurdu.1

Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke�nin yolunu tuttu.2



Ebû Süfyan Mekke�de

Mekke�ye varan Ebû Süfyan�a Kureyşliler, �Neler yaptın, anlat bakalım?� dediler.

Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.

Kureyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kesin kararını vermişti: Sefere çıkılacak. Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini; son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbir idi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebnî olarak başvuruyordu. Çünkü, o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikatı tebliğe memurdu, insanları imhâya değil! Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoklarının gönlü İslâma kayabilirdi. Böylece de îmân nimetini elde etmiş olabilirlerdi. O halde düşmanı tamamen imhâ etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.

Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hz. Âişe Vâlidemize sadece, �Yol hazırlığımı yap!� demekle yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde, Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü, Mekke-i Mükerreme gibi mübârek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryünüzün en şerefli ve faziletli binâsını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duâsı da bu niyetinin açık ifâdesiydi:

�Allah�ım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!�1

Hattâ Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafı ile meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de Ebû Katade Hazretlerini askerî bir birlik ile İzam Vadisi tarafına gönderdi.2 Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi, herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.

İşte bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kısım Ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmalarını emir buyurdu.3

O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, �Allah�a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine�de hazır bulunsun� diye haber gönderdi.4



Medine�den hareket

Ramazan ayının ilk günleri idi. Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahid Medine�de hazır bekliyordu.1 Bunların yedi yüzü Muhacirlerdendi. Beraberlerinde üç yüz atlı vardı. Ensarın mevcudu ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine�de, yerine Ebû Rühm Külsüm bin Husayn�ı vekil bıraktı.2

Bu haliyle İslâm ordusu hareket için Hz. Resûlullahın emrini bekliyordu.

İslâm ordusu harekete hazır bekliyordu.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hz. Mikdad bin Esved�e şu emri verdi:

�Sür�atle gidiniz! Hah bahçesine vardığınızda, yanında mektup bulunan hayvan üzerinde bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getirin!�3

Üç Sahabî, bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, son sür�at yol alıp Hah bahçesine vararak orada kadını buldular.

Kadına, �Yanındaki mektup nerede?� diye sordular.

Kadın, �Benim yanımda mektup filan yok� diye cevap verdi.

Bunun üzerine kadının devesini çöktürdüler. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar. Fakat mektup namına bir şey bulamadılar.

Bunun üzerine Hz. Ali kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, �Allah�a yemin ederim ki� dedi, �Resûlullah hiçbir zaman hilaf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın, ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü başını arar, elbiseni çıkartırız.�

Kadın, �Siz Müslüman değil misiniz?� dedi.

Mücahidler, �Evet, Müslümanız, ama Resûlullah bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi� diye konuştular.

Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahidlere, �Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz� dedi.

Sahabîler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali�ye uzattı.1

Vazifeli Sahabîler, mektubu alıp Hz. Resûlullaha getirdiler.

Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, Bedir Ashabından Hatıb bin Ebî Beltaa tarafından müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı.2

Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb�ı huzuruna çağırdı.

Hz. Hatıb gelince mektup kendisine okundu. Resûl-i Ekrem, �Bu mektubu tanıdın mı?� diye sordu.

�Evet, tanıdım� dedi.

�Bunu sen mi yazdın?�

Hatıp inkâr etmedi, �Evet, ben yazdım� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Bunu ne için yaptın?� diye sordu.

Hz. Hatıp izah etti:

�Yâ Resûlallah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke�de âilem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok.

�Ben, bunu Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında bırakayım da âilemi korusunlar diye yaptım. Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah ve Resûlüne olan îmânımda sabitim.�1

Peygamber Efendimiz, �Doğru söyledin� buyurdu. Sonra Ashabına dönerek, �O, size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka birşey söylemeyiniz� dedi.2

Kendisini zaptedemeyen Hz. Ömer, �Bırak, yâ Resûlallah, şu münafığın boynunu vurayım� dedi.

Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve şöyle buyurdu:

�O Bedir Muharebesinde bulunmuştur. Ne bilirsin, belki Allah, Bedir Harbine katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, �Siz istediğinizi yapınız, ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacib olmuş, siz de Cennete girmeye hak kazanmışsınız� buyurmuştur.�

Manzara karşısında Hz. Ömer�in gözleri doldu, �Allah ve Resûlü herşeyi daha iyi bilir� dedi.3

Bu hadise üzerine Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü�minleri ikaz etti:

�Ey îmân edenler! Bana ve size düşman olanları dost edinmeyin. Siz onlara muhabbet gösterip sırlarınızı ulaştırıyorsunuz; halbuki onlar size gelen hakkı inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah�a îmân ettiğiniz için Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızâmı aramak için çıkmışsanız, nasıl onlara muhabbet gösterip de sır verirsiniz? Ben ise sizin gizlediğinizi de bilirim, açığa vurduğunuzu da. İçinizden kim bunu yaparsa düm düz yolun ortasında şaşırmış olur.�4

İslâm ordusu fetih yolunda

Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tek kalb gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslâm ordusuna hareket emri verdi.

Medine�den çıkış Ramazan�ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahidler oruçlu idiler.1

Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak, fazlasıyla yorucu ve zahmetliydi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabele ile de karşı karşıya kalabilirlerdi. Halbuki, harpte güç, kuvvet lâzımdı. Oruç, mücahidleri bir noktada takatsız hâle getiriyordu. Ancak kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu sebeple Hz. Resûlullahın ne yapacağını bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?

İslâm ordusu Kudeyd mevkiine gelince Peygamber Efendimiz ikindi namazından sonra orucunu açtı ve Ashabına da açmalarını emretti.2

Bu arada sekiz kişilik bir birlik ile Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslâm ordusuna iltihak etti.

Yine bu sırada Mekke�den gelen Hz. Abbas âilesiyle Cuhfe mevkiinde İslâm ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz kendisinin kalmasını ağırlıklarını ise Medine�ye göndermesini emretti. Sonra, �Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun� buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından bir an bile olsun ayrılmadı.



Yolda Müslüman olanlar

Hz. Resûlullah kumandasındaki İslâm ordusu bütün ihtişâmıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullahın huzurunda İslâmla şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan bin Hâris ile Abdullah bin Ebî Ümeyye idi.1

Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifâde ederek onlardan yüz çevirdi. Zira, bunlar kendisiyle peygamberliğinden önce gayet samimi iken, risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi. Kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan bin Hâris Peygamberimiz ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin akrabası olan Abdullah bin Ebî Ümeyye de ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.2

Ancak, bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi. Efendimize onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat, Resûl-i Ekrem Efendimiz yine, �Onların ikisi de bana lâzım değildir� diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.

Resûl-i Ekremin bu sözlerini duyan Ebû Süfyan bin Hâris, küçük oğlu Câfer�in elinden tutarak şöyle dedi:

�Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum.�

Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek gönlü bu sözlere dayanamadı. Onları huzuruna dâvet ederek affetti. Böylece onlar da İslâmiyetle şereflendiler.3

Ordunun savaş düzenine girişi

Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu. Sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hz. Sa�d bin Ebî Vakkas. Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslâm ordusunda ayrıca Eşca�ların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cuheynelerin, üçü Ka�boğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.1

Bundan sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Merruzzahrân�da konakladı.2

Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece başarıyla sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.

Merruzzahrân Vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzerlerine gelişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yakmalarını emir buyurdu.3

Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke�ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet. Aralarından göç etmeye mecbur bıraktıkları kâinatın manevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu. Ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak değildi. Bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesine inkişâf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek istedikleri nur nasıl böylesine kısa bir zamanda kendilerini sönük bir durumda bırakan bir azamet peyda etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

İşte Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muazzam manzara ile işin farkına vardı ve Mekke�nin çepeçevre kuşatıldığını anladılar.

İslâm ordusu henüz Merruzzahrân�dan ayrılmamıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı Sahabîlere emretti ve �Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim. Çünkü, en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır�1 buyurdu.

Sahabîler merakla, �Yâ Resûlallah! Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?� diye sordular.

Resûl-i Ekrem, �Her peygamber muhakkak koyun gütmüştür. Ben de Ecyad�da [Mekke�de bir mevki] ev halkımın [Ebû Tâlib�in] koyunlarını otlatırdım�2 diye cevap verdi.3



Ebû Süfyan Peygamberimizin huzurunda

Bu arada son derece korkup telaşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan�la birkaç kişiyi durumu öğrenmek üzere vazifelendirdiler.4

Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke�den çıktılar. İslâm ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücahidler tarafından yakalandılar. O esnâda Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücahidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.

Hz. Abbas, Ebû Süfyan�ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de eli kılıcının kabzasında Huzur-u Saadete girdi ve şu teklifi yaptı:

�Yâ Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan�ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım.�

Hz. Abbas müdahale etti:

�Yâ Resûlallah! Ben, ona emân vermiş bulunuyorum!�

Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi. Aynı teklifini tekrarlayıp durdu.

Hz. Abbas, �Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy bin Ka�boğullarından (Hz. Ömer kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin� deyince, Hz. Ömer bütün celâletiyle �Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün, Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Zira, biliyorum ki, Resûlullah da, babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi�1 diye cevap verdi.

Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, �Ey Abbas! Ebû Süfyan�ı konak yerine götür! Sabahleyin yanıma getir� sözleriyle sona erdirdi.2



Ebû Süfyan�ın İslâmla şereflenmesi

Hz. Abbas, Ebû Süfyan�ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına getirdi. Resûl-i Ekrem, �Ey Ebû Süfyan! Henüz �Lâ ilâhe İllallah� diyeceğin vakit gelmedi mi?� diye sordu.

Ebû Süfyan zavallıca bir cevap verdi:

�İyi ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzza�dan nasıl vazgeçeyim?�

Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan�ın bu sözlerini duyunca hiddetle, �Duâ et ki, çadırın içindesin. Dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin� diye konuştu.

Ebû Süfyan, �Yâ Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra ey Hattab�ın oğlu, ben sana gelmiş değilim. Amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım� dedi.

Peygamber Efendimize hitaben de şöyle dedi:

�Babam, anam sana fedâ olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede senden daha üstünü yoktur.�

Sonra bir müddet düşündü durdu. Bu düşünce onu bir nebze olsun hakka yakınlaştırdı. Şu itirafı yapmaktan kendini alamadı:

�Vallahi, sanırım ki, Allah�tan başka ilâh olmasa gerek. Çünkü, Allah�la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı.�1

Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden onun �Lâ ilâhe illallah� gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu defa da, �Ey Ebû Süfyan �Muhammedün Resûlullah diyeceğin zaman daha gelmedi mi?� diye sordu.

Ebû Süfyan bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mânâsıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde.

�Yâ Muhammed,� dedi, �bunun için bana biraz müddet tanı. Zira, bundan dolayı zihnimde biraz şüphe var.�

Bu esnâda Hz. Abbas söze karıştı:

�Ey Ebû Süfyan,� dedi, �yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah�tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed�in Allah�ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!�

Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.2

Îmânının âcil mükâfatı

Hz. Abbas, Hz. Resûlullahtan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi.

�Yâ Resûlallah� dedi, �Ebû Süfyan üstün tanınmayı, övülüp sevilmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz.�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Olur� buyurdu ve ilâve etti:

�Kim, Ebû Süfyan�ın evine girerse emindir.�

Ebû Süfyan, �Evimin ne genişliği vardır ki?� diyerek Peygamber Efendimizden bu lütfunu genişletmesini istedi.

Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Kim Kâbe�ye girer, sığınırsa, o emindir!� buyurdu

Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi.

�Kâbe�nin ne genişliği vardır ki?� dedi.

O zaman Peygamber Efendimiz, �Kim, Mescid-i Harama girer, sığınırsa emindir� buyurdu.

Ebû Süfyan bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu:

�Mescid-i Haram�ın ne genişliği var ki?� diyerek buna da kanaat getirmedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu:

�Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa ona emân verilmiştir.�1

Ebû Süfyan�ın artık bu hususta taleb edecek birşeyi kalmamıştı, �İşte bu geniştir� diyerek memnuniyetini izhar etti.2



Ebû Süfyan�ın İslâm ordusunu seyredişi

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan�ın hemen çıkıp Mekke�ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine birşey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın.

Bunun için Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas�a şu emri verdi:

�Ey Abbas! Ebû Süfyan�ı vadinin daraldığı, atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün.�1

Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan�ı vadinin en dar, geçişe en hakim yerine götürdü.

Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas�a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan�ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan mücahidler karşısında kamaşıyordu.

Mekke�de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah�ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.

Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında Ebû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas�a, �Muhammed (a.s.m.) geçti mi?� diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.

Nihâyet, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ�nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa�d bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan�ın önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.

Ebû Süfyan merakla, �Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?� diye sordu.

Hz. Abbas, �Resûlullah ile Ensar ve Muhacirler� diye cevap verdi.1

Ebû Süfyan�ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini tutamayarak şöyle dedi:

�Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat.�

Hz. Abbas, �Bu saltanat değil, peygamberliktir� diyerek Ebû Süfyan�ın yanlışını düzeltti.

Ebû Süfyan da, �Evet, peygamberliktir�2 diyerek kanaatını düzeltti.

Ebû Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı.

�Ey Abbas! Ben şu âna kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim� dedi.

Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta bulunmak üzere Ebû Süfyan�ın Mekke�ye gitmesine müsaade edildi.1



Ebû Süfyan Mekke�de

Ebû Süfyan sür�atle Mekke�ye vardı. Müslüman olduğunu açıkladı. Sonra da, �Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selâmete eriniz� diye yüksek sesle hitap etti.2

Sonra da, �Kim, Ebû Süfyan�ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa o emindir! Kim, Mescid-i Harama girer sığınırsa, o emindir� diye olanca sesiyle bağırdı.3

Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan�a hakaret etti. Hattâ Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibileri, halkı Resûl-i Ekreme karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan�ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescid-i Harama sığındı.4



Mekke�ye giriş hazırlığı

İslâm ordusu Mekke�ye girmeden evvel, son defa Zî-Tuva Vadisinde toplandı. Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın sevinçleri etrafa dalga dalga yayılıyordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur vardı.

Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ�nın üzerindeydi. Kendisine bu mübârek ve muazzam günü gösteren Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu.

Tevazû ve mahviyetinden mübârek başını öne eğmişti. Öylesine ki, nerdeyse mübârek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.1 Bu haliyle önünde eğilinecek tek zâtın sadece kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Hak olduğunu bütün insanlığa ilân ediyordu. Aynı zamanda Ashabına da muvaffakiyeti verenin sadece Yüce Allah olduğunu, insanların ise, muvaffakiyetin sebeblerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu.



Peygamberimizin Mekke�ye girişi

Peygamber Efendimiz, Mekke�ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:

Sağ kol: Kumandan, �Seyfullah� ünvanının sahibi Hz. Hâlid bin Velid�di. Mekke�ye aşağı taraftan girecekti.

Sol kol: Kumandan, Hz. Zübeyr bin Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.

Üçüncü kol: Sa�d bin Ubâde kumandasında idi ve Ensar birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti.

Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde bin Cerrah kumanda ediyordu. O da Mekke�nin üst tarafından ilerleyecekti.2

Peygamber Efendimiz kumandanlara şu emri verdi:

�Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz! Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!�3

Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar görüldükleri yerde, Kâbe�nin altına iltica etmiş olsalar dahi öldürülüceklerdi. Onlar da şunlardı: İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin Sa�d bin Ebî Serh, Habbar bin Esved bin Muttalib, Hüveyris bin Nukayz, Mıkyes bin Subabe el-Leysî Abdullah Hilâl bin Hatal, Hind bint-i Utbe bin Rebia, şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.1

Bunlar, irtidad, İslâma ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl, Resûlullahı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlar işlemişlerdi.



Kollar Mekke�ye girerken

Takvim yaprağı, Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının on üçü Cuma gününü gösteriyordu. Gün henüz yeni ağarmıştı.

Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ�nın üzerindeydi. Mübârek başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omuzunun arasına salıvermişti. Bir haşmet ve vakar içinde mübârek Belde�ye giriyordu. Bir taraftan, Allah�ına kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı hamdediyor, minnet ve şükrünü arzediyor, diğer taraftan da fethi iki sene evvelinden haber verip müjdeleyen �Fetih Sûresi�ni okuyordu. Bu kendileri için, Ashabı için en mesûd, en sevinçli anlardan biriydi.

Dillerde acı söz yok, kalbleri fetheden tatlı tatlı sözler vardı. Simâlardan tebessümler damlıyordu. Mücahidlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin verdiği kendini kaybediş yoktu. Nefislerine, kalb, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.



Sa�d bin Ubâde�nin azledilmesi

Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayr-ı ihtiyarî kendisini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa�d bin Ubâde, ağzından, �Bugün büyük savaş günüdür. Kâbe�de vuruşmanın helâl olacağı gündür!�1 diye bir söz kaçırdı.

Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekreme bildirildi. Bu söz, Mekke�ye harpsiz, kan akıtılmaksızın girmek isteyişin mânâ ve ruhuna zıddı. Hemen sancağın Sa�d Hazretlerinden alınıp oğlu Kays�a verilmesini emir buyurdular.2



Hâlid bin Velid koluna taarruz

İslâm ordusu Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kaldırmadan edeb ve hürmet içinde Mekke�ye dalga dalga giriyordu.

Ancak bu arada, Hâlid bin Velîd Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir taarruz oldu. Taarruz İkrime bin Ebî Cehil, Safvan bin Ümeyye gibilerle, topladıkları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.3

Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. Ancak, müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücahidleri ok yağmuruna tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur kaldılar. Çarpışmada iki mücahid şehid düştü, müşriklerden ise 13 kişi öldürüldü. Durum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid huzura çağrıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücahidlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâlid�den öğrenince �Allah�ın hüküm ve takdir ettiğinde hayır vardır�4 buyurdular.

Bundan başka on bin kişilik muazzam İslâm ordusu Mekke�ye girerken hiç bir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silahlarını kullanmadılar.

Bu arada kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler, öldürüleceklerden bir kaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidad eden kimselerdi. Abdullah bin Hatal, Mıkyes bin Subabe bunların ikisi idi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürülen diğerleri ise Hâris bin Tuleytıla, Huveyris bin Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Peygamberimiz henüz Mekke�de iken kendilerine en ağır eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.

Peygamber Efendimiz, Mekke�ye girer girmez halka emân verdiğini ilân etti:

�Kim Ebû Süfyan�ın evine sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, elinden silahını bırakırsa ona emân verilmiştir. Kim, evine girer, kapısını kapatırsa ona da emân verilmiştir.�

Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süfyan�ın evine sığındı.



Peygamberimiz Kâbe-i Muazzamada

On bini aşkın İslâm ordusu Mekke�ye girmişti. Fakat Mekke sakin ve asûde bir gün yaşıyordu. Herkes emniyet içinde idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ�nın üzerinde, terkisinde Üsâme bin Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu olduğu halde Kâbe-i Muazzamaya doğru ilerliyordu. Dâvâsını ilâna başladığı ilk günden bu güne kadar ve bu muzafferiyet sonunda hiç bir değişiklik yoktu. Tek başına İslâm ve îmânı tebliğ ederken de mütevazi, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de. Bir kaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl alicenap, şefkatli, mütevazi ve afüvkâr idiyse, şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti.

İşte Efendimiz bu tevazû, mahviyet ve Allah�a minnet ve şükran hisleriyle dolu bir manzara içinde Hârem-i Şerife girdi. Müslümanlar da akın akın muazzam Mâbede doğru akıyorlardı. Resûl-i Kibriyâ tekbir getirince, Müslümanlar da hep bir ağızdan �Allahü Ekber!� diyerek Mekke ufuklarını bu kudsî sada ile çınlattılar. Bu ulvî sadaya, bu mübârek beldenin dağı, taşı �Allahü Ekber! Allahü Ekber!� diyerek karşılık veriyordu.

Kâbe�yi tavaf

Resûl-i Kibriyâ, binlerce Sahabî arasında devesi Kasvâ�nın üzerinde Kâbe�yi tavafa başladı. Peşini Ashab-ı Kiram takib etti. Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü�l-Esvede işâret ederek onu istilâm ediyordu.1

Tavafın yedinci devresinden sonra Kasvâ�dan indi. Makam-ı İbrahim�e varıp orada iki rekât namaz kıldı. Sonra da Zemzem Kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safâ Tepesine çıkışları takib etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah�a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.

Bu sırada Medineli Müslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, �Cenâb-ı Hak, Resûlüne yurdunun fethini nasib etti. Artık burada oturur kalırlar mı dersiniz� diyerek izhar ettiler.

Duâsını bitiren Fâhr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.

Onlar, �Bir şey yok yâ Resûlallah� dediler.

Sorusunu bir kaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiy ile Ensarın konuştukları haber verildi.

Bunun üzerine, �Ben sizin söylediğiniz şeyden Allah�a sığınırım! Bilin ki, benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir�2 buyurdular.

Bu hitap karşısında Ensar gözyaşları arasında Fahr-i Kâinatın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar:

�Vallahi� dediler, �biz bunları, Allah ve Resûlüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil.�1

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve Müslümanların Kâbe�yi tavaf ettikleri bir sıradaydı.

Ebû Süfyan da Mescid-i Haramın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve bir takım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her geçtikçe o, �Acaba bir asker toplasam, şu adamla (!) bir daha çarpışşam, ne olur?� diye içinden geçiriyordu.

Tam bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve �O zaman da yine Allah seni hâkir eder� buyurdu.

Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da Allah�a tevbe ve istiğfarda bulunarak, �Vallahi sen Resûlullahsın� dedi.2

Fadale bin Umeyr ise, Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle gözlüyordu. Bir ara bu niyete fazlasıyla yaklaşan Fadale�ye Resûl-i Ekrem âniden dönüp, �Sen Fadale misin?� diye sordu.

Fadale, şaşkınlık içinde, �Evet, Yâ Resûlallah� dedi.

Peygamberimiz, �İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?� dedi.

Fadale, �Hiçbir şey düşünmüyor, Allah�ı anmakla meşgul bulunuyordum� diye cevap verince Resûl-i Ekrem, �Allah�tan af ve mağfiret dile ey Fadale!� dedi. Sonra da elini Fadale�nin göğsüne koyarak onun için duâ etti.

Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kalbiyle birlikte îmânı da karar kıldı. Resûl-i Kibriyânın bir tek nuranî tebessümü düşmanlıkları dostluklara dönüşüyor, katı kalbleri balmumu gibi yumuşatıyordu.

Fadale, o ânı şöyle tasvir eder:

�Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili bir şey yoktu.�1



Putların yıkılışı

Kureyş müşrikleri, Kâbe�nin çevresine üç yüz altmış put dikmişlerdi. Bu putlar, kurşunla yerlerine perçinlenmiş bulunuyordu.2

Tebliğ ettiği Tevhid inancı ile akıl, ruh ve kalblerdeki putları yıkıp, binlerce insanı getirdiği nûrun etrafında pervane gibi döndüren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şimdi de Tevhid inancına uygun binâ edilmiş olan Kâbe�yi asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.

Elindeki asâ ile o putlara birer birer işâret ederek, �Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir�3 âyetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse, yüz üstüne düşerdi. Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiç bir put kalmadı.4



Kâbe�de ezan

Öğle namazı vakti girmişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe�nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı. Îmânlı gönüllerde bir sevinç, bir canlılık, îmânsız gönüllerde ise üzüntü ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gelmedik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe�nin üzerinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına Tevhdi ilân ediyordu. Onunla beraber âdeta dağ taş da �Tehvid-i İlâhî�yi kendilerine mahsus dillerle haykırıyorlardı.

Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû Süfyan, Attab bin Esid ve Hâris ibni Hişâm aralarında konuştular.

Attab, �Pederim Esid bahtiyar idi ki, bu günü görmedi!� dedi.

Hâris, �Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki, bunu müezzin yaptı� diye konuşarak Hz. Bilâl-i Habeşî�den tahkirle söz etti:

Ebû Süfyan ise ağzından tek kelime çıkarmadı. �Ben, korkarım, bir şey demiyeceğim. Kimse olmasa bile, şu ayağımızın altındaki kumlar ve taşlar ona haber verir, o da bilir,�1 dedi.

Gerçekten de az sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Hâris şehâdet getirip Müslüman oldular.2

Ebû Süfyan ise, �Yâ Resûlallah! İyi ki, ben bir şey söylemedim� dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdular.

Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin tesir bırakıyordu. Gönüllerini İslâma ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve Ashab-ı Kirama besledikleri kin ve adâvetlerinin erimesine sebep oluyordu.



Peygamberimizin Kâbe�ye girmesi

Resûl-i Ekrem, Osman bin Talhâ�ya haber göndererek Kâbe�nin anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısrarına rağmen Osman bin Talha anahtarı alıp getirdi.

Kâinatın Efendisi yanında Hz. Bilâl, Üsâme bin Zeyd ve Osman bin Talha (r.a.) olduğu halde Kâbe�ye girdi.1 İçerdeki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı. Ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini istedi.

Bir müddet Kâbe�nin içinde kaldıktan sonra, dışarı çıktı. O sırada hemen hemen bütün Mekke halkı Mescid-i Haramın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.

Acaba, Resûl-i Kibriyâ, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların Sahabîlerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?

Hayır, kâinatın vücud bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların hiç birini yapmadı.



Fetih hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzamanın kapısında durdu. Mübârek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah�a hamd ve senâdan sonra şu hutbeyi irad etti:

�Allah�tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Onun şeriki yoktur.

�O, va�dini yerine getirdi, kuluna yardım etti, aleyhinde toplanan düşmanları tek başına perişan etti.

�Bilmelisiniz ki, Cahiliyye Devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılagelinen her şey; kan, mâl dâvâları, bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.

�Bütün insanlar Âdem�den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır. Allah buyuruyor ki: �Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münâsebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Ondan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyden hakkıyla haberdardır.�� (Hucurat Sûresi, 13)1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu hitabesinden sonra, halka, �Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?� diye sordu.

Kureyşliler, �Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inarırız� dediler.

Bunun üzerine Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle konuştu:

�Benim halimle sizin haliniz, Yusuf�la (a.s.) kardeşlerinin hali gibidir.2

�Yusuf�un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de sizlere diyorum:

�Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.3 Gidiniz, sizler serbestsiniz!�4

Affedişlerin en makbulü, muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise, kötülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu. Çünkü, O, Cenâb-ı Haktan dersini şöyle almıştı:

�Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden de yüz çevir.�1



Fetihten sonra hicretin kaldırılması

Mekke�nin fethedildiği gündü.

Abdurrahman bin Safvan, babasını alıp Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi. �Yâ Resûlallah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir� dedi.

Peygamberimiz, �Mekke�nin fethinden sonra artık hicret kalkmıştır� buyurdu.

Ne var ki, Abdurrahman, babasının muhacir vasfının manevî mükâfatından nasibdar olmasını istiyordu. Bunun için gidip Peygamber Efendimizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas�a başvurdu. Bu hususta şefaatçı olmasını istedi.

Abdurrahman�ın ricasını kabul eden Hz. Abbas, �Yâ Resûlallah! Sen benimle filân arasındaki dostluğu biliyorsun, babasını hicret bîatı yapmak üzere size getirmiş, kabul buyurmamışsınız� dedi.

Arabistan müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık fethedilmişti. İslâmiyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz �hicret müessesesi�ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki, çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet duyduğu amcasının bu arzusuna da müsbet cevap vermedi ve �Hicret için bîat yapmak artık yoktur� buyurdu.2

Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) kaldırdığı hicret, İslâmın serbestçe yaşanabildiği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslâmın bir başka beldesine hicretti. Daha hususi mânâsıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerreme ve çevresinden, Medine-i Münevvereye olan hicretti.1



Peygamberimizin ikinci hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kâbe kapısı merdivenine çıkıp, arkası Kâbe�ye dayalı bir halde Allah�a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:

�Ey insanlar!

�Şüphesiz Allah göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke�yi haram ve dokunulmaz kılmıştır. Kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.

�Allah�a ve âhiret gününe inanan kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl olmaz!

�Mekke�de kan dökmek benden önce hiç bir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiç bir kimseye helâl olmayacaktır!

�Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunanlara duyursun!

���

�Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin âilesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır:

�Yâ öldürülenin kısas olarak öldürülmesini, ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.

�Muhakkak ki, insanların Cenâb-ı Hakka karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını; Allah�ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Cahiliyye intikamını almak için adam öldürendir.

�İslâmda, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi diye bir şey yoktur.

�Doğan çocuk döşeğin sahibine aittir. İddiasını ispatlamak için delil getirmek dâvâcıya, inkâr edene düşer!

�İslâmiyette, ne câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret. Fakat, cihad ve cihada niyet vardır. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Bütün Müslümanlar kardeştirler.

�Müslümanlar kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı bir tek eldirler, elbirliği ile hareket ederler.

���

�Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler.

�İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir için bir mü�min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.

�İslâmda, değiş-tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.

�Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, vermesi helâl ve câiz değildir.

�Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.

�İyi biliniz ki, vâris için vâsiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirlerine vâris olamazlar.

�Parmakların her birisinde diyet, onar devedir.

�Kemiği görünen derin yaralardan herbirisinde diyet beşer devedir.

�Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar bir başka namaz kılınmaz.

�İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.

�Sizi iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.

�Ben, size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim.�1

Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesinde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında kalan, Cahiliyye Devrine âit bütün iş, muâmele ve dâvâların ortadan kaldırıldığını beyan buyurmuştu.

Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz. Abbas�ın uhdesinde idi.

Kâbe�ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman bin Talhâ�da bulunuyordu.

Hz. Abbas, Peygamberimize müracaat ederek bu iki vazifenin de kendilerine verilmesini istedi. Ancak, Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye vazifesinin kendilerinde kalmasını uygun gördü.

Resûl-i Kibriyâ, Kâbe�nin anahtarını elinde tutuyordu. Bir çok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fakat Efendimiz, Osman bin Talhâ�yı huzuruna çağırdı ve �Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.� (Nisâ Sûresi, 58) âyet-i kerimesini okuduktan sonra, �Ey Osman! İşte anahtarın al! Bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür!�2 dedi ve Kâbe�nin anahtarını yine ona teslim etti.3 Osman bin Talhâ anahtarı alıp giderken Resûl-i Ekrem, �Sana zamanında söylemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?� diye sordu.

Hz. Osman bin Talhâ aralarında geçen hâdiseyi hatırlayarak Resûlullahı tasdik etti.

�Evet, şehâdet ederim ki, sen, şüphesiz Allah�ın Resûlüsün.�1

Peygamber Efendimizin, Osman bin Talhâ�ya hatırlatmak istediği hâdise şuydu:

Hicretten önceydi. Osman bin Talhâ henüz Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün Kâbe�ye girmek istemiş, fakat Osman bin Talhâ buna mâni olmuştu. Mâni olmakla kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davranmıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve istikbâl semâlarına İslâmın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sükûnet ve mülayim bir edâ ile, �Ey Osman� demişti. �Ümit ederim ki, bir gün gelecek sen, beni bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte serbest olacağım bir mevkiide bulursun.�

Osman bin Talhâ, �O zaman Kureyş müşrikleri kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir� cevabını verince de, Peygamberimiz, �Hayır, ey Osman! Asıl o gün Kureyş hakiki kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!�2 buyurmuştu.



Mekkelilerin Peygamberimize bîatı

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra, Safâ Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce, aynı tepede peygamberliğini açıktan ilân edip muhalefetle karşılanırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere bîat alıyordu.

Erkeklerin Allah�a îmân, Allah�tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed�in (a.s.m.) Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takib etti.

Kadınlar şu hususlar üzerine peygamberimize bîat ettiler:

1. Allah�a hiçbir zaman ortak koşmamak,

2. Hırsızlık yapmamak,

3. Kız çocuklarını öldürmemek,

4. Zinâ etmemek, iffetini korumak,

5. Herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne isyân etmemek.1

Kadınlar tâifesinin başında Hz. Ali�nin hemşiresi Hz. Ümmühanî, Âs bin Ümeyye�nin kızı Ümmü Habîb, Attab ibni Esîd�in halaları Erva, Ebû Âs�ın kızı Âtikâ, Hâris bin Hişâm�ın kızı ve Ebû Cehil�in oğlu İkrime�nin karısı Ümmü Hakîm, Hâlid bin Velid�in kızkardeşi Fâhita gibi Kureyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekremin haklarında nerede görülürlerse görülsünler, öldürülsünler buyurduklarından biri olan Ebû Süfyan�ın karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiştirerek kadınlar arasına katılmıştı. Geçmişte, Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketlerden pişmanlık duyar bir hali vardı. Yaptığı her şeye rağmen Kâinatın Efendisi İslâmiyetle şereflendiğini duyduğu Hind�i affetti ve onun da bîatını kabul etti.

Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini paylaşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun fıtratında varolan bir duygudur.

Hz. Ebû Bekir, îmân edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mesûd oğul, babasının bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle paylaşmasını istiyordu. Bu maksatla elinden tutarak onu Peygamber Efendimizin huzuruna getirdi.

�Beni Rabbim terbiye etti, o ne güzel bir terbiyecidir� buyurarak Cenâb-ı Hakkın müstesna terbiyesi altında ahlâken kemâle erdiğini ifâde eden Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir�in ihtiyar babasını alıp yanına getirmesinden müteessir oldu ve �İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyâret etseydik olmaz mıydı?� buyurarak nezâket ve tevazuunu izhar etti.

İlâhî terbiye ile yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, �Yâ Resûlallah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafıktır� dedi.

Bu kısa konuşmadan sonra Peygamberimiz, mübârek ellerini âmâ Ebû Kuhâfe�nin göğsüne koyup sığadıktan sonra, �Müslüman ol, ey Ebû Kuhâfe� dedi.

Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe derhal Müslüman olup oğlunun saadetine saadet kattı.1

İslâmın amansız düşmanlarından Ebû Süfyan�ın karısı Utbe kızı Hind�in affedilmesi, nerde görülürse görülsünler, öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslâmiyetle şereflendiler. Hz. Resûlullahın geniş affına uğradılar. İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin Ebî Sarh, Safvan bin Ümeyye, Süheyl bin Amr, Hz. Hamza�nın katili Vahşî, şâir Abdullah bin Zeb�ârî, Hâris bin Hişâm, Enes bin Züneym bunlar arasında yer alıyorlardı. Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları affeden onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?

Mekke artık fethedilmişti. Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesnâ bir bayram havasının neşesi hâkimdi.

Bu sırada bir bedevînin Peygamberimizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın verdiği heyecan ve haşyet altında bedevî tir tir titriyordu.

Durumu fark eden Resûl-i Kibriyâ, �Ne oluyor sana, kendine gelsene! Ben, bir hükümdar değilim. Ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum�1 buyurdu.

Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevazu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında da �kul bir peygamber� olmayı tercih etmişti.2

Gönül deryasında hâkim olan her zaman tevazû idi. Resûl-i Kibriyânın bu mübârek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.

Mekke fethedilmişti. Resûl-i Ekrem ise henüz bu mübârek beldeden ayrılmamıştı.

Her nasılsa Mahzumoğulları Kabilesinden Fâtıma bint-i Esved adındaki kadın bir hırsızlık yapmıştı. Kadın itibarlı ve soylu idi ve Kureyş yanında da hatırı sayılıyordu.

Haliyle Peygamberimizin bu durumdan haberi oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soruyorlardı: �Yüksek mevkiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?�

Âile halkı, Fâtıma�nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyorlardı. Birinin Hz. Resûlullah katında şefaatçı olmasını istiyorlardı. Ne var ki, kimse buna cesaret edemiyordu.

Sonunda Üsâme bin Zeyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsâme, Peygamberimiz tarafından fazlasıyla sevilen bir Sahabî idi. Bu sevgiye güvenmiş olacak ki, bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.

Hz. Üsâme, kadının affedilmesini dileyince Resûl-i Ekrem Efendimizin rengi birdenbire değişti.

�Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah�ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?� diye buyurdu.

Hz. Üsâme, üzgün bir edâ içinde, �Yâ Resûlallah! Bu uygun olmayan hareketimden dolayı Allah�tan affım için duâ et!� dedi.

Hz. Üsâme�ye dersini veren Peygamber Efendimiz (a.s.m.), akşam olunca da, ayağa kalktı ve Allah�a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:

�Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir: Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakırlardı. Zâif, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.

�Muhammed�in varlığı kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki; Fâtıma bint-i Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim!�

Bundan sonra kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli bu emir üzerine derhal kesildi.

Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Âişe�nin yanına gelir giderdi.1

Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini sergiliyordu.



Mekke çevresinin putlardan temizlenişi

Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke�nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.

Bu maksatla Hz. Hâlid bin Velid�i otuz kişilik bir birlikle Nahle mevkiine bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Kureyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ�yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.1

Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menât putunu yıkmak için de Sa�d bin Zeyd el-Eşhel�i gönderdi. Menât; Evs ve Hazreç kabilelerinin putu idi. Emri alan Sa�d bin Zeyd beraberindeki Müslümanlarla giderek Menât�ı yıkıp geri döndü.

Yine müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva� idi. Bu put, Mekke�ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûl-i Ekrem, Amr bin Âs Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mekke�ye geri döndü.2

Mekke�nin fethi ile böylece, hem Mekke�nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Kureyşin gönlü şirkten, Tevhid nuruyla tertemiz hale geldi.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Huneyn Muharebesi

Huneyn Muharebesi


Hicretin 8. yılı, 5 Şevval, Cumartesi. (Mîlâdî 27 Ocak 630) Mekke�nin fethi ile Kureyş�in hemen hemen tamamı İslâmiyetle şereflenmişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müsbet tesirler bırakmış ve onların İslâm ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep olmuştu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.

Bununla birlikte, gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve bu mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabileleri bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap kabilesi gelip Resûl-i Ekreme sadakât elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu, kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura sevk ediyordu.

Resûl-i Ekrem Mekke�yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararı almaya kadar götürdü. Gayeleri, Peygamberimizin üzerlerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke�ye ansızın baskında bulunmaktı.

Bu maksatlarını her iki kabilenin ileri gelenleri kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda izhar ediyorlardı:

�Muhammed�in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygunu olan; o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!�1

Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinlerin lideri Mâlik bin Avf�ın kumandasında 20.000 kişilik bir ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik bin Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin etmişti.

Yirmi bin kişilik düşman ordusu kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, gelip Evtas mevkiinde karargâhını kurdu.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslâm topraklarına saldırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhal Abdullah bin Ebî Hadred�i bilgi almak üzere düşman topluluğunun arasına gönderdi.

Tebdil-i kıyâfetle düşman ordusu arasında bir kaç gün dolaşan bu Sahabî, gereken bütün bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik bin Avf�ın diğer kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:

�Bu Muhammed�in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaştığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu. Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız! Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız! Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki, zafer ilk saldırıya geçenindir!�

Abdullah (r.a.) bu bilgileri topladıktan sonra Mekke�ye döndü ve duyduklarını olduğu gibi, Peygamberimize haber verdi.

Peygamberimiz ordusunu hazırladı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını haber alınca yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti.

Bu arada yanında zırhlar ve silahlar bulunan henüz Müslüman olmamış Safvan bin Ümeyye�ye şöyle dedi:

�Ey Ebû Ümeyye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bize emânet olarak ver.�

Safvan, �Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Hayır, emânet olarak, kırılan ve yitirilenleri tazmin etmek üzere istiyorum� buyurdu.

Bunun üzerine Safvan yüz tane zırhla, onlara yetecek kadar silah verdi. Hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifi ile üzerine aldı.1

Peygamberimiz, Mekke�nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yirmi yaşında bir genç olan Attab bin Esîd�i Mekke�ye vali tayin etti. İslâm ve Kur�an�ı öğretmek üzere de Muaz bin Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.2



İslâm ordusunun Mekke�den ayrılışı

Tarih, Hicretin sekizinci senesi, Şevval ayının beşinci günü idi.

On iki bin kişilik İslâm ordusu Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kumandasında Mekke�den, düşmanın toplandığı mevkie doğru hareket etti. Ordunun iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Kureyş�in bir çok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunuyordu. Maksatları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten istifade etmekti.

Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini biliyordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idrâki içindeydi. Bu sebepledir ki, bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrından en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.

Ancak, bu muhteşem kalabalığa güvenen mücahidlerden bazıları şöyle dediler:

�Artık, bugün azlık yüzünden mağlûp olmayız!�1

Halbuki onlar, Allah�ın yardımıyla, bir çok kere az bir kuvvetle kendilerinden hem sayıca, hem silahça kat kat üstün bulunan bir çok kalabalığı mağlûp etmişlerdi. Bedir Zaferi bunun ap açık bir misali idi. Hendek, Müte bunun gözle görünür örnekleri idi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı.

Haliyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.



Huneyn�e varış

Şevval ayının on biri Salı günü idi.

Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, bir çok dar geçitleri ve gizli yolları bulunan Huneyn Vadisine vardı.

Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bayrak ve sancaklarını teslim etti.

Muhacir Müslümanlardan sancağı Hz. Ali�nin, bayrakları ise Sa�d bin Ebî Vakkas ile Hz. Ömer�in elinde bulunuyordu. Ensar Müslümanların iki sancağından birini Hübab bin Münzir, diğerini ise, Üseyyid bin Hudayr taşıyordu.

Hâlid bin Velid�in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları İslâm ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.

Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül�ün üzerinde bulunuyordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takke giymiş ve takkenin üzerine ise miğfer geçirmişti.1

Herkesten ziyâde Yüce Yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibâdet ve tâata düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenab-ı Hakkın �âdetullah� tabir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyâde riâyet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah�ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takkesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.



İlk çarpışma

Sabahın alaca karanlığı henüz çevreye hâkimdi. Peygamberimiz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla ordusuna Huneyn Vadisine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olan Hz. Halid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş olan düşmanın oklarına hedef oldular. Askerî manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahidleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan mücahidler geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı gösterir gibi oldu.

Durum oldukça nazik, manzara oldukça acıklı ve ibretliydi.

Hz. Resûlullahın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görülüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahidlere şöyle seslendi:

�Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz. Ben Allah�ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed bin Abdullah�ım!� diye sesleniyordu.

Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisin geri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül�ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümid ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.

İslâm ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.

Ebû Süfyan bin Harb, �Bu bozgunun denize kadar arkası alınmaz� dedi.

Safvan bin Ümeyye o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan�ın bu sözlerinden hoşlanmadı.

�Ağzına taş toprak dolsun senin� diye karşılık verdi.

Yine o sırada Safvan bin Ümeyye�nin kardeşi gelip, �Müjdeler olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti� deyince Safvan bin Ümeyye�den şu cevabı aldı.

�Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hakim olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir.�

Süheyl bin Amr ise, �Muhammed ve Ashabı, bir daha toparlanamazlar, savaşamazlar� diye konuştu. Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil�in oğlu İkrime, �Böyle söylemen doğru değil� dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

�İşler, ancak Allah�ın elindedir. Muhammed�in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır.�

Süheyl, İkrime�nin bu sözlerini hayretle karşıladı ve �Sen, daha önce, bu söylediklerinin tersini söyler durmaz mıydın?� diyerek hayretini dile getirdi.

İkrime şu cevabı verdi:

�Vallahi, biz uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış; ne zarar, ne de fayda vermeyen bir takım taşlara tapmış durmuşuz.�1

Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu.

Şeybe bin Osman bunlardan biri idi. Uhud Harbinde babası öldürülmüştü. Bu yüzden de içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ taraftan Peygamber Efendimize (a.s.m.) doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas�ın elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durmuş olduğunu gördü: �Amcası oradayken ben yanına varamam� diyerek Peygamber Efendimizin (a.sm.) sol tarafına geçti. Oradan hucum etmek istiyordu. Fakat, o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan bin Hâris�in durduğunu gördü: �Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz� diyerek bu sefer Peygamber Efendimizin (a.s.m.) arkasından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırıp vurması için de artık bir engel kalmamıştı. Tam o esnada aralarında birden bire bir ateş peydâ oldu. Şeybe birden ürperdi, korktu. Ateşin kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah (c.c.) tarafından korunduğunu anlamıştı.

Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve �Ey Şeybe! Yanıma gel� buyurdu.

Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini az evvel kendisinde bulan Şeybe o anda tir tir titriyordu. Kalbi korku ile ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Peygamberimiz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve �Allah�ım! Bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider� diye duâ etti.

Bir anda Şeybe�nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, yerini iman ve Peygamberimize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe şöyle ifade eder.

�Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah�ın yaratıklarından bana ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı.�

Daha sonra Peygamber Efendimiz, �Ey Şeybe! Haydi artık kâfirlerle savaş� buyurdu.

Şeybe der ki: �Resûlullahın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi canım ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm.�1

Böylece, �Gerek Arap gerek Arap olmayanlardan Muhammed�e tâbi olmadık kimse kalmasa bile, ben yine tâbi olmam� diyen biri daha Hz. Resûlullahın getirdiği nurun cazibesinden kendisini kurtaramayıp İslâmın saadetli sinesine kavuşmuş oluyordu.

Etrafında bir avuç mücahidle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce, onlarla çarpışmak için boz Düldül�ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas Düldül�ün dizginini, Ebû Süfyan bin Hâris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyorlardı.

Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriyâ, Düldül�ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas�a, �Ey Ensar cemaatı! Ey Semure ağacının altında bîat etmiş bulunan Sahabîler topluluğu! Neredesiniz, diye seslen� emrini verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nidâ etti.1

Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahidler, durdular. Etraf alaca karanlıktan sıyrılıp, aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahidler de yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp, kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler çakıyordu. �Nereye gidiyoruz? Resûlullahı kime terk ediyoruz?� diyorlardı.

Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekreme verdikleri vaadleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Peygamberimizin etrafına koşuşuyordu. Bozulan ordu, tekrar toparlanmaya başladı. Öyle ki, atı hızlı koşamayanlar atlarından inip kendileri olanca güçleriyle bu dâvetin ifâsını tatbike koşuyorlardı. Uhud�da da aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûl-i Kibriyânın cesareti, matenati, düşman karşısındaki sebâtı, İslâm ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı.

Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahidler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahidlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.

Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman Sahabîler o dehşetli hengâmede Resûl-i Kibriyânın (a.s.m.) önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesareti ile düşman askerlerinin cesâretini kırıyordu.

Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül�ün üzengisine basarak dikildi ve �İşte şimdi fırın tutuştu! Harp kızıştı!�1 buyurdu.

Sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, �Ben Allah�ın Resûlüyüm, Yalan yok!�2 diye seslendi.

Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifâde ediyordu ve bütün kalbiyle Allah�ın va�dettiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebâtın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi.

Bu arada Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler korkmaya başladılar.

Mücahidleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda Resûl-i Ekrem Düldül�ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:

�Allah�ım! Bize, yardımını indir! Muhakkak Sen, onların bize galip gelmesini istemezsin.�3

Cenab-ı Hakka böylesine gönülden yalvarıp, zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, �Yüzleri kara olsun!� diyerek, düşman askerlerine doğru attı.4

O anda, Resûl-i Zişân Efendimizin bir mucîzesi olarak, düşman askerlerinin gözlerine bir avuç kumdan isabet etmedik hiç kimse kalmadı.

Artık, düşman ordusunda bozgun başlamıştı

Meleklerin mücahidlerin imdadına gelmesiyle de, düşman askerinin geri kalan çarpışma güçlerini alıp götürdü ve gerisin geri kaçmalarını sağladı.

Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:

�Vallahi, Resûlullahın, kumu onlara doğru savurmasından sonradır ki, güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine gittiğini gördüm. Sonunda Allah onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül�ü tepip, onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim.�1

Cenab-ı Hak, mücahidlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur�ân-ı Keriminde şöyle beyan buyurur:

�Muhakkak ki Allah pek çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz; fakat bu size bir fayda vermedi. Yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber, size dar geldi ve arkanızı dönüp gittiniz.

�Sonra Allah, Resûlünün ve mü�minlerin üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, görmediğiniz ordular indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. İşte kâfirlerin cezası budur.�2

Bozguna uğrayan düşman ordusu, bir kaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Tâif�e gitti. Bir kısmı Evtas�a toplandı. Diğer bir kısmı ise Nahle taraflarına doğru yol aldı.

Çarpışma sonunda, Müslümanlardan 4 şehid, düşmanın ise 70 ölü verdiği görüldü.

Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için geride esir olarak bir çok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahidlere o âna kadar elde edemedikleri bol miktarda ganimet kalmıştı.

Alınan esirler arasında Peygamberimizin süt kardeşi Sa�doğullarından Şeymâ da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, �Bilin ki, ben Efendinizin süt kardeşiyim� diyerek bu sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücâhidler, sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp Huzur-u Risâlete getirdiler. Şeymâ, �Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim� deyince, Efendimiz, �Bunu neyle ispatlarsın?� diye sordu.

Şeymâ, �Omuzumda bulunan diş izi ile ki, onu sen ısırmıştın�1 dedi.

İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeymâ�yı tanıdı. Kendisiyle Sa�doğulları yurdunda, koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeymâ idi bu. İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerine oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.

Daha sonra Şeymâ�ya, �İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur. İstersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavim ve kabilenin yanına göndereyim� buyurdu.

Şeymâ�nın cevabı şu oldu:

�Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!�2

Resûlullahın bu kadirşinaslığı karşısında Şeymâ�nın ruh âlemi aniden aydınlandı ve şehâdet getirerek saadet dairesine girdi.3 Peygamber Efendimiz kabilesinin yanına dönmek isteyen Şeymâ�ya iki köle verdi. Sonra da Ci�râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Tâif dönüşünde ise ona ve âile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.



Düşmanın takib edilmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takip edilmesini mücahidlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teşkil ediyordu ve Hâlid bin Velid�in kumandası altında bulunuyorlardı.

Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadının Hâlid bin Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, mücahidlerden biriyle derhal ona, �Hâlid�e yetiş ve ona �Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten men ediyor� de�1 diye haber gönderdi:

Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine de, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

�Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!�

Sahabînin biri, �Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?� diye sorunca, Fahr-i Kâinattan şu ibretli ve hakikatlı cevabı aldı:

�Sizler de hidayete ermeden önce müşriklerin çocukları değil miydiniz? Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar. Dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir, ya da Hıristiyanlaştırır.�2



Evtas�ta çarpışma

Huneyn Vadisinde mücahidler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden bir kısmının Evtas Vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş�ârî Hazretlerine bir sancak vererek bazı mücahidlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtas�ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.

Teke tek yapılan döğüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Havazinlilerden bir çoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşmaya başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Mûsa el-Eşârî�ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehid olarak hayata gözlerini yumdu.1

Kumandanlığa geçen Ebû Mûsa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taif�e gidip sığındı. Daha önce de kumandanları Mâlik bin Avf gidip oraya sığınmıştı.

Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Huneyn�deki çarpışmayla bu kesin netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif�e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.

Buna binâen, Huneyn Savaşında elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci�râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği Sahabîlere bildirdi.2

Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmamıştı. Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.

Bu sırada iki kişinin huzuruna girdiği fark edildi. Bunlar Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn ile Akrâ� bin Hâbis idi. Uyeyne, Peygamberimizden haksız yere öldürülen Âmir bin Azbat�ın kanını dâvâ ediyor ve katil Muhallim bin Cessâme�nin kendilerine teslimini istiyordu.3

Uyeyne bin Hısn, �Vallahi, yâ Resûlallah! O benim kabilemin kadınlarına ölüm acısını tattırıp, canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yakmadıkça, yakasını bırakmam� diyerek Muhallim bin Cessâme�nin kısas için kendisine teslimini istiyordu. Akrâ� bin Hâbis ise Muhallim�i müdafaa ediyordu.

Resûl-i Ekrem, �Onun diyetini kan bedelini alsan olmaz mı?� diye teklifine Uyeyne bin Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, �Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dönüşümüzde de elli deve diyet alacaksın� diye teklifte bulundu. Ancak, Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.

Uzun uzun konuşulduktan sonra Uyeyne bin Hısn, teklif edildiği şekilde diyet almayı kabul etti.1

Böylece Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti.

Fakat işin, ibret alınması gereken bir tarafı da bundan sonra cereyan etti.

Müslümanlar Muhallim bin Cessâme�ye, �Resûlullahın huzuruna çık, yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah�tan mağfiret dilesin� deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhallim Huzur-ı Risâlete vardı. Efendimizin önünde diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah�a tevbe ettiğini söyleyerek, Resûlullahtan, Allah�tan mağfiret dilemesini istedi: �Yâ Resûlallah! Pişmanım, Allah�a tevbe ediyorum. Benim için Allah�tan mağfiret dile!�

Resûl-i Ekrem, �Kimsin sen?� diye sordu.

�Muhallim bin Cessâme� diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem, �Demek sen, ona [Âmir�e] Allah�ın emânıyla emân verdin [selâmına karşılık selâm verdin] sonra da onu vurup öldürdün, öyle mi?� buyurunca, Muhallim bin Cessâme başını önüne eğdi ve sustu.

Efendimiz, sonra da ellerini kaldırarak, yüksek sesle, �Allah�ım! Muhallim bin Cessâme�yi affetme� diye beddua etti.

Bedduayı duyan Muhallim�in tüyleri diken diken oldu. Uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı, �Yâ Resûlallah! Pişmanım! Allah�a tevbe ediyorum! Ne olur benim için Allah�tan af dile!�

Ne varki, Muhallim�in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şekilde Hz. Resûlullahın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.

Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muhallim�i ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki, toprak ölüsünü kabul etmiyordu. Defalarca gömdükleri halde, toprak yine cesedini dışarı attı.1

Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.2

Durumu Efendimize intikal ettirdiklerinde, şöyle buyurdular:

�Vallahi, toprak ondan çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat, Allah aranızdaki [haksız yere adam öldürme] yasağı hakkında size gösterdiği bu hâdiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.3

* * *



Tâif Kuşatması

Huneyn Harbinde, Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Tâif�e gidip sığınmışlardı. Şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.

Burası şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslâma karşı koyacak cesareti kendisinde bulamayacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklardıran Mâlik bin Avf da gelip buraya sığınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Tâif�e doğru yol almaya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Tâiflileri İslâma dâvet etmeye gelmişken onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.

İslâm ordusu kısa zamanda Tâif önlerine vardı. Fakat Sakifliler kuvvetli kalelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol miktarda yiyecek stoku da yapmışlardı.

Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş olduğundan, mücahidler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu arada bir kaç mücahid de atılan oklarla şehid oldu.1

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Tâif Mescidinin yanına nakletti.2

Bu arada yanında bulunan hanımlarından Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ekrem, namazlarını bu iki çadır arasında kılar ve orada otururdu. Sakifliler Müslüman olduktan sonra burada bir mescid yapacaklar ve adına da �Sâriye Mescidi� diyeceklerdir.1

Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.

Mancınık kurularak, Tâiflilerin taşa tutulması

Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyetli görünmediklerini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahidlerle istişârede bulundu. Selmân-ı Farisi Hazretleri, �Ben de bunu uygun görüyorum. Çünkü biz Fars ülkesinde düşman kalelerine mancınıklar dikerdik, onlar da bize karşı mancınıklar dikerlerdi. Böylece birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu. Mancınık kurulmadığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık� diyerek fikrini beyân etti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve mancınık yapılmasını emretti. Emri derhal yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte mancınıkların sayısı üç oldu. İslâm ordusunda ayrıca iki debbâbe (sığır derisinden yapılmış kuvvetli araba) vardı.

Mücahidler bu debbâbelerin altına girerek şehir kalesine yaklaşmayı ve duvarını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olamadılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan oklar, kızgın demir parçaları ve şişler bu derileri delip ilerlemelerine mani oluyordu. Hattâ bu arada İslâm ordusu şehid de verdi.

Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz bir başka tedbire başvurdu: Düşmanı, iktisadi baskı altına almak için, şehrin dışındaki Tâiflilerin ileri gelenlerine âit kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bahçelerin tahrip edilip, kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahidlere emretti. Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telaşa kapıldılar ve Peygamberimize, �Ey Muhammed! Mallarımızı neden kesiyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın. Yahud da dediğin gibi Allah�ın rızasını ve akrabalık1 hakkını gözeterek bize bırakırsın� diye seslendiler.2

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek yerinde bırakıyorum� dedi ve üzüm asmalarının kesilmesini menetti.3

Bu arada kahraman Sahabî Hz. Hâlid bin Velid ortaya atılarak düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat, düşmanda bu yolda hiç bir hareket görülmedi. İçlerinden biri, Hz. Hâlid�in er dilemesine şu cevabı verdi:

�Bizden hiç kimse seninle çarpışmak üzere kaleden aşağı inmeyecektir. Biz kalemizde, oturmaya devam edeceğiz. Çünkü, yıllarca bize yetecek yiyecek stokumuz var. Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alırsan, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkarız. Son nefesimize kadar seninle çarpışırız.�4



Yeni bir taktik

Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çarpışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) başka bir tedbire başvurdu:

�Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle hürdür� diye ilân ettirdi.1

Bu ilân üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslâm ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimizde onları azad etti. Sonra da hepsini hali vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur�an okutmalarını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.

Sakifliler Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini isteyecekler, Peygamberimiz ise, �Onlar, Allah�ın azâd etmiş olduğu kimselerdir. Sizlere geri veremem!� buyurarak isteklerini reddedecektir.2

Bir ara Uyeyne bin Hısn huzura çıkarak, �Yâ Resûlallah! İzin ver de gidip onlarla konuşayım. Onları İslâmiyete dâvet edeyim, olur ki Allah onlara hidâyet ihsan eder� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Tâiflilerin yanına gitti. Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, �Vallahi, Muhammed hiç bir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsaittir. Direnmenize devam ediniz� dedi.

Bundan sonra dönüp geldi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Ey Uyeyne, onlara neler söyledin?� diye sordu.

Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, �Onları Müslüman olmaya dâvet ettim. Muhammed, sizi teslim almadıkça, geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız dedim� diye konuştu.

Uyeyne sözlerini bitirince Peygamber Efendimiz hiddetle, �Yalan söylüyorsun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin� dedi ve onun söylemiş olduğu sözleri teker teker nakletti.

Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi:

�Doğru söylüyorsun, yâ Resûlallah. Söylediklerimden dolayı Allah�tan affımı dilerim. Pişmanım. Allah�a tevbe ediyorum.�1

O sırada Hz. Ömerü�l-Faruk, �Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da, götürüp şunun boynunu vurayım� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye insanlar, hakkımda söz ederler�2 buyurdu.

Resûl-i Ekrem�in rüyâsı

Bu arada Peygamber Efendimiz bir rüyâ gördü. Rüyâsında kendilerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.

Efendimiz rüyâsını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, �Yâ Resûlallah! Sanırım bugünlerde Tâifliler hakkında umduğun şeye eremeyeceksin� dedi.

Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi. �Buna, ben de imkân görmüyorum� buyurdu.3

Muhasaranın kaldırılması

Resûl-i Ekrem, Tâif�i fethetmenin o anda kendisine nasib olmayacağını artık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktı.

Bu arada Ashabına şimdilik kendilerine Tâif�i fethetme izni verilmediğini duyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, �Göç etmeye hazırlanmaları, halka duyurulacak mıdır?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Evet� buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Tâif�i terk etme hazırlıklarına geçmelerini ilân etti.

Hz. Ömer, o arada bir de, �Yâ Resûlallah! Sakifler aleyhinde duâ etsen olmaz mı?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin vermedi� buyurdu.

Sonra da, �Siz hemen göç etmeye bakınız� diye emretti.1

Fakat, mücahidlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemiyordu. Hattâ, �Tâif�i fethetmeden nereye gideceğiz?� dedikleri de duyuluyordu.

Bu mücahidler gidip, Hz. Ebû Bekir�e başvurdular. Hz. Sıddık onlara, �Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Emir, Resûlullaha gökten gelir� diyerek cevap verdi.

Bunun üzerine Hz. Ömerü�l-Faruk�un yanına vardılar, onunla konuştular.

Hz. Ömer ise onlara şu cevabı verdi:

�Biz, Hudeybiye hâdisesini gördük. Hudeybiye�de içime, Allah�tan başkasına malûm olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Resûlullaha (a.s.m), hiç söylemediğim sözlere başvurdum. Az kalsın ev halkım ve malım mahvolup gidecekti.

�Resûlullahın (a.s.m.), Allah tarafından yaptığı işte bizim için hayır vardır. Halk için, Hudeybiye Sulhundan daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Resûlullahın (a.s.m.) Peygamber olarak gönderildiği günden, Hudeybiye�de sulh şartlarının yazıldığı güne kadar, Müslüman olanlardan daha çok kimse, kılıç kullanmadan Müslüman oldular.

�Resûlullahın yaptığı işte bir hayır vardır. Ben, o Hudeybiye işinden sonra, hiç bir zaman, hiç bir iş hakkında ona dönüp itiraz edemem. Bu iş Allah�ın işidir. O, dilediğini Peygamberine vahyeder.�2

Peygamber Efendimiz, umumî kanaatın, Tâif�te bir müddet daha kalmak olduğunu fark edince, mücahidlere, �Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz� diye buyurdu.

Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak, bu çarpışma yara almalarından başka bir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık kendileri de kanaat getirdiler. Peygamber Efendimiz tekrar �İnşallah yarın döneceğiz� deyince sevindiler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Peygamberimiz onların bu haline tebessüm buyurdu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Tâif�ten ayrıldı.

Sakifliler mücahidleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve 14 kadar Müslümanı da şehid etmişlerdi. Bu sebeple ayrıldıkları sırada, Peygamber Efendimizden Sakifliler aleyhinde duâ etmesini istediler.

Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ellerini açarak, �Allah�ım! Sakiflilere doğru yolu göster! Onları bize getir!� diye duâ etti.1

Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki, en azılı düşmanlarının bile mahvolmasına gönlü razı olmuyor, bilâkis onların da İslâm ve iman nuru ile mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahidlerle birlikte Huneyn ve Evtas�ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci�râne mevkiine dönmek üzere Tâif�ten ayrıldı.

Sürâka bin Cu�şum�un Müslüman olması

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Tâif�ten Ci�râne�ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mani oldular. Hattâ art niyetli biri olabilir düşüncesiyle, �Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?� diyerek üzerine yürümek bile istediler.

Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir�in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı, �Yâ Resûlallah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Sürâka bin Cu�şum�um!� dedi.

Peygamber Efendimiz onu tanıdı, �Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!� buyurduktan sonra Müslümanlara, �Onu bana yaklaştırınız� diye emretti.

Efendimizin huzuruna varan Sürâka şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Sürâka der ki:

�Resûlullaha, �Yâ Resûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevap var mıdır?� diye sordum. Resûlullah (a.s.m.), �Evet, her ciğeri olanı sulamakta insana sevap vardır� buyurdu.

�Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullaha gönderdim.�1



Ganimet ve esirler

Yoluna devam eden Efendimiz Ci�râne mevkiine geldi.

Mücahidlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.1

Alınan ganimet malları ise, �Yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye2 gümüş idi.3

Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini gözönünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, Sahabînin birini Mekke�ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.4

On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, Müslümanlar arasında bölüştürüldü.



Havazin heyetinin gelişi

Esirlerin mücahidler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki, Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamberimize, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslâmiyeti kabul ettiklerini haber verdi.5

Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Halime�nin mensup olduğu kabile idi. Yani Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerin geri verilmesini istediler.

Resûl-i Ekrem onlara, �Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun bir müddet tehir ettim. Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücahidler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iâde etmem oldukça zor bir iştir� dedi.

Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı:

�İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.

Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih ettiler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �Hisseme ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum� buyurdu.

Sonra da şu tavsiyede bulundu:

�Öğle namazını kıldırdığım zaman ayağa kalkarak, �Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resûlünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resûlü nezdinde şefâatını diliyoruz� diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlanmasını isterim.�

Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak; Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlanmasını taleb ettiler.

Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan Muhacir ve Ensarın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.1

Böylece, Resûl-i Kibriyânın mübârak dillerinden dökülen bir iki cümle ile, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.

Bu hadise, hem Nebiyy-i Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından dikkat çekicidir.

Mâlik bin Avf�ın Müslüman olması

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, �Mâlik bin Avf ne yapıyor?� diye sordu.

Havazin temsilcileri, �Kaçıp Tâif Kalesine sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor� dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim.�1

Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem vaad ettiği şekilde kendisine ev halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik bin Avf�ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti.2

İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatlarıyla gönülden fetheden Peygamber Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik bin Avf da gönlünün fethedildiğini şöyle ifade etti.

�İnsanlar arasında Muhammed�in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm ve ne de işitmişim. Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelecek olan hadiselerden de sana haber verir.�3

Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik bin Avf, o andan itibaren İslâmın emir ve hizmetindeydi.

Esirlerin sahiplerine iâdesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz ganimetlerin taksimine başlayacaktı. O sırada bedevîlerden bir kısmı, �Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür� diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki, Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi şöyle buyurdu:

�Siz, Allah�ın size nasip ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihâmenin ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiç bir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm.� Sonra da eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve şöyle buyurdu:

�Ey insanlar! Vallahi sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş birşey yoktur. Beşte bir pay da gerektiğinde yine sizlere harcanıyor.�1

Bundan sonra ganimet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşen miktarı dağıttırdı.



Müellefe-i kulûba yapılan ihsan

Ci�râne�de bulunan İslâm ordusunda Mekke�nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslâmla şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de bir çok kimseler vardı. Yeni iman etmişlerin imanlarının sabitleştirilmesi, imandan mahrum bulunanların ise İslâma gönüllerinin ısındırılması için Peygamberimiz bir usûle başvurdu.

Bilindiği gibi ganimetin beşte biri Peygamberimizin tasarrufundaydı. Beytülmâl namına alınan beşte birden istediği ve lüzûm gördüğü yere sarfederdi.

İşte yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binâen yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslâma ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.

Kureyş reisi Ebû Süfyan�a, oğlu Yezid ve Muâviye�ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanda bulundu. Böylece Ebû Süfyan ve oğulları toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, Efendimizin cömertlik ve ihsan severliğini şöyle dile getirdi: �Anam, babam sana fedâ olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversin. Seninle sulh yaptığımız zamanlarda sen ne güzel bir sulhçu idin. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.�1

Bunun yanında Resûl-i Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.2



Safvan bin Ümeyye�nin Müslüman olması

Safvan bin Ümeyye, Peygamberimiz ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hattâ, Mekke�nin fethi günü, görüldüğü yerde öldürülmesi emredilenler arasındaydı. Fakat, o da gönlü şefkat deryasını andıran Peygamberimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş. Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti.

O da İslâm ordusuna katılmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) Ci�râne�de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda henüz Müslüman olmamış Safvan�a takıldı. O, deve koyunlarla dolu vâdiye gözünü dikmiş dikkatlice bakıyordu.

Bu dikkatli bakışı, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gözünden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi:

�Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?� diye seslendi.

Safvan, �Evet� dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, �O halde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!� buyurdu.

Safvan, birden şaşırdı, kulaklarına âdeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiç bir şey için �Hayır� demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, kalbinin fethedildiğini şöyle ifade etti:

�Peygamber kalbinden başka hiç bir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!�1

Safvan, artık kendini, İslâm nurunun, nübüvvet güneşinin cazibesini kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Böylece senelerin İslâm düşmanı Safvan bin Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken kendini Müslümanlar safında buluyordu.

Müslümanlığını salih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:

�Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu.�2

Bu hadise, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma sanatında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir misaldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir tebessümü, gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yetiyordu. Onun bu ciheti bile başlı başına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini tâ bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla ortaya koymuştur. Bir bakış, bir işâret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir peygamber hasletidir.

Peygamberimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bir tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, âdeta onlardan üstün tutulduğu düşüncesine kapılmışlardı. Ne var ki, Resûl-i Ekrem asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti. Nitekim, tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefe-i Kulûba bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına Ashabdan Sa�d bin Ebî Vakkas çıkmış ve �Yâ Resûlallah,� demişti, �Cuayl bin Sürâka dururken, siz tutup Uyeyney bin Hısn ve benzerlerine yüzer deve verdiniz.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikâyetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, Ashabdan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi. Ama iman cihetinden zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa�d Hazretlerine şu cevabı vermişti:

�Vallahi, Uyeyne ve Akra� gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur. Ancak ben, onları İslâma, imana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum.

�Cuayl�ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havale ediyorum!�1

Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O Ensar ki, Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, �Benim hayatım sizin hayatınızladır. Ölümüm de sizin ölümünüzledir� diyerek dile getirmişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, daha düne kadar İslâma ve Müslümanlara bütün şiddetiyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiç bir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiyy-i Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hattâ bazıları hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyordu.2

Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa�d bin Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Ensarı bir araya toplayarak onlara, �Ey Ensar topluluğu! Söylememeniz gereken bazı nâhoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz� diye hitap etti.

Bu hitap karşısında Ensardan bazıları özür beyan ettiler:

�Yâ Resûlallah,� dediler, �bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine şöyle devam etti:

�Ey Ensar! Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah benim vasıtamla sizlere hidâyet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşmanlar idiniz. Allah benim vasıtamla kalblerinizi ısındırıp birleştirmedi mi?�

Ensar cemaatı, �Evet, yâ Resûlallah,� dediler, �sen bizi karanlıklar içinde buldun. Senin sayende aydınlığa, nura kavuştuk. Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun. Senin sayende ondan kurtulduk. Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun. Senin sayende doğru yola kavuştuk.

�Bizler, Allah�ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed�i de (a.s.m.) peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür. Allah ve Resûlüne minnettarız. Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!�1

Buna rağmen, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:

�Ey Ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz:

�Sen bize yalanlanmış olduğun halde geldin. Biz, seni doğruladık. Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin. Biz, senden hiç bir yardımı esirgemedik. Sen, yurdundan kovulmuştun. Biz seni aramızda barındırdık. Sen, bize yoksul olarak gelmiştin. Biz, sana kendi nefsimiz gibi baktık. Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim.�

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:

�Ey Ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlü ile beraber yurdunuza dönmeye razı değil misiniz?�

Medineli Müslümanlar bu soruya hep bir ağızdan haykırarak, �Evet, yâ Resûlallah! Biz, buna razıyız� cevabını verdiler.

Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mânâ âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:

�Muhammed�in varlığı kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensardan bir ferd olmayı arzu ederdim.

�Allah�ım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!�1

Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar. Öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı.

Artık kesin kararlarını vermişlerdi. �Biz, ganimet payı olarak Resûlullaha razıyız! Başka hiç bir şey verilmezse bile� dediler.

Bu eşsiz bir ganimet hissesiydi.

Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslâmın sinesine celb ederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle giderebiliyordu.



Ci�râne�den Mekke�ye

Zilkâde ayının bitmesine on iki gün kalmıştı. Peygamberimiz, Ci�râne�de bulunduğu zaman zarfında içinde namazlarını edâ ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Cir�âne�den ayrılarak Ashab-ı Kiramla gece Mekke�ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz Beytullahı görünce telbiyeyi kesti.

Sabahleyin Ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzamayı tavaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa�y yaptı. Sa�yın yedinci devresinde Merve yanında başını tıraş ettirdi.

Bu umrede Efendimiz kurban kesmedi.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, artık Medine�ye dönmek niyetindeydi.

Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tâyin ettiği Attab bin Esîd�e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz bin Cebel Hazretlerini de İslâmı anlatmak ve Kur�an öğretmek üzere orada bıraktı.2

Bundan sonra Mekke-i Mükerremeden yola çıktı. Zilkâde ayının bitmesine bir kaç gece kala Medine-i Münevvereye kavuştu.3

* * *



Umman Hükümdarı ve Kardeşlerinin İslâma Davet Edilişi

Hicretin 8. senesi, Zilkâde ayı. Peygamber Efendimiz, Mekke�nin fethi ve Huneyn muzafferiyetinin verdiği sevinç ve huzur içinde Ashabıyla Medine�ye dönmüştü. Şirkin beli kırılmış, kabileler dalga dalga İslâm nuruna koşmuşlardı. Müslümanlara âdeta yeni bir kan, yeni bir heyecan ve cihad ruhu gelmişti. Arabistan�ın hemen hemen her tarafında İslâmın şerefli bayrağının dalgalanmaya başlaması, onlara huzur ve saadet veriyordu.

Bununla birlikte, kendilerine henüz İslâm dâveti ulaşmamış hükmüdarlar da vardı. Resûl-i Ekrem bu maksatla Medine�ye döner dönmez, Amr bin Âs Hazretlerini Uman�a gönderdi. Vazifesi, hükümdar Ceyfer ile kardeşi Abd�e kendisine verilen mektubu teslim etmek ve kendilerini İslâma dâvette bulunmaktı.1

Uman, Yemen-Hind Denizi sahilinde, Basra Körfezinin darlaştığı yerdeki büyük şehirlerden biri idi. Hurma bahçeleri ve ekinleriyle meşhur olan bu şehirde o zaman Ezdîler hakîm durumda bulunuyorlardı. Bunlar yanında başka ırktan halk da vardı.

Amr bin Âs Hazretleri emir gereği Uman�a vardı ve mektubu hükümdar ve kardeşine teslim etti. Açılan mektupta Hz. Resûlullahın kendilerine şöyle hitap ettiğini gördüler:

�Bismillahirrahmanirrahim. Allah�ın Resûlü Muhammed bin Abdullah�tan Cülendâ�nın oğulları Cevfer ve Abd�e. Hidâyete uyanlara, doğru yolu tutmuş olanlara selâm olsun.

�Bundan sonra derim ki; ben her ikinizi İslâma dâvet ediyorum! Müslüman olun ki, selâmete eresiniz! Ben sağ olanları âhiret azabıyla korkutmak, kâfirler hakkında da Allah�ın hükümlerini tatbik etmek için Allah�ın bütün insanlara gönderdiği Resûlüyüm.

�Eğer, İslâmı kabul ederseniz, hükümdarlığınız size bağlı kalacaktır. Eğer Müslüman olmaktan uzak durursanız, şüphesiz hükümdarlığınız elinizden çıkacak, süvariler, topraklarınızı çiğneyecek ve peygamberliğim sizin mülk ve saltanatınızı mağlup edecektir!�1

Ceyfer ile kardeşi Abd önce Müslüman olmamak hususunda tereddüt geçirdiler. Bir müddet sonra da bu tereddütlerinden kurtularak, İslâmiyetle şereflendiler ve Peygamber Efendimizin Risâletini tasdik ettiler. Bununla da kalmayan Cülendâoğulları, halkı da Müslüman olmaya çağırdılar. Bu dâveti duyan halk da seve seve Müslüman olmayı kabul etti.2

Bunun üzerine, Peygamber Efendimizin emir ve tavsiyeleri gereğince Amr bin Âs Hazretleri buranın idarî işlerini üzerine aldı. Amr (r.a.), Müslüman zenginlerden zekât ve sadaka toplayacak, onları fakirlerine dağıtacaktı. Ayrıca mecusîlerden cizye alacak, Müslümanlar arasındaki davaları da halledecekti.3

Peygamber Efendimizin vefâtına kadar, Hz. Amr bu işleri yürütmek üzere Uman�da kaldı.4

* * *



Bahreyn Hükümdarının Müslüman Oluşu

Hicretin 8. senesi, Zilkâde ayı sonları. Peygamber Efendimiz, İslâma dâvet etmek üzere, Alâ bin Hadramî�yi bir mektupla Bahreyn hükümdarı Münzir bin Sâva�ya gönderdi. Alâ bin Hadremî ile birlikte Hz. Ebû Hüreyre de bulunuyordu.1

Bahreyn, Hindistan�la Basra ve Uman arasında bulunan deniz sahilindeki memleketlerin hepsine verilen addır. Halkının bir kısmı mecusî, bir kısmı Yahudi, diğer bir kısmı ise Hıristiyandı.

Alâ bin Hadremî, Münzir bin Sâva�nın yanına vararak Peygamber Efendimizin mektubunu teslim etti. Mektupta şunlar yazılı idi:

�Bismillahirrahmanirrahim. Hidâyete uyanlara selâm olsun! Ben, seni İslâma dâvet ederim! Müslüman ol, selâmete er! Allah, iki elinin altında bulunanı [hükümdarlığını] yine sende bırakır.

�Şunu da bilmiş ol ki; benim dinim develerin ve atların gidebilecekleri yerlere kadar uzanacak, hâkim olacaktır.�2

Alâ bin Hadremî ile aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra Münzir bin Sâva, mecusî din Başkanı Sibuht ile birlikte Müslüman oldu.3 Böylece Münzir, dünya saltanatı yanında uhrevî saltanatı da temin edecek imanı elde ediyordu.

Hükümdar ve dini reisle birlikte halktan bir çok kimse de İslâmla şereflendi.

Hükümdar Münzir, Peygamber Efendimize bir mektup gönderdi. Müslüman olduğunu, peygamberliğini de tasdik ettiğini bildirdikten sonra, Müslüman olmayanlar ve ülkesinde bulunan mecusîlerle Yahudiler hakkında nasıl davranması gerektiğini soruyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Münzir�in bu mektubuna şu cevabı verdi:

�Bismillahirrahmanirrahim. Muhammed Resûlullahtan, Münzir bin Sâva�ya!

�Allah�ın selamı üzerine olsun! Ben, sana olan hidâyet nimetinden dolayı kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah�a hamdederim.

�Allah�tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed�in de Allah�ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim! Mektubunu aldım. Okuyup içindekileri dinledim.

�Sana, Yüce Allah�ı ve Onun emir ve yasaklarına göre hareket etmeni hatırlatırım. Muhakkak ki, nasihat eden kimse, onunla kendisi de nasihat almış, sevabından istifade etmiş olur. Elçilerime itaat eden ve onların emirlerine riâyet eden kimse, bana itaat etmiş sayılır. Onları öğütleyen, dinleyen, beni dinlemiş olur.

�Elçilerim, seni bana övdüler ve hayırla andılar. Senin kavmin hakkındaki şefâat ve iltimasını kabul ettim. Onlardan Müslüman olanları, Müslüman oldukları şeylere göre bırak.

�Günahkâr olanların, geçmişteki suçlarını geç. Onları geçmişte işlediklerinden mes�ul tutma! Şunu bilmiş ol ki; sen iyi davrandıkça, işinden seni uzaklaştırmayız, vekilimiz olarak orada kalırsın! Yahudilik ve mecusîliklerinde devam etmek isteyenlere gelince, onları cizyeye bağlarsın.

�Selâm ve Allah�ın rahmeti üzerine olsun.�1

Peygamber Efendimizin, muhtelif tarihlerde Münzir bin Sâva�ya bir kaç mektup daha gönderdiği ve Münzir�in ise bunlara cevap verdiğini de burada kaydedelim.1

Resûl-i Ekrem Efendimizin emri gereğince, Alâ bin Hadremî burada kaldı ve Müslüman olanlarından öşür, müşrik olanlarından ise cizye almakta devam etti.

Yine Hicretin bu sekizinci yılında etraf kabilelerden bir çok heyetler Medine�ye gelerek Müslüman olduklarını Hz. Resûlullahın huzurlarında açıkladılar.2

* * *



Hz. İbrahim�in Dünyaya Gelişi

Hicretin 8. senesi, Zilhicce ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz. Mâriye�den olan Hz. İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi.1

Medine�nin yukarı tarafında, Avâli diye anılan kısmında annesine tahsis edilen bir hurma bahçesindeki evinde hayata gözlerini açan Hz. İbrahim�in doğum müjdesini Peygamberimize, oğluna ebelik vazifesini yapan Selmâ Hatunun kocası Ebû Rafi getirdi. Bu mes�ud hadisenin müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafi�e bir köle bağışladı.2

Nur topu yavrusunun doğumunun yedinci günü bir kurban kestiren Resûl-i Ekrem, aynı gün oğluna ismini de verdi ve bu ismi şöyle açıkladı:

�Ona, ceddim İbrahim�in ismini koydum!�3

Emzikli Ensar kadınları Hz. Resûlullahın evlâdını emzirme bahtiyarlığına ermek için âdeta birbirleriyle yarış eder gibiydiler. Sonunda Resûl-i Ekrem Efendimiz nur topu evlâdını Ümmü Bürde Havle bint-i Münzir�e emzirmek üzere teslim etti.4 Bu vazifeyi üzerine almasından dolayı da Ümmü Bürde Havle�ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim vefâtına kadar sütannesi Ümmü Bürde Havle�nin yanında kaldı.

Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz. İbrahim�i sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını okşar, bağrına basardı.

Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes bin Mâlik (r.a.), ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

�Ben, ev halkına Resûl-i Ekremden (a.s.m.), daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim.

�İbrahim, Medine�nin Avâli kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk. İbrahim�in sütbabası [Ebû Seyf Bera� bin Evs] demirci idi. Evinin her tarafı dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.

�Yine bir gün Resûlullah onu görmek için yola çıkmıştı. Ben de kendisini takib ediyordum. Evine vardığımızda Ebû Seyf körüğüne asılıp duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum, ona �Körüğünü durdur! Resûlullah (a.s.m.) geldi� dedim. O da körüğünü durdurdu.

�Resûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu.�1

* * *



Şair Kâ'b bin Züheyr�in Müslüman Olması

Kâ�b bin Züheyr, büyük bir şâirdi. Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Kâ�b ile Büceyr�i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.

Şâir Züheyr bin Ebî Sülmâ, ehl-i kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.

Bir gece rüyâsında gökten bir ip uzatıldığını, ipe tutunmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyâsını, ahirzamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.

Bu sebeple vefâtından önce oğullarına, �Gelecek olan peygambere iman ediniz!� diye vasiyette bulunmuştu.1

Kur�an�ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan bir çok kuvvetli edip, şâir ve hatip, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber, şirkte direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı.

Kâ�b bin Züheyr bunlardan biri idi. Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu. Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Kâ�b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.

Bir gün yine kardeşi Büceyr�e Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Kâ�b�ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırını aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Ashabına şu emri verdi:

�Kim Kâ�b bin Züheyr�e rasgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır.�1

Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Kâ�b�ın uğrayacağı âkıbet şüphesiz dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatta bulunmak üzere bir mektup yazdı. Bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak, Hz. Resûlullaha gelip af dilemek olduğunu bildirdi.2

Mektubu alan Kâ�b, yerinde duramaz bir hale gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek için köşe bucak kaçacaktı, veyahut Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak sadakât elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.

Ka�b akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.

Uzun mesafeyi kısa zamanda katedip Medine�ye gelen Ka�b, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Kâ�b, bu durumu akıllıca kullandı. Peygamber Efendimizin, huzurunda diz çöküp mübârek elini tuttuktan sonra zekice şöyle bir teklifte bulundu:

�Kâ�b bin Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzur-u saadetinize gelmek istiyor. Ben, onu size getirsem, ona emân verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misiniz?�

Kâ�b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bundan pişmanlık duyup Müslüman olursa artık Resûl-i Kibriyâ ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem bu teklife, �Evet� cevabı vererek bu kanâatını izhar buyurdu.

Bu cevap üzerine, Ka�b�ın mânâ âlemi birden bire parladı ve elini Hz. Resûlullahın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:

�Şehâdet ederim ki, Allah�tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah�ın Resûlüdür.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve etrafında bulunan Sahabîler bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Sen kimsin?� diye sordu.

Kâ�b, �Ben, Kâ�b bin Züheyr�im Yâ Resûlallah� diye cevap verdi.

O sırada Ashabdan biri ortaya atıldı. �Yâ Resûlallah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım� dedi.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir�1 buyurdu.

Gönül ülkesi İslâmın manevî kılıcı ile fethedilen Ka�b hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan �Banet Süâdü� isimli kasidesini Hz. Resûlullaha sundu.

�Suad�ın ayrılığın yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar bana; �Ey Ebû Sülmâ�nın oğlu! Sen, artık kendini ölmüş bil� dediler.

�Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana; �Seni oyalayıp teselli edemem, başının çaresine bak� dedi.

�Ben de, �Çekilin yolumdan� dedim. Rahman�ın takdir ettiği her şey elbette olacaktır.

�İnsanoğlunun mes�ud hayatı ne kadar uzun olursan olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.

�Resûlullahın beni öldüreceğini haber aldım.

�Resûlullahın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir.

�Özür beyân ederek Allah Elçisinin yanına geldim.

�Resûlullahın katında özür daima kabule şayandır.

�Merhamet ve teenni ile muâmele et bana!

�İçinde bir çok nasihat ve hükümler bulunan Kur�an hediyesini sana ihsan eden Allah, hidâyetini arttırsın!

�Rakiplerimin dedikodusuyla beni muâheze etme!

�Hakkımda bir çok dedikodular yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.

�Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi, muhakkak titrerdi.

�Burada, beni ancak Allah�ın izniyle Peygamberin affına nâil olmak kurtarabilir.

�Ben, Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adâletli eline uzatıyorum.

�Şimdi, söz onun sözüdür!

�Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah�ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır��1

Ka�b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.

Kaside içinde bir beyt var ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O �Tâc Beyit� şuydu:

�Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah�ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlardan bir kılıçtır.�

Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini de izhar etti.

Bundan sonra �Banet Süâdü� adlı kaside �Kaside-i Bürde� olarak anılmaya başlandı.

Ka�b bin Züheyr, Hz. Resûlullahın bu hediyesi ile her zaman, her yerde iftihâr ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.

Bir seferinde Hz. Muâviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti.

Ka�b, �Resûlullahın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem�1 diye cevap vermişti.

Fakat Hz. Muaviye, Ka�b�ın vefâtından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullahın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı.2

Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.3

Bugün, Hz. Resûlullahın bu mübarek hırkası �Mukaddes Emânetler� arasında Topkapı Sarayının �Hırka-i Saadet� dairesinde muhafaza altında bulunmaktadır.4

�Hırka-i Saadet; 1,24 metre boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır.

�İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır.

�Önünde, sağ tarafında 0,23 x 0,30 ebâdında bir parçası noksandır. Sağ kolunda da eksiklik vardır. Yer yer haraptır.

�Hırka-i Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde (0,57 x 0,45 x 0,21) ebâdında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.1 Bunun üzerinde, Sultan Aziz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini havi uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.

�Bu çekmece ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olup üzerinde �Lâ ilâhe illallah. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li�l-âlemin. Lâ ilâhe illallah el-Melikü�l-Hakkü�l-Mübîn-Muhammedün Resûlullah Sadıku�l-Va�di�l-Emîn� yazılıdır.

�Dört ayaklı kâidesi de altın kaplamalıdır.�2

Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:

�Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan�ın on beşinci günü, Topkapı Sarayına gelir. Hırka-i Saadet, merasim-i mahsusa ile açılır ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu halde devlet ricali ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyâret ederlerdi.

�Hırka-i Saadetin başmuhafızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına âittir. Hırka-i Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze haline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı gelenek ile devam etmiştir.�3

* * *



Hicretin Sekizinci Senesinin Diğer Mühim Hâdiseleri

Uyeyne bin Hısn�ın Müslüman olması

Uyeyne bin Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm nûrunun gün geçtikçe etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu. Bir gün hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:

�Ey Uyeyne! Sen bu dar görüşlülükten hâlâ vazgeçmeyecek misin? Muhammed, memleketler fethedip duruyor, sen ise hâlà başka şeylerle meşgulsün.

�Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî Kurayzaların, ondan önce de Benî Kaynukaların, nihâyet Hayberlilerin işlerini sen de gördün. Halbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri ve kuvvetlileri idiler.�

Uyeyne adamı tasdik etti:

�Evet! Bütün bunlar, aynen oldu.�

Nihayet, Hicretin sekizinci senesinde, Mekke�nin fethinden az önce Medine�ye gelerek Müslüman oldu.1



Benî Süleymlerin Müslüman olması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke�yi fethe gittiği zaman sıradaydı. Kudeyd mevkiinde Süleymoğullarından 900-1000 kadar kişi gelip Peygamber Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular. Mekke�nin fethinde, Huneyn ve Tâif savaşlarında İslâm ordusunda bulundular.2



İlk kısas hükmü

Tâif Seferi esnasında idi. Peygamber Efendimize Benî Leyslerden bir adam getirildi. Bu adam, Huzeyllerden birini haksız yere öldürmüştü.

İki taraf Peygamber Efendimizin (a.s.m.) huzurunda iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar.

Sonunda Peygamber Efendimiz (a.s.m.), öldürülen adama karşılık, katilin de öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm infaz edildi.

Bu, İslâmda kısas ile neticelenen ilk kan dâvâsı idi.1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 9. senesi

Hicretin Dokuzuncu Senesi



Etrafa Vali ve Zekât Memurlarının Gönderilmesi


Hicretin 9. senesi Muharrem ayı. Bu tarihe kadar bir çok kabile İslâmla şereflenmiş, birçok memleket de İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.

Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu 9. yılı Muharrem ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tayin edip gönderdi.1

Resûl-i Ekremin, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:

�Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!�2

Yemen�in güzel kasabalarından biri olan San�a ve yine Yemen�in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cuheyneler, Kilaboğulları, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.3

Bu valiler idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.

Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâmın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.

Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar. Ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.

Mekke�nin fethi, İslâmın en parlak ve en şerefli bir zaferi idi. Çünkü, bu fetih ile senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslâmın galibiyeti ile netice bulmuştu.

Arabistan�daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatlice takip etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriyâyı kavmi olan Kureyşlilerle yalnız bırakmayı tercih etmişler ve �Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer o, kavmine galip gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir�1 demişlerdi.

İşte, etraftaki kabilelerin yakından takip ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke fethi ile İslâmın üstünlüğü, şirkin mağlubiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.

Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâmın şefkatli sînesine bir an evvel koşmak. Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bu dâvâyı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezlerdi.

Bu sebeple Mekke�nin fethini takip eden günlerde Hicretin 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine�ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla �Heyetler Yılı� adı da verilmiştir.2

Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzet ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekremin yüksek ahlâk ve faziletine, Ashabının nazik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.



Benî Temim Heyeti Medîne�de

Hz. Resûlullah, Hicretin 9. senesi Muharrem ayı başlarında Ashabdan Büsr bin Süfyan�ı Huzaalılardan Benî Kab Kabilesine zekâtlarını almak üzere göndermişti.

Kâ�boğulları, gelen memura teslim edilmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim Kabilesi oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldüreceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine�ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resûlü de elli kadar bedevî süvari ile Uyeyne bin Hısn�ı Temimoğulları üzerine göndermişti. Uyeyne bin Hısn, Temimoğulları üzerine aniden baskın yapmıştı. Bir çok ganimet malları ile birlikte on bir erkek, yirmi kadın ve otuz kadar da çocuk esir edip Medine�ye geri dönmüştü.1

Uyeyne bin Hısn�ın Medine�ye dönmesinden az sonra idi.

Zekât vermemekte direnen Temimoğullarından bir heyet çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatip ve şâirleri de vardı. Gayeleri esirlerini geri almaktı.

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) onlara, �Ne istiyorsunuz?� diye sordu.

�Biz Temim Kabilesindeniz� dediler. �Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiplerimizi getirdik.�

Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, �Ben şiir söylemekle vazifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim. Bunu yapamam. Fakat, haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!� buyurdu.

Bunun üzerine Benî Temim�in Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra, �Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini saysın döksün bakalım!� diyerek meydan okudu.

Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra Resûl-i Kibriyâ, Sâbit bin Kays�a, �Kalk! Şunun konuşmasına karşılık ver!� diye emretti.

Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiç bir hazırlığı olmadığı halde Cenâb-ı Hakkın büyüklüğüne ve Resûlullahın medh ve senâsına dâir Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belagatlı ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sâbit şöyle diyordu:

�Hamdolsun Allah�a ki, gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten Odur.

�Hiçbir şey yoktur ki, Onun fazl ve kereminin eseri olmasın!

�Bizim her tarafta galip gelişimiz ve hâkim oluşumuz da Onun kudretinin eseridir.

�O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir. Ki o peygamber; baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden, en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür.

�Allah, ona Kitabını indirmiş, onu kullarının emîni ve mu�temedi, cihanın da güzîdesi ve seçkini kılmıştır.�1

Sıra şâirlerin meharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.

Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medh eden bir kaside sundu.

Adam şiirini bitirir bitirmez Resûl-i Ekrem şâiri Hassan bin Sâbit�e, �Kalk yâ Hassan! Şu adamın şiirine karşılık ver!�2 diye emretti.

Sonra da, �Allahu Taâla, Resûlünü müdafaa ederken Hassan�ı muhakkak Cebrâil ile destekler� buyurdu.

Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hassan aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâmın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifâde ile dile getirdi.

Müslüman hatip ve şâirin, Temimoğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hitabe ve şiir sunmaları hem Peygamber Efendimizi, hem de orada bulunan Sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık Temim heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerininkinden daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akrâ bin Habis ise şöyle demekten kendini alamadı:

�Allah�a yemin ederim ki, bu zâta her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir.

�Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve daha gürdür.�1

Daha sonra Akrâ bin Habis, Hz. Resûlullahın yanına yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslümün oluşunu diğerleri takib etti.2

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, heyettekilerin herbirini birer hediye ile taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.3



Benî Esed Heyeti Medine�de

Hicretin 9. senesi Muharrem ayı idi. Medine�ye gelen heyetlerden biri de on kişilik Benî Esed Kabilesi idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize arzettikten sonra şöyle dediler:

�Yâ Resûlallah! Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harp etmeden Müslüman olduk.�1

Bu sözleriyle Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettâr kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı. Bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslâmın engin ruhuna vakıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.

Halbuki, iman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış oluyorlardı. İman etmekle Resûl-i Ekremin şahsına elbette bir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları son derece yersizdi ve İslâm ruhuna uygun değildi. Nâzil olan âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koydu:

�Onlar İslâma girmekle seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı başıma kakmayın. Eğer îmânınızda sâdıksanız, sizi îmâna kavuşturduğu için asıl sizin Allah�a minnetar olmanız gerekir.�2

Mü�minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmânı elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakka şükür ve hamddır. Bunun dışında îmânına mukabil hiç bir maddîmânevî menfaat beklememeli, hattâ kalben dahi arzu etmemelidir. Zira, îmân nimetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.

İmân ve Kur�an�a ait hizmetlerin sevap ve mükâfatları da uhrevîdir, âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îmân edip Müslüman olan, hem de Kur�an ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki ihlâsını kaybetmiş sayılır. İhlâsın zayi olması ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır. Allah korusun, insanı mânen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında imân ve Kur�an�a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği halde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nâil olsa, bunu, Cenâb-ı Hakkın kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir. Ayrıca �Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor� hissine de kapılmamalıdır.

* * *



Tayy Kabilesi Puthanesinin Yıktırılması

Tayy Kabilesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Tai�nin kabilesi idi. Yemen�de otururlardı.

Hicretin sekizinci senesinde Arabistan�ın her tarafı putlardan temizlenip, puthaneler yıktırılırken, bu kabilenin puthaneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu dokuzuncu yılı, Rebiülâhir ayında Hz. Ali�yi Ensarın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir kuvvetle Füls�ü yıkmaya gönderdi.1

Hz. Ali, emrindeki mücahidlerle Tayy Kabilesi yurduna vardı. Tayyoğulları mücahidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman bir çok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galip çıktılar ve bir çok esirle, bol miktarda ganimet malları elde ettiler. Bu arada, Tayyoğulları puthanesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücahidler tarafından yıkıldı. Putları Füls ise parçalanarak yakıldı.2

Kabile reisi Adiyy bin Hatem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı. Bu sebeple de ele geçirilememişti. Ancak esirler arasında Hatem-i Tâi�nin Seffâne adındaki kızı vardı.3



Seffâne�nin isteği

Hz. Ali memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esirler ve ganimet mallarıyla birlikte Medine�ye döndü.

Esirler arasında bulunan Seffâne, Mescid-i Nebevînin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zeki, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffâne ayağa kalkarak şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor. Kurtulmak için verecek bir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatına sığınıyorum.�1

Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffâne kendisini şöyle tanıttı:

�Yâ Resûlallah!

�Ben, âileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selâmlaşmayı yayan Hâtem-i Tâî�nin kızıyım.�

Seffâne�nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

�Ey kadın! Bu saydıkların gerçekten mü�minlerin sıfatlarıdır. Keşki baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık.�2

Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği gerçeğini. Evet, Hâtem-i Tâî Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatları Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hatem�in bu Müslümanca sıfatlarını takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffâne�yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriyâ bununla da kalmadı. Seffâne�ye bol bol ikramda da bulundu. Ona elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafile ile de Şam�a, kardeşinin yanına gönderdi.3

Doğruca Şam�a varan Seffâne derhal kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kızkardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy�in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi ve �Bu zât hakkındaki fikrin nedir?� diye sordu.

Fahr-i Âlemin mübârek simalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffâne1 tereddüt etmeden, �Bana sorarsan� dedi, �hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim.�

Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kızkardeşi buna hiç gerek olmadığını şu sözleriyle belirtti:

�Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin. Yok eğer hükümdar ise hiç bir şey kaybetmezsin. Yemen�deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik hor ve hakir de görülmezsin!�2

Adiyy, kızkardeşinin tavsiyesini uygun buldu. Derhal Medine�ye gelerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah evinde ağırlayıp, misafir etmek istiyordu.

Mescid�den çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu.

İhtiyar kadına karşı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bu güzel muâmelesi ve nezâketini müşâhede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşcasına mırıldandı:

�Vallahi, o bir hükümdar değildir!�

Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: �Öyle ise peygamberdir� ihtimâli.

Beraberce Hâne-i Saadete vardılar. Efendimiz, Adiyy�i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmaya kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu.

Efendimizin tevazuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı Adiyy�in gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmâna bir nebze daha yaklaştırdı.

Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu dâvetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu dâvete o anda müsbet cevap vermekten kaçındı:

�Ben� dedi, �Hıristiyanım!�

Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:

�Ey Adiyy! Belki de, �Onun dinine insanların zâif, fakir ve güçsüzleri giriyor� diye söylenmiş olmasından dolayı İslâma girmekten geri duruyorsun.

�Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hattâ mala talib olacak kimse bile bulamayacaklardır.

�Yine Müslümanlar az, düşmanları çok diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!

�Sen Hîre�yi bilir misin? İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir asayiş temin edecek ki, bir kadın tek başına Allah korkusundan başka hiç bir korku duymayarak Hire�den kalkıp Kâbe�yi tavaf etmeye gidecektir!�1

Bu konuşma, Adiyy�in gönül kapısını İslâma açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.

Ashab-ı Kirâmın büyüklerinden olan Adiyy bin Hâtem işte bu zâttır.

* * *



Peygamberimiz, Necâşinin Cenaze Namazını Kılıyor

Hicretin 9. senesi, Recep ayından bir gündü.

Hz. Resûlullahın etrafında birçok Sahabî vardı.

Bu sırada, �Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefât etti. Kalkın onun namazını kılın!�1 buyurdu.

Sahabîler derhal hazırlandılar ve Hz. Resûlullahın arkasında saf bağlayarak �salih kardeşleri� üzerinde gâib namazı kıldılar.

Namazdan sonra Resûl-i Ekrem, �Kardeşiniz Necaşî Ashame için Allah�tan mağfiret taleb ettik.�2 buyurdu.

Bunun üzerine Sahabîler �salih kardeşlerinin� Habeş hükümdarı Ashame olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.

Medine�ye yaklaşık bir hafta sonra gelen haber; Habeş Hükümdarının aynı günde vefât ettiğini bildiriyordu.

Habeş Necaşîsi Ashame, Hz. Resûlullah tarafından bir mektupla Hicretin yedinci senesinde İslâma dâvet edilmiş ve derhal Müslüman olmuştu. Müslüman elçiye de, �Keşke şu saltanata bedel Muhammed-i Arabînin (a.s.m.) hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanattan çok daha üstündür�3 demişti.

* * *



Peygamberimiz, Hanımlarından Bir An Uzak Kalıyor

Hicretin dokuzuncu senesinde, İslâm nûru bütün haşmetiyle Arabistan yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullahın elinde artık bir çok maddî imkânlar vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen Hz. Resûlullah, sade hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.

Fakat, Ezvâc-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nimetler içinde yaşamaktan nasiplerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak, �Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz� derlerdi.

Sonra da herbiri bir takım şeyler isterdi. Fakat, Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna rıza göstermelerini arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhiratın bu tarz isteklerde bulunmasından da mübârek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.

Efendimizin mutad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.

Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri de yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi. Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekreme çok sevdiği baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb�in yanında her zamankinden fazla kalırdı.

Bu durum Hz. Âişe�nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.1

Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında her nedense bir rekabet vardı. Hattâ bu yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Hz. Safiyye ve Hz. Hafsa Hz. Âişe�nin tarafını, Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymune ve Cüveyriye (r.a) ise Hz. Zeyneb bint-i Cahş�ın grubunu teşkil ediyorlardı.2

Resûl-i Ekremin, Hz. Zeyneb�in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:

�Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: �Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?� Resûlullah, �Hayır� diyecektir. Biz de o zaman, �O halde bu koku ne?� diye soracağız. Tabiî ki o, �Zeynep bana bal şerbeti içirmişti� cevabında bulunacaktır. O zaman da biz, �Demek o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış� deriz.�3

Megafir, �mağfur�un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.

Kâinatın Efendisi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Hafsa�nın odasına girerken, �Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?� sorusuyla karşılaştı.

Peygamber Efendimiz, �Hayır!� dedi.

Hz. Hafsa, �O halde bu koku ne?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Zeynep bint-i Cahş�ın evinde bal şerbeti içmiştim� buyurdu.

Hz. Hafsa, �Demek ki, o balın arısı Urfut ağacından yayılmış, bal toplamış� dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Onu bir daha içmem� diyerek yemin etti.

Sonra da, �İşte, yemin ettim. Sakın bunu başka bir kimseye duyurma� buyurdu.1

Böylece Peygamber Efendimiz sırf �hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb halinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kıskançlığının âile nizamı üzerinde aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebnî�2 olarak kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.3

Bunu verdiği bir kaç sır ile4 birlikte gizli tutmasını Hz. Hafsa�ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ ondan bu hususta söz aldı.

Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: �Ey Peygamber! Niçin hanımlarının hoşnutluğunu arayıp da Allah�ın helâl kıldığı şeyi kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.�1

Hz. Hafsa, Resûl-i Ekremin bu sırlarını gizleyemedi. Çok geçmeden anlaştıkları Hz. Âişe�ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali� oldu.

Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıânın ifşâ edildiğini Cenâb-ı Hak, Resûlüne vahiy ile bildirdi:

�Hani Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Hanımı bu sözü açığa vurunca Allah da peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi. Sonra Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu böylece anlatınca, hanımı �Bunu sana kim bildirdi?� diye sordu Peygamber de �Herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah bildirdi� diye cevap verdi.�2

Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa�ya serzenişte bulundu. Sonra da Ezvâc-ı Tâhirattan bazıları dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.

Peygamberimiz hem bu duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.

Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadakâtlarını ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti.3 Bu yeminden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.4

İşte bu hadiseye İ�lâ Hadisesi denir. İ�lâ�nın lûgat mânâsı �mutlak yemin� dir. Fıkıh dilinde ise, erkeğin cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.



Ashab-ı Kiramın telâşı

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Meşrebe�de yalnız başına kaldığını duyan Sahabîler, �Hanımlarını boşamıştır� düşüncesiyle telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:

�Medine�nin Avâli semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullahı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve saireye dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.

�Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım:

��Ne var?� diye sordum.

��Büyük bir felâket� dedi.

��Ne oldu?� dedim, �Gassanîler Medine�ye hücuma mı geçtiler?�

��Hayır,� dedi, �daha fena bir şey oldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!�

�Bunun üzerine sabah namazını kıldıktan sonra, giyinip kuşandım ve Medine�ye indim. Hafsa�nın yanına vardım. Ağlıyordu. �Ne diye ağlıyorsun?� dedim. �Ben, seni Resûlullaha karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten sakındırmamış mıydım?� Sonra sordum: �Allah Resûlü sizleri boşadı mı?�

��Bilmiyorum� dedi.

��Resûlullah şimdi nerede?� diye sordum.

��Şuradaki Meşrebe�de. İnzivaya çekilmiş� dedi.

�Kalktım, Resûlullahın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebâh vardı. �Ey Rebah� dedim, Resûlullahın yanına girmem için izin iste.

�Rebâh içeri girip çıktı: �Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söylemedi� dedi.

�Dönüp Mescide gittim. Ashab-ı Kiramdan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı. Bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullahın odasına tekrar yaklaştım. Rebâh�a �Ömer�in içeri girmesi için izin iste� dedim.

�Köle içeri girip çıktı, �Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi� dedi.

�Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.

�Yine Resûlullahın bulunduğu odaya yaklaştım. Sesimi yükselterek, �Ey Rebâh� dedim, �ben Resûlullahı görmek istiyorum. Müsaade iste. Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum.�

Rebâh içeri girdi. Çıkınca, �Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi� dedi.

�Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: �Gir, artık sana izin verdi!�

�İçeri girdim, Allah Resûlüne selâm verdim. Hasırdan örtülü bir yatak üzerinde idi. Hasır derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyordu. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı. Resûlullah, �Niçin ağlıyorsun?� diye sordu.

�Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefâsını sürerken, siz Allah�ın en sevgili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!�

�Resûlullah, �Ey Hattab�ın oğlu Ömer!� dedi. �Dünya nimeti onların, âhiret saadeti de bizim olmasına râzı değil misin?�

�Sonra, �Yâ Resûlallah! Hanımlarını boşadın mı?� diye sordum.

�Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, �Hayır� buyurdular.

�Bu cevap karşısında birden bire �Allahü Ekber� dedim.

Sonra da, �Bütün Ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikatı söyleyeyim mi?� dedim.

�Resûlullah, �Olur� dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.

�Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım, �Resûlullah, hanımlarını boşamamıştır.��1



Resûlullahın Meşrebe�den ayrılışı

Bir ay dolunca Resûlullah, inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:

�Ey Peygamber, hanımlarına de ki: �Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip sizi güzellikte serbest bırakayım.�

��Eğer Allah�ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.��2

Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), hanımlarını, dünya ve dünya zîneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.

Âyet, nâzil olduğu sırada Efendimiz hanımlarından Hz. Âişe�nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı. Hattâ bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyân etti. Hz. Âişe derhal cevabını verdi:

�Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım! Ben elbette ki, Allah�ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!�1

Peygamber Efendimiz bu cevaba gülümsedi.

Diğer Ezvâc-ı Tahirât da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve zînetine tercih ettiler. Böylece Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadakâtlarını ispatlamış oldular.

* * *



Benî Beliy Heyetinin Müslüman Oluşu

Hicretin 9. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte, Benî Beliy Kabilesinden bir heyet Medine�ye geldi. Peygamber Efendimizle görüşüp huzurda Müslüman oldular.1

Heyetin büyüğü Ebüddabib bu arada Peygamber Efendimize bazı sorular sordu.

�Yâ Resûlallah� dedi, �ben, misafirleri ağırlamayı seven biriyim. Bundan dolayı bana âhirette bir sevap var mıdır?�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Evet, zengine olsun fakire olsun, yapacağın her iyilik sadakadır�2 buyurdu.

Bu cevaptan memnun olan Ebüddabib bu sefer, �Yâ Resûlallah! Misafirliğin müddeti ne kadardır?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Üç gündür. Bundan sonra oturmak misafir için uygun olmaz� buyurdu.3

Peygamber Efendimiz, bu hadisleriyle misafirliğin hududunu çizmiştir. Mü�min, misafir mü�min kardeşini üç gün yedirip içirip, barındırmakla vazifelidir. Üç günü geçtikten sonra bu mükellefiyet üzerinden düşer. Bundan sonra onu ağırlayıp ağırlamamakta serbesttir.

Beliy Heyeti, üç gün kaldıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler.4

* * *



Tebük Gazâsı

Hicretin 9. senesi, Receb ayı. ( Milâdî 630.) Hicretin dokuzuncu senesi, İslâmın Arabistan Yarımadasında bütün haşmetiyle yayıldığı senedir. Bir taraftan dalga dalga insanlar Medine�ye gelerek Resûl-i Ekreme İslâmiyet üzerine bîat ediyor, diğer taraftan Müslüman olmuş kabilelerin dinî ve idarî işlerini tanzim etmek gayesiyle etrafa memurlar ve valiler gönderiliyordu. Hülâsa, Asr-ı Saadette İslâm, Hicretin 9. senesinde en şaşaâlı ve ihtişamlı devrini yaşıyordu.

Ancak, parlayan bu güneşin haşmetini çekemeyen devletler de vardı. Onlardan biri, o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans�tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğü tahrik neticesinde Din-i Mübîn-i İslâmı ve müntesiplerini ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu. Bu maksatla Cüzâm, Lahm, Âmile, Gassan, v.s. gibi kabileler de Heraklius�un bu ordusuna katılacaklardı.1 Bir insan seli halinde Medine üzerine akacak ve güya Müslümanları imha edeceklerdi.

Durumu Resûlullah Efendimiz derhal haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herhangi bir gazâya çıkarken, maksadını açıklamazdı. Bir başka yere gidecekmiş gibi davranır ve konuşurdu.

Bu sefer öyle yapmadı. Halkın ona göre hazırlanması için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunu, düşmanın da çokluğunu açıkça mücahidlere bildirdi.2

Medine içinde harp hazırlıkları başlarken Peygamber Efendimiz etraftaki Müslüman kabilelere de haber gönderdi ve harp için mücahid istedi.1



Sahabîlerin yardımları

Her tarafa kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek mücahidlerden bir çoğunun silah satın alacak, harp hazırlığı için sarf edecek paraları yoktu.

Resûl-i Ekrem, Müslüman zenginleri harp hazırlığı ve teçhizatı ile yardıma çağırdı.

Hali vakti yerinde olan Müslümanlar, bu dâvete derhal iştirak ettiler.

Hz. Ömer, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dâvetine koşanların başındaydı. Kendi kendine, �Bugün Ebû Bekir�i geçeceğim� diyordu. Malının yarısını alıp Peygamber Efendimize getirdi.

Resûl-i Ekrem, �Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın?� diye sordu.

Hz. Ömer, �Size getirdiğimin bir mislini bıraktım� dedi.2

Hz. Ebû Bekir, bütün serveti olan dört bin dirhem3 gümüşü alıp huzur-ı Risâlete getirdi. Hz. Ömer, onun ne getirmiş olduğunu merakla öğrenmek istiyordu. Peygamber Efendimiz, �Ey Ebû Bekir! Ev halkına ne bıraktın?� diye sordu.

Sıddık-ı Ekber sevinçle, �Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım�4 cevabını verdi.

Bu fedakârlık karşısında Hz. Ömer�in gözleri yaşardı ve �Anam babam sana fedâ olsun, ey Ebû Bekir� dedi, �hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun. Artık, hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım.�5

�Zinnûreyn� lâkabının sahibi Hz. Osman, o sırada Şam�a göndermek üzere bir ticaret kervanı hazırlatmıştı. Yardım dâveti üzerine, kervanı Şam�a göndermekten vazgeçti ve üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte Hz. Resûlullaha teslim etti. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti.

Hz. Osman bin Affan�ın bu fedakârlığı karşısında Server-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), �Allah�ım, ben Osman�dan razıyım, sen de ondan razı ol!�1 diye duâ etti.

Hz. Resûlullahın yardım dâvetine Abdurrahman bin Avf (r.a.), dört bin dirhemle koştu:

�Yâ Resûlallah,� dedi, �bu dört bin dirhemi size takdim ediyorum, bir o kadarını da ev halkım için bıraktım.�

Resûl-i Ekrem, �Getirdiğin de, ev halkına bıraktığın da bereketli olsun�2 buyurdu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu duâsı sebebiyledir ki, Abdurrahman bin Avf Hazretleri vefât ettiği zaman dört hanımından sadece her birisinin miras hissesine on sekiz bin miskal altın düştüğünü görmüşlerdi.3

Daha bir çok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiç biri, getireceği şeyin küçüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.



Bir sa� hurma ile yardıma koşan zât

Ebû Akil, elinde bir sa�4 hurma ile Resûlullahın huzuruna geldi:

�Yâ Resûlallah,� dedi, �iki sa� hurma karşılığında bütün gece sırtımda su çektim. Bu iki sa�dan birini ev halkım için bıraktım. Diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim.�

Bundan son derece mütehassis olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın� diye duâ etti ve getirilen hurmaların sadakalar kısmına dökülmesini emretti.1

Bir başka fakir Müslüman olan Ulbe bin Zeyd, Allah Resûlünün bu dâvetine can u gönülden bir şeylerle katılmak istiyordu. Ama götürecek hemen hemen hiç bir şeyi yoktu. Allah�a yalvardı:

�Ey Allah�ım! Sen, cihada çıkmayı emrettin. Halbuki beni, Resûlünle birlikte cihada çıkabilecek bir bineğe sahip kılmadın.�

Sonra, kendilerinden yararlandığı bazı şeylerle Hz. Resûlullahın huzuruna geldi. �Yâ Resûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Kendisinden faydalandığım şu şeyleri tasadduk ediyorum� dedi ve ilâve etti:

�Bundan dolayı, beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle, �Bu da tasadduk edilir mi?� deyip eğlenecek kimseye hakkımı helâl ediyorum!�2

Peygamber Efendimiz, �Allah sadakanı kabul buyursun� dedi.

Ertesi gün, Peygamber Efendimiz Ashabına, �Şu gece tasaddukta bulunmuş kişi nerededir?� diye sordu.

Kimsede bir hareket görülmedi.

Bu sefer Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Gece sadakayı veren nerede ise ayağa kalksın� buyurdu.

Hz. Ulbe ayağa kalktı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Ben, senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim. Muhammed�in varlığı kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın�3 buyurdu.

Hz. Ulbe, duâsının kabulünden dolayı son derece memnun oldu.



Müslüman kadınların fedakârlığı

Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şayandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar zînet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Hz. Resûlullaha seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.

Eslem Kabilesine mensup Hz. Ümmü Sinan der ki:

�Âişe�nin (r.a.) evinde Resûlullahın (a.s.m.) önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubendler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan bir takım şeyler buluyordu.�1

İşte bütün bu yardımlarla kıtlık, yoksulluk ve fakirlik yüzünden harbe iştirak edecek durumdan mahrum bulunan bir çok Müslümana da silah tedarik edildi, sefer hazırlığı yapıldı, harp teçhizatı sağlandı.

Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki, zengin Ashabın yardımları bile onların techizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar Resûlullaha sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, ancak kimine binecek deve, kimine silah, kimine ise yol azığı tedarik edilemediğinden kabul edilmiyorlardı.

Red cevabı alanlar arasında �Bekkâûn� yani �Ağlayanlar� diye meşhûr yedi zât vardı ki, şunlardı: Salim bin Umeyr, Amr bin Humam, Ulbe bin Zeyd, Irbad bin Sâriyye, Ebû Leylâ Abdurrahman bin Kâ�b, Abdullah bin Mugaffel ve Heremî bin Abdullah.2

Bu yedi zât, harp hazırlıkları sırasında Peygamberimizin huzuruna çıkarak, �Yâ Resûlallah! Sefere çıkmak isteriz. Ancak, binecek devemiz, yolda yiyecek azığımız yok!� diyerek durumlarını arz ettiler.

Resûl-i Ekrem, �Size verecek binek kalmadı� buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzur-ı risâletten ayrıldılar.1

Cenâb-ı Hak, bu fedakâr Sahabîler hakkında şöyle buyurdu:

�Şu kimseler üzerine de cihâda katılamadıkları için bir günah yoktur ki, sana her gelişlerinde, �Sizi bindirecek bir şey bulamadım� derdin, onlar da cihad için harcayacak birşey bulamamanın üzüntüsüyle gözleri yaşla dolu olarak dönerlerdi.�2

Harbe iştirak edemeyecekleri endişesiyle üzüntülerinden göz yaşı dökerek Peygamberimizin huzurundan ayrılan bu Sahabîler, bu âyetin inmesiyle zengin Sahabîler tarafından birer ikişer teçhiz edildiler. Böylece, harbe iştirak etmek imkânı kendilerine tanınmış oldu. Rivâyete göre bunların üçünü Hz. Osman bin Affan, ikisini Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, ikisini de Yamin bin Umeyr harp için techiz etmişlerdir.3



Münafıklar sahnede

Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak için bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi. Ve böyle bir zamanda İslâm ordusu dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans�a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi, bu sıkıntılara nasıl katlanabilirlerdi?

Nitekim, dünyaya âdeta kopmaz bağlarla bağlı bulunan ve dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu. Reisleri Abdullah bin Übeyy, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:

�Muhammed Roma Devletini oyuncak mı zannediyor? Onun ve Ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim.�1

Diğer münâfıklar da, �Bu sıcakta harbe mi çıkılır?� diyorlardı.2

Cenâb-ı Hak, münâfıkların bu sözleri üzerine şu Âyet-i Kerime�yi inzâl buyurdu:

�Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için keyiflendiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, �Bu sıcakta cihâda çıkmayın� dediler. Sen, �Cehennem ateşi daha sıcaktır� de, Keşke anlayabilselerdi!�3

Bazı münâfıklar ise kadınlara olan düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu.

Bunun üzerine de şu âyet-i celile nâzil oldu:

�Onlardan, �İzin ver de beni fitneye düşürme� diyenler vardır. Heyhat, onlar fitnenin tâ içine düşmüşledir. Cehennem ise, kâfirleri her taraftan kuşatmıştır.�4

Daha bir çok münâfık böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, seksenden fazla münâfığa izin verildi.

Onlar, Peygamber Efendimize beyân ettikleri özürlerinde yalancı idiler. Allah ve Resûlüne gönülden inanmış kimseler değillerdi.

Cenâb-ı Hak (c.c.) şu âyetiyle de onların bu durumunu Resûlüne haber veriyordu:

�Cihâddan geri kalmak için izin isteyenler, ancak Allah�a ve âhiret gününe inanmayan ve kalbleri şüpheye tutulmuş kimselerdir ki, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar.�5

Bir sonraki âyette de Allahü Teâlâ yerlerinde oturup kalanlara bakıp ümitsizliğe kapılmamaları için Müslümanları teselli ediyordu:

�Eğer sizinle beraber cihâda çıksalardı, sizin için fesattan başka birşey arttırmazlar, fitne çıkarmak için aranızda koşuştururlardı. İçinizde ise onları can kulağıyla dinleyecekler vardır.�1

Münâfıklar gürûhunun sudan bahanelerle harbe iştirak etmeyişleri, Allah ve Resûlüne gönülden bağlı olan mücahidleri cihâda çıkmak hususunda asla tereddüde düşürmedi.



İslâm ordusu hazır

Resûl-i Ekrem Efendimiz, her türlü sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen Seniyyetü�l-Veda� ordugâhında ordusunu hazırladı. Ordu, otuz bin kişi idi. Bunun on binini süvariler teşkil ediyordu.2

Bundan sonra Peygamber Efendimiz Medine�de yerine Muhammed bin Mesleme�yi (r.a.) vekil bıraktı.3

Hz. Ali de İslâm ordusuyla Seniyyetü�l-Veda�a kadar gelmişti. Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) onu huzuruna çağırdı ve �Medine�de muhakkak ya ben, ya da sen kalacaksın�4 buyurdular. Sonra da onu her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine�de bırakacağını söyledi. Hz. Ali ağladı, �Yâ Resûlallah!� dedi. �Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim. Tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?�5

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevaben, �Bana göre sen, Musâ�ya göre Harûn6 gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir�7 buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sürat Medine�ye geri döndü.

Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir�e teslim etti.1 En büyük bayrağı ise Zübeyr bin Avvam�a (r.a.) verdi.

Hazreclilerin sancağını Ebû Dücâne (r.a.), Benî Malik bin Neccarların bayrağını ise Zeyd bin Sâbit�e verdi.



İslâm ordusunun Medine�den hareketi

Receb ayının bir Perşembe günü idi.

Güneşin batışına yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu Medine�den Tebük�e doğru harekete geçti. Gönüllü olarak Allah yolunda cihâda çıkan mücahidlerde, bunca sıkıntı ve ağır şartlara rağmen en ufak bir tereddüt ve gevşeme yoktu. Geçici sıcaklığa ve sıkıntılara karşılık âhiret âleminde sonsuz nîmetlere kavuşacaklarını, Allah�ın cemâliyle müşerref olacaklarını biliyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı, imanlı gönüllerindeki serinliğe tesir etmiyordu. Maddî sıkıntı ve imkânsızlıklar İ�lâ-yı Kelimetullah uğrunda savaşmaya olan aşk ve şevklerini kıramıyordu. Bu ulvî ve kudsî duygularla yollarına devam ediyorlardı.



Hz. Ali�nin arkadan İslâm ordusuna yetişmesi

Peygamberimiz tarafından Hz. Ali�nin Medine�de bırakılması üzerine de münâfıklar, aralarında ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslâm camiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti. Şöyle diyorlardı:

�Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine�de bıraktı!�2

Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu? Derhal silahlanıp İslâm ordusunun arkasına düştü. Cürf denilen mevkide Resûl-i Kibriyâ Efendimizle buluştu. Peygamber Efendimiz, �Yâ Ali! Neden dolayı çıkıp geldin?� diye sordu.

Hz. Ali, �Yâ Resûlallah! Münâfıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar. Bende görüp hoşlanmadığım bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden söz ediyorlar.�1

Peygamber Efendimiz işin mahiyetini anlamıştı. Güldü:

�Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben, seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Derhal geri dön. Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!� buyurdu. Sonra ilâve etti:

�Yâ Ali! Bana göre sen, Musâ�ya göre Hârun gibi olmağa razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber olmayacaktır!�2

Hz. Ali, Peygamber Efendimizin sözlerini tasdik edip derhal Medine�ye döndü.3

Medine�de bir çok münâfık kalmıştı. Bunların, herhangi bir karışıklığa ve bozgunculuğa tevessül edebilecelerini de göz önünde bulundurarak Peygamber Efendimizin Hz. Ali�yi Medine�de bıraktığı da söylenebilir.



Meşhur üç kişi

Bir kısım münâfığın sefere katılmayışı yanında, ne yazık ki, samimî Müslümanlardan Kâ�b bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye ve Mürâre bin Rebi� de sırf ihmalkârlıkları yüzünden Medine�de kaldılar.4

Bu meşhur üç kişi hakkında vaki olacak muameleyi Peygamber Efendimizin Medine�ye dönüşünden sonra anlatacağız.

Fahr-i Kâinat kumandasındaki İslâm ordusu güneşin sıcaklığına, çölün kavuruculuğuna aldırmadan yoluna devam ediyordu. Bir ara mücahidler, �Yâ Resûlallah! Ebû Zerr, devesi yürümediğinden geride kalmış� dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Eğer, onda bir hayır varsa, Yüce Allah, onu bize kavuşturur�1 buyurdu.

Ebû Zerr (r.a.), devesi zâif olduğu için geride kalmıştı. Devesinin yürüyemeyeceğini anlayınca da eşyasını sırtına almış, şiddetli sıcaklar altında yaya olarak ordunun arkasına düşmüştü.

Ordu, bir konak yerinde istirahata çekilmişken, uzaktan birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan Ebû Zerr�di. Mücahidler, Peygamber Efendimize haber verdiler. Resûlullah şöyle buyurdular:

�Allah, Ebû Zerr�e merhamet etsin. O, yalnız yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!�2

Bu ferman-ı Nebevîden seneler sonra Hz. Osman�ın hilâfeti sırasındaydı.

Şam�da ikâmet etmekte olan Ebû Zerr bir gün, �Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele�3 meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu.

Hz. Muâviye, �Bu, biz Müslümanlar hakkında değil, ehl-i kitap hakkındadır� deyince, Hz. Ebû Zerr, �Hayır, bu hem bizim, hem de ehl-i kitap hakkındadır� cevabını verdi.

Bu sebeple aralarında tartışma ve münakaşa çıktı. Hz. Muâviye, bunun üzerine, �Ebû Zerr, Şam halkını rahatsız ediyor� diye yazıp, onu Hz. Osman�a şikâyet etti.

Hz. Osman da onu Şam�dan Medine�ye çağırdı.

Medine�ye gelen Hz. Ebû Zerr�e İslâm Halifesi, �Yanımda kal. Bütün ihtiyaçlarını ben karşılayayım� diye teklifte bulundu. Fakat o, �Dünyanızdaki şeylerin bana gereği yok� diyerek bu teklifi kabul etmedi.

Bu sefer Hz. Osman, �İstersen, yakın bir yere çekil, orada kal� diye teklif etti.

Ebû Zerr, bunu kabul etti ve �Rebeze�ye gitmeme izin ver� diye dilekte bulundu.

Hz. Osman�ın izin vermesi üzerine de Medine�ye üç konak uzaklıkta bulunan Rebeze�ye gitti.

Bir müddet sonra rahatsızlandı. Yanında sadece zevcesi ile hizmetçisi vardı. Onlara, �Ölünce beni yıkayınız, kefenleyiniz. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyunuz. Yanınıza uğrayacak ilk binitli yolculara, �Bu Resûlullahın (a.s.m.) Sahabîsi Ebû Zerr�dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz� deyiniz� diye vasiyet etti.

Hanımı ağlamaya başlayınca, �Niye ağlıyorsun?� diye sordu.

Hanımı, �Sen, ölüp gidersen ben ne yaparım? Elimde avucumda hiç bir şey bulunmadığı gibi, seni saracak bir kefen bile yok� dedi.

Bunun üzerine Ebû Zerr, �Ağlamayı bırak� dedikten sonra şöyle konuştu:

�Bir gün bir kaç kişiyle birlikte Resûlullahın huzurunda idik. Şöyle buyurdular:

�İçinizden birisi kır bir yerde vefât edecek. Cenazesinde mü�minlerden, küçük bir cemaat hazır bulunacaktır.�

�O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi, cemaatlar içinde vefât ettiler. Sağ kalan bir tek ben varım. Şimdi de ben, kır bir yerde ölüyorum. Yolu gözetle! Söylediklerimin doğru çıkacağını göreceksin.�1

Bu sözlerinden bir müddet sonra, Hicretin 32. senesinde yanında sadece hanımı ve hizmetçisi bulunduğu halde vefât ederek, Hz. Resûlullahın yirmi sene önce verdiği haberi tasdik etti.

Vefât edince, zevcesi ile hizmetçisi onun vasiyetini yerine getirdiler. Yıkayıp kefenledikten sonra cenazesini yolun ortasına koydular.

Tam o sırada umre yapmak üzere Iraklılardan küçük bir kafile çıka geldi. İçlerinde meşhur Sahabî Abdullah bin Mes�ud da vardı.

Ebû Zerr�in hizmetçisi ayağa kalktı, �Bu, Resûlullahın Sahabîsi Ebû Zerr�dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz� deyince, Hz. Abdullah bin Mes�ud kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Resûl-i Kibriyânın seneler önceki fermânını tekrarladı:

�Ebu Zerr, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur.�

Sonra da hep beraber bu büyük Sahabînin cenazesini defnettiler.1

İslâm ordusu Hıcr�da

İslâm ordusu Hıcr mevkiine vardı. Burası sekizinci konak yerleri idi.

Medine�den yedi merhale mesafede bulunan Şam yolu üzerindeki Hıcr, Hz. Salih�in (a.s.) kavmi olan Semud�un gece yarısından sonra Cenâb-ı Hak tarafından estirilen bir toz bulutu ile helâk olduğu yerdi.2

Buraya varınca Peygamber Efendimiz, �Şu azaba uğratılmış olanların evlerine, onların uğradıkları azaba uğrayacağınızdan korkarak ve ağlayarak giriniz�3 buyurdu.

Mücahidler, Hıcr�ın kuyusundan su aldılar. Onunla hamurlarını yoğurdular. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şu emri verdi:

�O kuyunun suyundan su içmeyiniz. Ondan namaz için abdest de almayınız! Onunla yoğurduğunuz hamuru da, develere yem yapınız! Ondan hiç bir şey yemeyiniz.�4



Peygamberimizin yağmur duâsı

Hıcr mevkiinde sabahlayan İslâm ordusunda büyük bir susuzluk başgösterdi. Mücahidlerin su kablarında su kalmamıştı. Hz. Ömer o ânı şöyle anlatır:

�O kadar susamıştık ki, susuzluktan boynumuzun kopacağını zannettik. Herhangi birimiz gidiyor, yüklerimizin arasında su arıyor, ancak orada su bulamadığımız gibi düşüp kalıyorduk. Hattâ içimizden biri devesini kesmiş, hörgücündeki suyu içmişti.�1



Münâfıkların dedikoduları

Müslümanlar arasında bulunan münâfıklardan bazıları bunu fırsat bilerek dedikoduya başladılar:

�Eğer Muhammed, gerçekten bir peygamber olsaydı, Musa Peygamberin kavmine, Allah�tan yağmur dileyip, yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah�tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı.�

Peygamber Efendimiz bu ileri geri konuşmaları duyunca, �Demek onlar, böyle söylüyorlar öyle mi? Allah�ın, size yağmur yağdıracağını umarım�2 buyurdu.

Hz. Ömer, sözlerine devamla der ki:

�Bütün bu güçlük ve sıkıntılar karşısında Ebû Bekir dayanamayarak Resûlullaha şu ricada bulundu:

��Yâ Resûlallah! Allah, duânızı kabul eder. Ne olur bizim için hayır duâda bulunsanız.�

�Resûlullah (a.s.m.), �Bunu istiyor musunuz?� buyurdu.

�Ebû Bekir, �Evet yâ Resûlallah!� dedi.

�Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak duâ etti. Daha duâsını bitirmeden, hava birden bire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı. Sonra da sağnak halinde boşaldı. Bütün mücahidler kaplarını doldurdular.

�Konakladığımız yerden ayrılınca, bir de ne görelim, yağmur sadece ordunun bulunduğu bölge içinde yağmış. O bölgenin dışına bir tek damla bile düşmemiş.�

İşte Kâinatın Efendisi böylesine bir duâ, bir niyaz ve istek ile Allah�ın ikram ve ihsanına mazhar oluyordu.

Hz. Resûlullah, hayatında bu tarz bir çok mu�cizelere, ikram ve ihsanlara mazhar olmuştur. Bu da onun peygamberliğinin delillerinden biridir. Bu ikram ve ihsanları gözleriyle gören Müslümanların ise imanları daha da kuvvetleniyor, daha fazla mertebe katediyordu.



Kasvâ�nın kaybolması

Sefer sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin devesi Kasvâ kayboldu.1 Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.

Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt, �Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez�2 diye söylendi.

Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine ulaştırılınca, �Vallahi, ben ancak Allah�ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!� buyurdu ve ilâve etti:

�Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz.�3

Sahabîler, Hz. Resûlullahın tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.4

Resûl-i Ekrem, ancak Cenâb-ı Hakkın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev�idir.

Resûlullahın, Allah�ın bildirmesiyle haber verdiği istikbale âit bütün haberler Ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.5



İslâm ordusu Tebük�te

Nihâyet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan âdeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslâm ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük�e vardı.

Fakat, ortada ne Bizans ordusu, ne de bir başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti.

Ebû Hayseme, samimi bir Müslümandı. Sadece ihmalkârlığı yüzünden İslâm ordusuna katılmayıp, Medine�de kalmıştı.

İslâm ordusunun Medine�den ayrılışından günlerce sonra, bir gün işinden evine dönmüştü. Hanımlarının çardağı süpürmüş, temizlemiş ve soğuk şerbetleri hazırlamış olduğunu görmüştü. Bu manzara birden âlemini değiştirdi. Çardakların kapısı önünde dikildi. Hanımlarına ve kendisi için hazırlanan şeylere bakarak şöyle dedi:

�Sübhanallah! Resûlullah (a.s.m.), yakıcı güneşin, rüzgâr ve sıcağın altında silahını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mal ve mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?� Sonra da hanımlarına dönerek, �Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâma gidip kavuşmadıkça hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim! Derhal yol azığımı hazırlayınız� dedi.1

Yol azığı hazırlanan Ebû Hayseme derhal Medine�den Tebük�e doğru yola çıktı. İslâm ordusu Tebük�te konakladığı esnada mücahidler uzaktan bir atlının geldiğini fark ettiler. �İşte, bakınız bir süvari geliyor!� dediler.

Peygamber Efendimiz, �Ebû Hayseme mi ola? Onun olmasını isterdim� buyurdu.

Biraz sonra yaklaşınca, Sahabîler onu hemen tanıdılar. �Yâ Resûlallah! Vallahi, gelen Ebû Hayseme�dir,� dediler.

Ebû Hayseme, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna varıp selâm verdi. Resûl-i Ekrem, �Ebû Hayseme! Sen, helâke yaklaşmıştın!�1 buyurdu.



Peygamberimizin Tebük�teki hitabesi

İslâm ordusunun Tebük�te beklediği sıradaydı.

Peygamber Efendimiz, bir ara ayağa kalktı. Arkasını bir hurma ağacına dayayarak şu hitabede bulundu:

�Size insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vereyim mi? İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allah yolunda çalışan kimsedir!

�İnsanların en şerlisi de, Allah�ın Kitabını okuyup, ondan hiç faydalanmayan azgın kimsedir. İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu Allah�ın Kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takvadır.

�Dinlerin hayırlısı, İslâmiyettir.

�Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed�in sünnetleridir.

�Sözlerin şereflisi, zikrullahtır.

�Kıssaların güzeli, Kur�an�da olan kıssalardır.

�Amellerin hayırlısı, Allah�ın yapılmasını mecbur kıldığı farzlardır.

�Amellerin kötüsü, bid�atlar, sonradan ihdâs edilmiş (hoş olmayan) şeylerdir.

�En güzel yol, en güzel yaşayış, Peygamberin yolu ve yaşayışıdır.

�Ölümlerin şereflisi, şehidlerin ölümüdür.

�Körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra dalâlete sapmaktır.

�Doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır.

�Körlüğün kötüsü, kalb körlüğüdür.

�Veren el alan elden hayırlıdır.

�Az olup yetişen şey, çok olup Allah�a taattan alıkoyandan hayırlıdır.

�Özür dilemenin en fenası, ölüm gelip çattığı zamankidir.

�Pişmanlığın kötüsü, Kıyâmet günündekidir.

�Yanlışları en çok olan, dili en çok yalan söyleyendir.

�Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginlidir.

�Hikmetin başı, Allah korkusudur.

�Şarap, içki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır.

�Gençlik, delilikten bir bölümdür.

�Kazançların kötüsü, faiz kazancıdır.

�Yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir.

�Mes�ud kişi, başkasının halinden ders ve ibret alandır.

�Amellerde esas olan, neticeleridir.

�Düşüncelerin kötüsü, yalan yanlış düşüncelerdir.

�Mü�mine sövmek, günah işlemektir ve dinî emirlere hürmetsizliktir.

�Mü�mini öldürmek küfürdür.

�Mü�min etinin yemek [dedikodu ve gıybetini yapmak] Allah�ın emirlerine karşı koymaktır.

�Yalan yere, Allah adıyla yemin eden kişi, yalanlanır.

�Af dileyen kişi Allah tarafından affolunur.

�Kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır.

�Uğradığı zarara katlanan kişiye, Allah karşılığını verir.

�Allah, zorluklara sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat arttırır.

�Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

�Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

�Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Kendim ve sizin için Allah�tan mağfiret dilerim!�1



Peygamberimizin tâunla ilgili emri

Peygamber Efendimiz Tebük�te iken, Şam taraflarında bir yerde tâun (veba) hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine Ashabına hitaben şöyle buyurdu:

�Bulunduğunuz herhangi bir yerde tâun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız!

�Tâun zuhur eden yere de sakın yaklaşmayınız.�2

Tıp ilminde veba veya yumurcak olarak isimlendirilen tâun bulaşıcı hastalıklardan biridir. Hattâ, Avrupa�da bir ara korkunç olması sebebiyle �kara ölüm� diye de adlandırılmıştı. İşte Peygamber Efendimiz yukarıdaki sözleriyle bu hastalığa karşı insanlığın tedbirli davranması gerektiğine tâ bin dört yüz küsur sene önceden dikkati çekmiştir.

Yukarıdaki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden �karantina� usûlüne de tâ o zamandan işâret buyurmuştur.

Peygamberimizin Ashab-ı Kiramın görüşünü alması

Tebük�te konaklayan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Şam üzerine yürünüp yürünmemesi hususunda Ashab-ı Kiramın görüşünü sordu.

Hz. Ömer söz alıp, �Yâ Resûlallah! Eğer gitmekle Allah tarafından emrolundunsa git!� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Eğer, bu hususta Allah�tan herhangi bir emir almış olsaydım, o zaman sizin görüşlerinizi öğrenmek istemezdim� buyurdu.

O zaman Hz. Ömer fikrini şöyle beyan etti:

�Yâ Resûlallah! Rumlar, sayıca oldukça kalabalıktırlar. Oralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Onların yakınlarına yeterince gelmiş bulunuyorsunuz. Bu derece yaklaşmanız onları korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönünüz, Yahut, Allah Taâlâ, size bu husustaki emrini bildirir.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer�in bu görüşünü uygun buldu ve Tebük�ten ileri gitmedi.



Sadece Peygamberimize verilen beş şey

İslâm ordusu, Tebük�te beklemeye devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra, çevresinde kendisini bekleyen Sahabîlere dönerek şöyle konuştu:

�Daha önce hiç bir peygambere verilmeyen beş şey bana verildi:

�1) Benden önceki peygamberlerin her biri yalnız kendi kavimlerine gönderilirken, ben bütün insanlara gönderildim.

�2) Yeryüzü bana mescid (namazgâh) ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için nerede olursam olayım, namaz vakti girince, (su bulunmazsa) teyemmüm eder, namazımı orada kılarım.

�Ümmetimden herhangi biri, namaz vakti girince, bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine bu ihsan edilmemişti. Onların ümmetleri, namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi.

�3) Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki, benden önceki peygamberlerin hiçbirine helâl kılınmamıştı.

�4) Bana şefâat makamı verildi.

�5) Ben, bir aylık mesafedeki düşmanlarımın bile kalplerine korku salmakla yardım olundum.�2



Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Halid bin Velid�i Dûmetü�l-Cendel�e göndermesi

Tebük�ten ileri gitmeme kararı veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu esnada Hz. Halid bin Velid�i yanına dört yüz süvari vererek Dûmetü�l-Cendel�de bulunan Kindelerin Kralı Hıristiyan Ükeydir bin Abdülmelik�e göndermek istedi. Hz. Halid şöyle dedi:

�Yâ Resûlallah! Her tarafını iyice bilmediğim geniş memlekette, bu kadar az sayıda insanla gidip onu bulmam nasıl mümkün olur.�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şu fermanı verdi:

�Sen, muhakkak onu, yabanî sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın! Yakalayınca, onu öldürme, bana getir!�1

Bunun üzerine Hz. Halid, beraberindeki mücahidlerle Tebük�ten Şam�ın Medine�ye en yakın beldelerinden olan Dûmetü�l-Cendel�e doğru hareket etti. Oraya vardığında Resûl-i Kibriyâ Efendimizin haber verdiği gibi, Ükeydir�i yabanî sığır avlarken görüp yakaladı.2 Daha sonra onu ve kardeşini alıp Efendimizin huzuruna getirdi. Peygamber Efendimiz onları Müslüman olmaya dâvet etti. Buna yanaşmadılar. Fakat, cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun üzerine kanları bağışlandı. Onlar da Tebük�ten ayrılıp memleketlerine döndüler.3



Eyle Hükümdarının Peygamberimize gelmesi

Peygamber Efendimiz, henüz Tebük�ten ayrılmadığı sırada, Eyle4 Hükümdarı Yuhanne bin Ru�be çıkıp huzura geldi. Sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.5

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ayrıca Yuhanne ve Eyle halkı için şu yazıyı yazdırdı:

�Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah ve Allah�ın Resûlü Muhammed tarafından Yuhanne ve Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezenleri için emân yazısıdır:

�Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah�ın ve Muhammed Peygamberin himâyesindedirler.

�Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacaktır.

�Gerek su almak isteyen, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyene mani olmak helâl olmayacaktır.

�Bunu, Resûlullahın izniyle Cuheym bin Salt ve Şürahbil bin Hasene yazdı.�1

İslâm ordusunun Tebük�te ikâmeti sırasında Şam ülkelerinden Yahudi olan Cerba ve Ezruh halkı da Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle emân dilediler. Peygamber Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak kendilerine emân verildiği kayıt altına alındı.2



Bir parça azık, bütün bir orduya yetiyor

Tebük�ten ayrılmak üzere hazırlıklar yapılıyordu. Bu esnada Sahabîlerden bazıları, mücahidlerin azıklarının tükenmiş olduğunu ve büyük sıkıntıya düştüklerini gelip şikâyet suretinde Peygamberimize arz ettiler. Sonra da, �Yâ Resûlallah! Müsaade buyursanız da, su taşıdığımız develerimizi boğazlasak, onların etini yesek olmaz mı?� dediler.

Peygamber Efendimiz, �Olur, öyle yapınız� buyurarak müsaade etti.

Onlar da bunun üzerine gidip develerini kesme hazırlığına koyuldular. Bu esnada Hz. Ömer yanlarına geldi. Develerini kesmekten vazgeçmelerini söyledikten sonra, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna vardı.

�Yâ Resûlallah! Halkın bindikleri develerini kesmeye izin mi verdiniz?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Uğradıkları açlıktan bana şikâyet ettiler. Ben de buna müsaade ettim� buyurdu.

Hz. Ömer, �Yâ Resûlallah� dedi, �mücahidler böyle yaparlarsa, binilecek deve kalmaz! Sen, onların arta kalan azıklarını getirt, bir araya topla, onlar üzerinde bereket duâsı yap! Yüce Allah, herhalde senin duânı kabul eder ve o yiyeceklere bereket ihsan buyurur.�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Olur� buyurdu.

Bunun üzerine mücahidler ellerinde kalan azıklarını getirdiler. Peygamber Efendimizin serdirdiği deri bir yaygı üzerine bıraktılar. Kimisi bir avuç hurma, kimisi bir avuç un, kimisi bir avuç darı, v.s. getirmişti.

Yaygının üzerinde toplanan azık çok az birşeydi. Üç sa� (3,120 gram) var veya yoktu!

Peygamber Efendimiz, kalkıp abdest aldı. Arkasından iki rekât namaz kıldı. Sonra da yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu. Peşinden de Sahabîlere hitaben, �Kaplarınıza alınız� buyurdu.

Herkes getirdiği kabını doldurdu. Hiç bir kab boş kalmadı. Doyuncaya kadar da, yaygının üzerindeki azıktan yediler.

Sonunda gördüler ki, yaygının üzerinde toplanan azık kadar hâlâ duruyor.1

Tebük�ten ayrılış

Peygamber Efendimiz yirmi gün kaldıktan sonra Ashabıyla Tebük�ten Medine�ye doğru harekete geçti.1

Resûl-i Ekrem Efendimizin devesinin yuları Ammar bir Yasir�in elindeydi. Arkadan ise deveyi Huzeyfe bin Yemân sürüyordu.

Bu arada bir grup münâfığın gece karanlığında kendisine suikastte bulunacağı Resûl-i Kibriyâ Efendimize (a.s.m.) Cenâb-ı Hak tarafından haber verildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (a.s.m.) devamlı etrafını gözetliyor, her an dikkatli bulunuyordu.

Bir ara karanlıkta bir grubun kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bunlar, suikastı plânlayan münâfıklardı. Yoldaki dar boğazda Peygamber Efendimizi pusuya düşürmeyi planlamışlardı.

Peygamberimiz, hemen Hz. Huzeyfe�ye onları dağıtma emri verdi. Hz. Huzeyfe üzerlerine yürüyerek �Ey Allah�ın düşmanları� diye bağırdı. Birden korkuya kapılarak ordunun içine karıştılar.2

Resûl-i Ekrem Efendimize münafıkların, bu tarz bir suikasta teşebbüs ettiklerini öğrenen Hz. Üseyyid bin Hudayr fenâ halde hiddete geldi. Ordudaki münâfıkların boyunlarını vurmak için izin istediyse de Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

�Halkın �müşriklerle arasındaki savaş sona erince, Muhammed, Ashabını öldürmeye başladı� diye yaygara yapmalarını hoş görmem.�

Üseyyid bin Hudayr, �Yâ Resûlallah! Bunlar, senin Ashabın değiller ki?� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), �Mademki, dilleriyle, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olduklarını izhar etmişlerdir, şu halde onlara dokunamayız�3 buyurdu.

Mescid-i Dırar

Peygamber Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münâfık huzura çıkarak, �Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid yapmış bulunuyoruz� dedikten sonra ilâve etmişlerdi:

�Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz.�1

Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları; Müslüman cemaatı bölmek, İslâmın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin �fasık� diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abd-i Amr2 da kendilerine yardım edeceğine söz vermiş ve şöyle demişti: �Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kaysere gideceğim. Rumlardan asker getirtip Muhammed ve Ashabını Medine�den çıkaracağım.�3

Ne var ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, �Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız�4 buyurmuştu.

Hz. Resûlullahı çağırmalarındaki asıl maksat, inşâ ettikleri mescidin bir nevi kudsiyet ve meşrûiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse halkı oraya çekip meş�um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.

Hakikat-ı halde böyle bir mescide ihtiyaç var mıydı? Hayır.

Ama, münâfıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı.

Nihâyet Tebük Seferi neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine�ye dönüyordu. Medine yakınında bu münâfıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş olan sözü yerine getirmesini istediler.1

Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne inzal buyurduğu şu âyetlelerle bildirdi:

�O kimseler ki, Müslümanlara zarar vermek, küfre yardımda bulunmak, mü�minlerin arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resûlüne karşı savaşa yeltenmiş kimsenin gelişini beklemek için bir mescid edindiler. �Bizim iyilikten başka bir kastımız yok� diye yemin ederler. Yalan söylediklerine ise Allah şâhittir.

�O mescidde namaz kılma. Senin namaz kılmana lâyık olan mescid, ilk günden beri takvâ üzerine kurulu bulunan mesciddir. Orada maddî ve mânevî pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.

�Binâsını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa çökmeye yüz tutmuş bir yar kenarına kurup da onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zâlimler topluluğuna yol göstermez.

�Onların binâ ettikleri mescid, kalblerinde bir şüphe olarak devam eder ve kalbleri parçalanıp ölmedikçe o şüpheden kurtulamazlar. Allah herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.�2

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Mâlik bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy�i çağırıp şu emri verdi:

�Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız.�1

Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi. Kur�an�da �Mescid-i Dırar (Zarar Mescidi)� olarak vasıflandırılan mâlum binâ yakılıp yıkıldı.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine�ye yaklaştığı sırada Ashab-ı Kirama hitaben, �Medine�de öyle kimseler vardır ki, sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidir� buyurdu.

Ashab-ı Kiram, �Yâ Resûlallah! Onlar Medine�de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler� diyerek hayretlerini izhar ettiler.

Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

�Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle Medine�de kalmışlardır. Allahu Taâla Kitabında, �Mü�minlerin hepsinin birden harbe çıkması gerekmez. Her topluluktan bir kısım geride kalıp da, dinlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri geri döndüğünde onları ikaz etmeleri daha doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece Allah�ın yasaklarından sakınmış olurlar� (Tevbe Sûresi, 122) buyurmuyor mu?

�Varlığım kudret elinde olan Allah�a yemin ederim ki; onların duâları, düşmanımıza silahlarımızdan daha tesirlidir.�3

Medine�ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud Dağına baktı ve �İşte Uhud Dağı! O bizi sever, biz de onu severiz� buyurdu.4

Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine�deki büyük küçük bütün Müslümanlar yola çıkıp onu Seniyyetü�l-Veda� denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar Hz. Resûlullahı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı. Bu sevinçlerini, �Seniyyetü�l-Veda�dan dolunay doğdu üstümüze. Yalvaran bulundukça, Allah�a hamdetmek düşer bize� diyerek izhar ediyorlardı.1

Nihâyet, Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine�ye geldi.2

İslâm ordusu, Tebük�te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında kat�edip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilememesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm kuvvet ve kudretinin karşısına çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifâdesiydi.



Selâmı alınmayan Sahabîler

Hz. Kâ�b bin Mâlik, Hz. Mürâre bin Rebi� ve Hz. Hilâl bin Ümeyye, üçü de samimi, sağlam birer Müslümandı. Fakat üçü de, meşru bir özürleri olmaksızın, sırf ihmâlkârlıklarının eseri olarak Tebük Seferine çıkan orduya katılmayıp Medine�de kalmışlardı.

Kâ�b bin Mâlik, Ensarın Hazreç Kabilesinden olan şâirdi. Akabe Bîatında bulunan üç şâirden biriydi. Harplerde kahramanlık duygularını harekete geçiren hamasî şiirler söylerdi.3 Tebük Seferine kadar Bedir hariç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hatta Uhud günü, her tarafın birbirine karıştığı o dehşetli anda Resûl-i Kibriyâ Efendimizi miğferi altında parlayan mübârek gözlerinden o tanıyıp Ashaba haber vermiş, onların toparlanması için seslenmişti. O günkü çarpışmada on bir yara da almıştı.4

Mürâre bin Rebi� ile Hilâl bin Ümeyye de Ashab-ı Bedir�den, örnek ahlâk ve fazilet sahibi iki Sahabî idi.5

Bu üç kişiden biri olan Kâ�b bin Mâlik (r.a.) seferden geri kalışını şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.), bu savaşı (Tebük Savaşını) meyvelerin olgunlaştığı ve ağaç gölgelerinin altında serinleme arzusunun şiddetlendiği bir zamanda yaptı. Resûlullahla beraber bütün Müslümanlar harbe hazırlandılar.

�Ben de onlarla birlikte sefere hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Fakat hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner geri gelirdim.

�Kendi kendime; �Hazırlanmağa imkânım, kudretim ve henüz zamanım da var� derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Nihâyet herkes gerçekten hazırlandı. Ve bir sabah Resûlullah (a.s.m.) ile Müslümanlar sefere çıktılar. Halbuki ben, o âna kadar, savaş teçhizatımdan hiç birini hazırlamamıştım. Yine kendi kendime; �Bir iki gün sonra hazırlanır, onlara yetişirim� diyordum.

�Ordu, Medine�den ayrılıp gittikten sonra hazırlanmak için sabah erkenden kalktım. Fakat yine eskisi gibi bir türlü hazırlık yapamadım. Bu durumum Müslümanlar gidinceye ve savaş bitinceye kadar böyle devam etti. Binip gitmeyi, onlara yetişmeyi düşündüm, keşke bunu olsun yapsaydım. Fakat bir türlü muvaffak olamadım.�1

Geri kalan diğer iki Sahabînin de durumları bundan farksızdı. Hiç biri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak, ihmalkâr davranmışlar ve ordudan geri kalmışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz Mescid-i Saâdetlerinde iken bu üç Sahabî af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar.

Hz. Kâ�b bin Mâlik af dilemeye gittikleri o ânı şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.) sabahleyin geldi. Herhangi bir seferden döndüklerinde önce mescide gider, orada iki rekât namaz kılar, ondan sonra da Müslümanlarla otururdu.

�Yine aynı şekilde iki rekât namaz kılıp Müslümanlarla oturduğunda, harbe iştirak etmemiş olanlar ona gelerek yemin ettiler ve özür beyânında bulundular. Bunlar seksen kadardı. Resûlullah (a.s.m.), onların sözlerine ve zahire bakarak beyân ettikleri özürlerini yerinde görüp, onlar için Allah�tan af diledi ve işin iç yüzünü ve hakikatını Allahu Taâlaya havale etti.

�O sırada ben de huzura geldim. Resûlullah Aleyhiselâma selâm verince acı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana, �Gel bakalım� diye buyurdu.

�Yürüdüm, önüne oturdum. Bana, �Seni harpten alıkoyan sebep neydi? Sen Akabe�de bîat etmiş değil miydin?� buyurdu.

��Evet, vallahi, yâ Resûlallah! Size her hal ü kârda yardım etmeye söz verdim. Yâ Resûlallah! Allah�a yemin ederim ki, sizden başka şu dünyada insanlardan herhangi birisinin karşısında otursaydım, alelâde bir özür ileri sürerek onun gazabından kendimi kurtarmayı başarırdım. Çünkü, ben Allah�ın inayeti ile kuvvetli bir hitabete sahibim. Bugün sana yalan söylesem şu anda beni mâzur görürsün. Fakat birgün Allah sana işin hakikatini bildirirse yine bana kızarsın. Eğer huzurunuzda doğruyu söylersem, yine kızacaksınız. Ama ben bu hususta Allah�ın affını diliyorum. Hayır, hiç bir mazeretim yoktu. Şunu da belirteyim ki, hiçbir zaman sefere çkıldığı andaki kadar kuvvetli ve varlıklı da olmamıştım.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Kâ�b Hazretlerinin bu konuşmasından sonra, �İşte bu doğruyu söyledi. Kalk git; Allah senin hakkında bir hüküm verinceye kadar bekle�2 buyurdu.

Diğer iki Sahabî de Kâb Hazretleri gibi konuştular. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onlara da gidip Allah�ın haklarında indireceği hükme kadar beklemelerini söyledi.1



Görüşme yasağı

Resûl-i Ekrem, Allah�ın kendisine vahiy ile bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişi ile görüşüp konuşmalarını da yasakladı.2

Bu yasak üzerine, artık herkes onlardan kaçıyordu. Görüşmek istedikleri kimseler, hattâ akrabaları bile kendileriyle görüşmek, konuşmak istemiyorlardı. Hattâ selâmlarını bile almıyorlardı. Artık yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye, ruhlarını sıkmaya, kalblerini sıkıştırmaya başlamıştı.

Kâ�b bin Mâlik, bu hazin ve sıkıntılı halini ise şöyle tasvir eder:

�Resûlullah (a.s.m.), harbe iştirak etmeyen ben ve diğer iki zatla Müslümanların konuşmalarını yasakladı. İnsanlar bizden kaçıyordu. Bize karşı tutumları başkalaştı. Bu yüzden dünya beni sıkmaya başladı. Dünya, artık tanıdığım o dünya değildi sanki. Bu durumumuz tam elli gün devam etti.

�İki arkadaşım kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı. Ben ise onlardan daha genç ve güçlü idim. Dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda çarşılarda dolaşıyordum. Fakat, bir tek kişi bile benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Sahabîleriyle sohbete başlayan Resûlullaha (a.s.m.) selâm veriyordum ve kendi kendime; �Acaba selâm almak için dudakları kımıldadı mı, kımıldamadı mı?� diye soruyordum.

�Sonra Resûlullahın (a.s.m.) yakınında namaz kılıyor, yan gözle kendisini kolluyordum. Ben namaza durduğum zaman Resûlullah bana bakıyor. Onun tarafına döndüğüm zaman da benden yüz çeviriyordu.�1

İşte bu üç Sahabî böylesine acı ve ibretli bir imtihana tabi tutulmuşlardı.

Hatta oldukça ibret vericidir ki: Hiç kimsenin kendisiyle görüşmek istemediğini gören Kâb� Hazretleri bir gün amcası oğlu Ebû Katâde�nin yanına varır. Selâm verir. Ebû Katâde onun selâmını almaz. Hz. Resûlullahın selâmını almadığı kimsenin selâmını Ebû Katâde nasıl alabilirdi? İsterse en yakın akrabası, isterse öz kardeşi olsun! Ashab-ı Kirâmın, Hz. Resûlullaha olan muhabbet ve sadakatlerinin bariz bir misâlidir bu.

Hz. Kâ�b bin Mâlik, selâmını almayan Ebû Katâde�ye, �Allah için olsun söyle, Allah�ı ve Resûlünü ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?� diye sorar.

Ebû Katâde, tek kelime bile cevap vermez. İkinci kez sorar. Ebû Katâde yine tek kelime konuşmaz. Üçüncü sefer sorunca sadece, �Allah ve Resûlü daha iyi bilir� diye cevap verir.

Çok sevdiği amcası oğlu Ebû Katâde�den bu cevabı alan Kâ�b, tabii ki göz yaşlarını tutamaz ve gözleri yaşlı olarak oradan uzaklaşır.2

Henüz Kâ�b ve arkadaşları Allah�ın Resûlü ve Müslümanların kendilerine karşı takbik ettikleri her türlü boykottan kurtulmuş değillerdi. Bu sırada Gassan hükümdarı Hıristiyan Cebele bin Eyhem�den kendisine bir mektup geldi. Mektupta kendisine hitaben şöyle deniliyordu:

�Haber aldığıma göre sahibin (Peygamberimiz) sana cefâ ve ezâ ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide (tahkir ve tezlil için) yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına lâyık bir sûrette hürmet ve ihsanda bulunuruz.�3

Hz. Kâ�b mektubu okuyunca kendi kendine, �Bu da bir başka imtihandır� dedi ve mektubu ânında yırtıp yakarak1 Hz. Resûlullaha olan sadakâtını bir kere daha ortaya koydu.



Bir yasak daha

Kâ�b (r.a.) ve iki Sahabînin tutuldukları imtihan, çilelerinin kırkıncı günü bittikten sonra daha da şiddetlendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara şu haberi gönderdi:

�Bundan böyle hanımlarına da asla yaklaşmayacaklardır!�2

Bu emri alan Hz. Kâ�b, hanımına, �Bu hususta Allah�ın hükmü gelinceye kadar git babanın evinde, kal!� diye emretti.3

Gerçekten Kâ�b bin Mâlik ile diğer iki Sahabî Mürâre bin Rebi� ve Hilâl bin Ümeyye çok çetin imtihanlara tâbi tutuluyorlardı ve bu imtihanlarla Allah�a ve Resûlüne karşı olan sadakâtlarının derecesi ölçülüyordu. Görüldüğü gibi onlar da kendilerine yakışan sadakâtı göstermekte asla tereddüt göstermiyorlardı.



Sahabî kadındaki feraset

Üç kişiden biri olan Hilâl bin Ümeyye hizmetini kendisi göremeyecek kadar yaşlıydı. Bu muâmeleye mâruz kalışından dolayı durmadan ağlıyordu. Yemiyor, içmiyordu. İçtiği bir yudum su veya birazcık süttü.

Kendisine bu emir tebliğ edilince hanımı çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna geldi:

�Yâ Resûlallah� dedi, �Hilâl bin Ümeyye, kendi işini göremeyecek kadar yaşlanmış bir ihtiyardır. Hizmet edecek kimsesi de yoktur. Acaba, sadece ona hizmette bulunmama müsaade eder misiniz?�

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Kendine yaklaştırmamak şartıyla, hizmet edebilirsin�1 buyurdu.

Kadın, �Yâ Resûlallah,� dedi, �vallahi, onun ne bana, ne de hiç bir şeye doğru kımıldayacak hali var. Vallahi, bu muameleye mâruz kalışından beri de durmadan ağlıyor. Gözlerini kaybedeceğinden korkuyorum.�2

Beklenen hüküm

Nihayet, bu üç Sahabînin çektikleri çilenin ellinci günü tamamlanmıştı. Cenâb-ı Hak, Resûlüne onlar hakkındaki hükmünü göndererek tevbelerinin kabul edildiğini şöyle müjdeledi:

�Haklarında hüküm bırakılmış olan üç kişiye de Allah tevbe nasip etti. Öyle ki, yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber onlara dar gelmiş, kalbleri sıkıştıkta sıkışmış ve Allah�ın azâbından kurtulmak için Ondan başka sığınacak bir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra Allah onlara pişman olup dönmeleri için tevbe nasip etti. Muhakkak ki Allah, tevbeleri çokça kabul edici ve kullarına merhamet edicidir.�3

Cenâb-ı Hakkın, kendilerini affetmiş olduğunu bildirmesiyle bu üç zatın elli gün süren acı ve ızdıraplı imtihanı bitmiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakkın malûm üç kişinin tevbelerini kabul buyurduğunu Ashab-ı Kirama bildirdi.

Bunun üzerine, Zübeyr bin Avvam (r.a.) atına atlayarak son sürât Kâ�b bin Mâlik�i, Said bin Zeyd ise Hilâl bin Ümeyye�yi müjdelemeye gitti.

O sırada Kâ�b bin Mâlik evinde oturuyordu. Düşünceliydi. Dünya bütün genişliğine rağmen ona dar geliyor ve ruhunu âdeta tutmuş sıkıyordu. Tam bu esnada Hz. Zübeyr yetişip müjdeyi verince, birden secdeye kapandı. Artık üzerindeki bütün sıkıntılar gitmişti. O küçücük evi sanki bir dünya gibi genişlemişti. Ruhundaki sıkıntı, yerini ferah ve sürûra terk etmişti. Sevincinden üzerindeki elbisesini çıkarıp Hz. Zübeyr�e giydirdi.1

Tevbesinin kabul olunduğunu duyan Hilâl bin Ümeyye de derhal secdeye kapandı. Uzun bir süre başını secdeden kaldırmadı. Müjdeyi veren Sahabî der ki: �Sevincinden can verdiğini sandım.�

Mürâre bin Rebi�yi de bir başka Sahabî müjdeledi.

Kâ�b bin Mâlik, bizzat gidip tevbesinin kabul olunduğunu bir kere de Peygamber Efendimizden öğrenmek istiyordu. Bunun için Mescid-i Nebevînin yolunu tuttu. Her gören kendisine, �Allah, tevbeni kabul etti, müjdeler olsun sana, ey Kâ�b!� diyordu.

Kâ�b, mescide vardı. Selâm verip Hz. Resûlüllahın huzurunda diz çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Kâ�b�ın selâmını tatlı bir tebessümle birlikte aldı. Sonra da, �Müjde, ey Kâ�b! Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mesûdudur� diye buyurdu.

Kâ�b bin Mâlik, �Yâ Resûlallah! Bu müjde senden mi, yoksa Allah�tan mı?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz, �Benden değil, doğrudan doğruya Allah katından�2 diye buyurdu.

Mânevî sıkıntıdan kurtulan Kâ�b, son derece memnun ve mesrurdu, �Yâ Resûlallah! Tevbem kabul olunduğu için Allah ve Resûlü yolunda sadaka olarak malımı dağıtmak istiyorum� dedi.

Peygamber Efendimiz bu teklife, �Malımın bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır�3 cevabını verdi.

* * *



Hz. Ümmü Gülsüm�ün Vefatı

Hicretin 9. senesi. Resûl-i Ekrem Efendimiz kerimesi ve Hz. Osman�ın zevcesi Hz. Ümmü Gülsüm Hicretin dokuzuncu senesinde vefat etti.1

Yıkanıp kefenlendikten sonra, namazını bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kıldırdı.2 Defnedildikten sonra kabrinin başında bir müddet oturdu. Bu sırada gözlerinden yaşlar aktığı görüldü.

Hz. Ümmü Gülsüm, Peygamber Efendimizin en küçük kızı Fâtıma�nın büyüğü idi. Annesi Hz. Hatice Müslüman olduğu sırada Müslüman olmuştu.

Hz. Osman�ın, Hz. Ümmü Gülsüm�den çocuğu olmamıştı.3

* * *



Sakif Kabilesi Heyetinin Medine�ye Gelişi

Hicretin 9. senesi, Ramazan ayı. Urve bin Mesûd Sakif Kabilesinin en çok sevilen reislerinden biri idi. Mekke fethinden sonra Hicretin 9. senesinde Medine�ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra da kabilesini İslâma dâvet etmek üzere Peygamberimizden izin istemişti. İzin verilince de Tâif�e dönerek kabilesini İslâma dâvet etmişti. Ancak hakkı kabul etmemekte direnen Sakîfliler tarafından ok yağmuruna tutularak şehid edilmişti.1

Urve�nin şehid edildiği haberini alan Peygamber Efendimiz, �Urve de Yâsin ehli2 gibi kabilesini Müslüman olmaya dâvet etti ve sonunda şehid oldu�3 diye buyurmuşlardı.

İşte bu şehâdet hadisesinden sonra Peygamber Efendimiz Sakiflilerin takibini daha da arttırmıştı. Bu vazifeyi Müslüman olan Havazinlilerin reisi Mâlik bin Avf�a yaptırıyordu. Sakiflileri öylesine baskı altında tutuyordu ki, bir ara kalelerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı.

Nitekim bu takip kısa zamanda tesirini göstermişti. Sakifliler, dalâlet ve şirk üzere yaşadıkları müddetçe rahat yüzü görmeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.

Ancak Müslüman olurlarsa rahat edebileceklerinin idrakine varan Sakifliler, Hicretin dokuzuncu yılı Ramazan ayında Medine�ye, Peygamberimize bir heyet gönderdiler.4

Peygamber Efendimiz, okunan Kur�an�ları duyabilmeleri, Müslümanların cemâat halindeki huşû ve huzur içinde kıldıkları namazları görebilmeleri maksadıyla bu heyet için mescidin yan tarafına çadırlar kuruldu.5 Devamlı surette kendileriyle meşgul oldu, konuştu, İslâmiyeti anlattı.

Osman bin Ebî As, heyette bulunanların yaşça en küçüğü idi. Diğer arkadaşları çadırlarına gittikleri sırada bu genç, Peygamberimizin yanına gidiyor, dinî sohbetlerini dinliyor, diğer arkadaşlarının haberi olmadan Kur�an okumasını öğreniyordu. Hz. Resûlullahı bulamadığı zamanlarda ise Hz. Ebû Bekir�den ders alıyordu.

Heyettekiler Peygamberimizle konuşup Müslüman oldukları sırada Osman bin Ebî As Kur�an okumasını öğrendiği gibi, bir hayli de ezber yapmıştı. Heyettekiler kendileri için namaz kıldıracak bir imam istediklerinde de, Peygamberimiz, kendilerinden olan bu genci imam olarak vazifelendirdi.1

Bir müddet kaldıktan sonra, Abd-i Yalil başkanlığındaki Sakif heyeti Müslüman olarak Medine�den yurtlarına döndü. Olup bitenleri anlatınca Sakifliler de Müslüman oldular.2



Lât putunun yıktırılışı

Sakifliler, kendi putları Lât�ı elleriyle kırmak istemediklerinden, Peygamberimiz bu putu yıkmak için Ebû Süfyan bin Harb ile Muğire bin Şu�be�yi gönderdi.3

Daha düne kadar, Lât ve Uzza önünde eğilen Ebû Süfyan, şimdi kendi eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu. Çünkü gönlündeki şirk putu kırılmıştı. Onun yerine saf, ter temiz Tevhid bayrağı dikilmişti. Bunun için gitmekte tereddüt göstermedi.

Ebû Süfyan ile Mugîre bin Şu�be Taif�e varıp Lât putunu kırarak darmadağın ettiler.4

Sakifoğullarının putu Lât�ın da Tevhid nuruyla darmadağın edilmesinden sonra Arabistan putlardan ve puthanelerden tamamıyla temizlenmiş oluyordu. Artık bütün yollar, Tevhid âlemine uzanıyor, bütün gönüller oraya bağlanmış oluyordu.

* * *



Benî Hilâl Heyeti

Resûl-i Ekreme, bîat etmek üzere Medine�ye gelen heyetler arasında Benî Hilâl Kabilesi temsilcileri de bulunuyordu. Bunlar, Abd-i Avf bin Asram ve Kabîsa bin Muhârık adında iki kişi idi.1

Abd-i Avf, arkadaşlarıyla gelip Peygamberimizin huzurunda Müslüman olunca, Efendimiz, �İsmin nedir?� diye sordu.

�Abd-i Avf�tır� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Sen, Abdullah�sın� buyurarak ismini değiştirdi.2

Hilâloğulları temsilcilerinden Kabîsa bin Muhârık, bir ara Peygaberimize, �Yâ Resûlallah, ben, kavmimden birisine kefil olup borçlandım. Bu hususta bana yardım et!�3 diyerek yardım talebinde bulundu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kabîsa�nın isteğine, �Olur! Biraz bekle! Bir yerden zekât mallarından gelirse borcunu öderim� diye cevap verdi.

Sonra da, �Ey Kabîsa! Bilesin ki, halktan bir şey istemek şu üç durumdan birinde bulunan kimseden başkasına doğru değildir:

1) İki kişinin (veya iki kavim ve kabilenin) arasını bulmak için borçlanan,

2) Malı bir âfet sebebiyle mahvolan,

3) Kavim ve kabilesinden aklı başında üç adamın şehâdetiyle fakir olduğu tebeyyün eden.

�Ey Kabîsa, dilenmenin bundan ötesi haramdır�1 buyurdu.

Böylece Kabîsa�nın bu isteği, içtimaî hayatta mühim bir esas ve ölçünün ortaya konmasına vesile oldu.

İslâm nazarında dilencilik, ihtiyacı olmadan bir kimseden bir şey istemek, en kötü ahlâktan biri sayılmıştır. Bu hususta Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) bir çok hadisleri mevcuttur.

* * *



Abdullah bin Übeyy�in Ölümü

Abdullah bin Übeyy bin Selûl, münâfıkların reisi idi. Hz. Resûlullahın aziz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de bir çok iftiralarda bulunmuştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda bu adam tesanüdleri bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakkın inayeti ve Resûlullahın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı.

Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerimeler, hattâ �Münafıkûn� adında müstakil bir sûre nazil olmuştu.

Bu sebeple Hz. Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu planları karşısında hep tedbirli olurdu.

İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam Hicretin dokuzuncu senesi Zilkâde ayında öldü.1



Peygamberimizin cenaze namazını kıldırması

Abdullah bin Übeyy, münâfıkların reisi iken, oğlu Abdullah son derece samimi ve müttaki bir Müslümandı. Bu, �Ölüden, diriyi, diriden ölüyü çıkaran� Cenâb-ı Hakkın kudret ve hikmetinin bir tecellisi idi. Baba münafıkların reisi, oğul mücahid bir Müslüman.

Babası vefât ettikten sonra, oğlu Abdullah babasının vasiyeti üzerine Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, �Yâ Resûlallah! Gömleğini bana versen de, babamı onunla kefenlesem� dedi. Sonra da, �Yâ Resûlallah! Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsanız�1 diye ricada bulundu.

Gariptir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkuku ile meşgul olan bu adamın kefenlenmesi için Resûl-i Ekrem Efendimiz sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah�a verdi ve �Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım�2 buyurdu.



Hz. Ömer�in ikâzı

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken Hz. Ömer, arkasından ridasına yapıştı, �Yâ Resûlallah! Allah sizi münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?�3 dedi.

Peygamber Efendimiz gülümseyerek şöyle dedi: �Ben, istiğfar etmek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım. Allah Taâlâ, �Onlar adına ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen yine Allah onları bağışlayacak değildir�� (Tevbe Sûresi, 80) buyurmuştur.�4

Daha sonra Resûlüllah (a.s.m.), Abdullah bin Übeyy�in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.5



Nâzil olan âyet

Aradan çok zaman geçmeden Peygamberimize münâfık ölüleri hakkında Cenâb-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:

�Onlardan ölen hiçbir kimsenin asla namazını kılma ve kabrinin başında durma. Onlar Allah�ı ve Resûlünü inkâr etmişler ve Allah�a itaatten çıkmış olarak ölüp gitmişlerdir.�1

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiç bir münâfığın cenaze namazını kılmadı. Kabrinin başında da durmadı.2

Peygamberimizin böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemâatını bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz bir çok hikmetleri vardı. En mühim hikmeti onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etmelerini temin etmekti. Nitekim, Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:

�Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabdan kurtaramayacaktır. Fakat ben, bu sayede onun kavminden bin kişinin samimi Müslüman olmasını umuyorum.�3

Gerçekten de Abdullah bin Übeyy�in vefât ederken peygamberimizden medet umduğunu gören bin kişi samimiyetle Müslüman olmuştur.4

Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duymuş, �Allah ve Resûlü elbette daha iyi bilir�5 demiştir.

* * *



Haccın Farz Kılınması

İslâmın beş şartından biri olan hac, Hicretin dokuzuncu senesinde farz kılındı.1

�Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed, Mekke�deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yol gösteren Kâbe�dir.

�Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini gösteren ap açık deliller ve İbrahim�in makamı vardır. Ona giren her türlü tecâvüzden emin olur. Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe�yi tavaf etmesi ise, Allah�ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur�2 meâlindeki âyet-i kerimeler Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olunca, Hz. Resûlullah bir hutbe irad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:

�Ey insanlar, hac üzerinize farz kılındı. O halde haccediniz.�3

Resûl-i Ekremin bu tebliği üzerine Sahabîler, �Yâ Resûlallah, her yıl mı?� diye sordular.

Peygamber Efendimiz, cevap vermeyerek sustu.

Aynı sualin Sahabîler tarafından üçüncü kere tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz, �Hayır! Her yıl değil.

�Şayet �Evet� demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek üzerinize farz olurdu. Ve siz buna güç yetiremezdiniz.�4

Peygamber Efendimiz, Âshab-ı Kiramın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından dolayı da şu dersi verdi:

�Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni kendi halime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler ancak çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helâk olmuşlardır.

�Binaenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği kadar yapınız. Bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz.�1

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

�İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah�tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed�in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak.�2

Hacc farz kılınınca Peygamber Efendimiz hac yapmak istedi. Fakat sonra, �Beytullahta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf edecekler. Bu hal ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem�3 buyurarak şimdilik bu isteğini tehir etti.

Gerçekten müşrikler, geceleyin Kâbe�yi kadın erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi. Üstelik bunu, Kâbe�ye hürmet sayarlardı.4



Hz. Ebû Bekir�in hac emirliğine tayini

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisi gitmeyince, Hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebû Bekir�i Müslümanlara haccettirmek ve hac yapma usûlünü öğretmek üzere Hac Emîri olarak tayin etti.5

Hz. Ebû Bekir, hac yapmak üzere hazırlanmış bulunan üç yüz Müslümanla Medine�den yola çıktı. Medinelilerin ihrama girme yeri olan Zülhuleyfe�ye varınca orada ihrama girdi ve �Lebbeyk Allahümme Leybeyk lâ şerîke leke Lebbeyk. İnnelhamde vennimete leke ve�l-Mülk. Lâ şerike leke� diye telbiye getirdi.

Üç yüz kişiden ibâret İslâmın ilk hacı kafilesi Medine�den hareket ettikten bir müddet sonra �Tevbe Sûresi� nâzil oldu. Ashab-ı Kiram, �Yâ Resûlallah! Bu sûreyi, halka okumak üzere Ebû Bekir�i gönderseniz� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Bu tebliği ya ben, veya ev halkımdan birisinin yerine getirmesi lâzımdır� buyurdu.1

Arapların âdet ve geleneklerine göre, herhangi bir anlaşmayı ancak kabilenin reisi veya onun akrabasından biri yapabilir veya bozabilirdi. Hz. Ali akrabalık cihetiyle Peygamberimize Hz. Ebû Bekir�den daha yakın bulunuyordu.

Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali�yi huzuruna çağırdı ve �Tevbe Sûresinin baş tarafından şu yazılmış olanları götür� diye emrettikten sonra şöyle buyurdu:

�Kurban kesme günü Mina�da toplandıkları zaman halka yüksek sesle ilân et ki: Hiç bir kâfir Cennete giremez.

�Bu yıldan sonra hiç bir müşrik hac yapmayacak!

�Hiç bir çıplak Beytullahı tavaf etmeyecek!

�Kimin Resûlullahla anlaşması varsa, onun anlaşması, müddeti bitinceye kadar geçerli olacaktır.

�Müddetsiz anlaşmalar için dört ay müddet tanınacaktır.�2

Hz. Ali neden kendisinin gönderilmek istendiğini öğrenmek istiyordu. �Yâ Resûlallah,� dedi, �ben yaşlı olmadığım gibi, hatib de değilim?�

Peygamber Efendimiz, �Bunu, mutlaka ya ben ya da sen götüreceksin. Fakat sen git. Muhakkak Allah, senin diline ve kalbine sebat ihsan eder!�1 buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ali, derhal Medine�den hareket etti. Beraberinde Hz. Ebû Hüreyre�de vardı. Yolda Hz. Ebû Bekir�e yetişti. Hz. Ebû Bekir ona, �Âmir misin, memur mu?� diye sordu.

Hz. Ali, �Memurum� dedi ve geliş maksadını şöyle izah etti:

�Resûlullah (a.s.m.) beni, halka Tevbe Sûresini okuyayım ve ahd sahibine ahdinin tamamlanacağını haber vereyim diye gönderdi.�2

Hz. Ebû Bekir başkanlığındaki ilk hacı kafilesi Mekke�ye girdi. Hz. Ebû Bekir, bir hutbe irad buyurdu. Hutbesinde, halka haccın nasıl yapılacağını anlattı.

Hz. Ebû Bekir, konuşmasını bitirince, Hz. Ali ayağa kalktı ve �Ey insanlar! Ben size Resûlullahın elçisiyim� dedikten sonra Tevbe Sûresinin ilk otuz veya kırk âyetini okudu.

Bu sûrenin ilk âyetlerinden birkaçı şu meâldedir:

�Müşriklerden aranızda anlaşma bulunanlara, Allah ve Resûlunden bir ihtardır.

�Dört ay müddetle yeryüzünde dolaşın. Ve bilin ki Allah�ı âciz bırakacak değilsiniz ve Allah elbette kâfirleri rezil edecektir.

�Büyük hac gününde Allah ve Resûlunden insanlara şunu ilân edin ki, Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Tevbe ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, bilin ki, Allah�ı âciz bırakacak değilsiniz. İnkâr edenleri ise acı bir azapla müjdele.

�Ancak, müşriklerden aranızda antlaşma olup da bunu hiçbir şekilde ihmâl etmemiş ve kimseye size karşı yardım etmemiş olanlar müstesnâdır. Onlarla olan antlaşmalarınızı, müddetlerinin sonuna kadar tamamlayın. Muhakkak ki Allah, haksızlıktan sakınanları sever.

�Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, esir alın, hapsedin ve onların bütün yollarını tutun. Ancak onlar tevbe eder, namazlarını dos doğru kılar ve zekâtlarını verirlerse, siz de onları serbest bırakın. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

�Eğer müşriklerden biri emân dileyecek olursa, sen de ona emân ver�tâ ki Allah�ın kelâmını dinlesin. Sonra da, îmân etmeyip yurduna dönmek isterse, onu emin olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar hak ve hakikatı bilmez bir topluluktur.�1

Daha sonra Hz. Ali, �Ben, size dört şeyi bildirmeye memurum� dedi ve memur bulunduğu hususları halka şöyle ilân etti:

�Hiç bir kâfir Cennete giremez! Bu seneden sonra hiç bir müşrik haccetmeyecek! Beytullah çıplak tavaf edilmeyecek! Kimin Resûlullahla (a.s.m.) anlaşması varsa onun anlaşması, müddeti bitinceye kadar mu�teber olacak!

�Bunlar dışındakilere dört ay daha mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiç bir müşrik için ne ahd, ne de himâye vardır.�2

Hz. Ali yanında, Hz. Ebû Hüreyre de yukarıdaki hususları zaman zaman halka yüksek sesle ilân ediyordu.

Haclarını tamamladıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve beraberindeki Sahabîler Medine�ye döndüler.

* * *



Hicretin Dokuzuncu Senesinin Diğer Mühim Hâdiseleri

Urve bin Mes�ud�un Müslüman olması ve şehadeti

Urve bin Mesûd, Tâiflilerin ileri gelenlerindendi. Peygamber Efendimiz ordusuyla Tâif�i muhasara altına aldığı sırada o, Yemen�in Cüreş şehrinde bulunuyordu. Orada, Tâif müdafaası için mancınık vesaire yapma sanatını öğreniyordu.

Peygamber Efendimiz Tâif�ten muhasarayı kaldırıp ayrıldıktan sonra Tâif�e döndü. Bir müddet sonra da Cenâb-ı Hak, kalbine İslâmın sevgisini düşürünce çıkıp Medine�ye geldi. Hicretin dokuzuncu yılı Rebiülevvel ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda İslâmiyetle şereflendi.1 Efendimiz, bu değerli insanın Müslümanlar safına katılmasından fazlasıyla memnun oldu.

Hz. Urve bin Mesûd, Medine�de bir müddet kaldıktan sonra bir gün Resûl-i Ekrem Efendimize, �Yâ Resûlallah! Müsaade buyurun da, gidip kavmimi İslâmiyete dâvet edeyim� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tâif halkının kibir ve gururlarının esiri olup, Müslümanlıktan kaçındıklarını biliyordu. Bu sebeple, �Onlar seni sağ bırakmazlar� buyurdu.

Hz. Urve, �Yâ Resûlallah! Onlar, beni öz evlâtlarından daha çok severler!� dedi ve gitmek istediğini tekrarladı.

Peygamber Efendimiz yine, �Onlar seni sağ bırakmazlar� buyurdu.

Hz. Urve, Tâif halkının kendisine karşı gösterdikleri sevgi ve hürmete güveniyordu. �Yâ Resûlallah! Vallahi, değil öldürmek, beni uykudan uyandırmaya bile kıymazlar� diye konuştu.

Sonra dileğini üçüncü kere tekrarladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Madem istiyorsun, git� diye izin verdi.

Hz. Urve, derhal yola koyulup Tâif�e vardı. Tâiflileri Müslüman olmaya dâvet etti. Kibir ve gururlarının zebunu olmuş Tâifliler bu ulvî dâvete ok yağmuru ile karşılık verdiler. Ve çok sevdikleri Hz. Urve bin Mesûd�u şehid ettiler.1

Onun şehâdet haberini duyan Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

�Onun kavmi ile olan hali, Sahib-i Yasinin kavmi arasındaki haline benzer. Sahib-i Yasin, kavmini, Allah Taâlâ�ya imâna dâvet etmişti de, kavmi onu öldürmüştü. Allah�a hamdolsun ki, ümmetimin içinde, Sahib-i Yâsin gibi birini bulundurdu.�2



Hz. Ebû Bekir�in zevcesi Ümmü Rûman�ın vefâtı

Hz. Ebû Bekir�in asıl ismi Zeynep olan zevcesi Ümmü Rûman, Mekke�de ilk sıralarda Müslüman olmuş ve Peygamberimize bîat etmişti. Kendisinden Abdurrahman ve Âişe dünyaya gelmişti.

Ümmü Ruman, Hicretin dokuzuncu senesinde vefât etti. Peygamber Efendimiz kabrine inip onun için Cenâb-ı Haktan mağfiret niyaz etti.3

Mestler üzerine meshin emredilmesi

Peygamber Efendimiz Tebük Seferi esnasında mestler üzerine meshetmeyi emir buyurdu.4 Bunun müddeti misafirler için geceli gündüzlü üç gün (72 saat), misafir olmayanlar için bir gün bir gecedir (24 saat).

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Hicretin 10. senesi

Hicretin Onuncu Senesi

Hazret-i İbrahim�in Vefatı


Hicretin 10. senesi, Rebiülevvel ayının onuncu günü, Salı. Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şip şirin çocuklara karşı ise bam başka bir muhabbet, ap ayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı âdeta bir şefkat ve sevgi deryâsıydı.

Hz. Hatice�den dünyaya gelen üç oğlu Kasım, Abdullah ve Tahir�i henüz Mekke�de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçü ile mübarek kalbleri oldukça teessür duymuştu. Fakat, Hz. Mâriye�den sevgili oğlu İbrahim�in dünyaya gelişi onu bir derece teselli ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.

Evet, şefkat �rahmet-i İlâhiyye�nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerindendir.� Şefkatin en şirini de evlâda karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenab-ı Hakkın, anne-babaya muvakketen teslim edilmiş bir emânetidir.

İşte, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, her emânet gibi, bu emânete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakkın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.

Hz. İbrahim on altı ayına henüz ayak basmıştı. Bu sırada Peygamber Efendimiz onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.

Peygamber Efendimiz, hasta yatan nur topu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu âdeta ifade etmek istiyordu.

Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, �Allah�ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim!� buyurdu. Az sonra Hz. İbrahim fâni dünyaya gözlerini yumdu.

Bu esnada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Hz. Abdurrahman bin Avf, �Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı men etmemiş miydiniz?� deyince, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdular:

�Ey ibni Avf! Ben size günah ve ahmaklığın ifâdesi olan şu iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan. Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibârettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!�1

Peygamber Efendimiz yukarıdaki dersinden sonra da göz yaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:

�Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!�2

Bir erkek evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:

�Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah�ın bize emrettiğini söyleriz: �İnnâ lillahi ve İnnâ ileyhi râciûn��3

Teçhiz ve tekfininden sonra, en mûtenâ ve mübârek eller üzerinde Hz. İbrahim, Baki� mezarlığına götürüldü. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) orada cenaze namazını kıldırdı.

Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kabirde bir delik gördü. Kabir kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti. Kabiri kazan, �Yâ Resûlallah! O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!� deyince, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:

�Evet, o ölüye fayda da vermez zarar da. Ancak, dirinin gözüne zarar verir, rahatsız eder. Allah kul bir iş yapınca onu mükemmel yapmasını ister.�1

Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Server-i Kâinat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (a.s.m.), mübarek elleriyle göz yaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.

Peygamberimizin Müslümanları ikazı

Hz. İbrahim�in vefât ettiği gün güneş tutulmuştu.

Halk bunun, onun vefâtıyla ilgili olduğunu sanarak, �İbrahim�in ölümü sebebiyle güneş tutuldu� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerife vardı ve Allah�a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirama şu dersi verdi:

�Ey insanlar! Biliniz ki, güneş ve ay; Allah�ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefâtı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar.

�Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere gidiniz. Onlar açılıncaya kadar da Allah�a duâ ediniz, namaz kılınız!�2

Hz. İbrahim�in ölümü ile Peygamber Efendimizin çocuklarından sadece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binâen oğullarından değil, kızından devam edeceğinin bir ifadesiydi. Böylece; �Muhammed, hiçbirinizin babası değildir; o Allah�ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncusudur�1 âyet-i kerimesinin işârî mânâsı da anlaşılmış oluyordu:

�Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işâret-i gaybiyeyi fehmeder ki; Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru [erkek çocukları], rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız �Rical� tâbirinin ifâdesiyle nisânın [kadınların] pederi olduğunu işâret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd, Hz. Fâtıma�nın (r.a.) nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nuranî silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.�2

* * *



Halid bin Velid�in Necran�a Gönderilmesi

Hicretin 10. senesi, Rebiülevvel ayı. (Milâdî 631.) Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tarihte Hz. Halid bin Velid�i dört yüz mücahidle Yemen civarındaki Necran�da oturan Haris bin Ka�boğullarına gönderdi.1

Resûlullahın Halid bin Velid�e emri şöyleydi:

�Onları üç gün İslâma dâvet et, icâbet ederlerse, gerekeni yap. Şayet icabet etmekten kaçınırlarsa onlarla savaş!�2

Hz. Halid, emrindeki mücahidlerle Necran yakınına vardı. Bir kaç taraftan süvari elçiler göndererek Hâris bin Ka�boğullarını üç gün üst üste İslâmiyete dâvet etti. Necran halkı, sonunda dâvete icabet ederek Müslüman oldu.3

Bunun üzerine Hz. Halid, İslâmın ahkâmını, mesuliyetlerini öğretmek üzere aralarında bir müddet kaldı. Sonra da durumu Resûl-i Ekrem Efendimize bir mektupla bildirdi. Mektubunda ne yapması gerektiğini soruyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Halid�in mektubuna şu cevabı yazıp gönderdi:

�Bismillahirrahmanirrahim. Resûlullah Muhammed�den Halid bin Velid�e:

�Allah�ın selâmı üzerine olsun! Senden [yaptığından] dolayı kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah�a hamdederim! Elçinin getirdiği mektubunu aldım. Mektubunda, Hâris bin Ka�boğullarının karşı koymadan Müslüman olduklarını, tek ve ortağı olmayan Allah�a îmân ettiklerini, Muhammed�in Allah�ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet getirdiklerini, Allah�ın onları doğru yola hidâyet ettiğini haber veriyorsun. Onları, Allah ve Resûlünün emirlerine göre hareket ettikleri takdirde, âhiret nimetleriyle müjdele! Aykırı hareket ettikleri takdirde, âhiret azabının dehşetiyle korkut. Artık dön gel! Onların elçileri de seninle birlikte gelsin! Allah�ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun.�1

Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine Hz. Halid, Hâris bin Ka�boğullarından bir heyetle Medine�ye geldi. Elçiler, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp Müslüman olduklarını haber verdiler.

Peygamber Efendimiz, Benî Hâris bin Ka�boğullarına elçiler arasında bulunan Kays bin Husayn�ı vali ve kumandan tayin etti.

Elçiler, Medine�de bir müddet kaldıktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle birlikte yurtlarına döndüler.2

* * *



Müslüman Beldelere Vali ve Zekât Memurları Gönderilmesi

Hicretin onuncu senesinde, İslâm güneşi bir çok beldede bütün haşmetiyle parlamaya başlamıştı. Bu sırada Peygamber Efendimiz, İslâmiyetin yayıldığı bütün beldelere vâliler ve zekât, sadaka tahsil memurları gönderdi. Necran, Hadramut, San�a, Kinde, Sadif, Yemen, Zebid, Rima�, Aden, Sahil, Cened (Yemen) vâli ve zekât tahsil memurlarının gönderildikleri yerler arasındaydı.1

Muaz bin Cebel Yemen�e gönderiliyor

Resûl-i Ekrem Efendimizin Müslüman beldelere vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıradaydı. Bir gün sabah namazından sonra cemaata dönerek, �İçinizden hanginiz Yemen�e gider?� buyurdu.

Hz. Ebû Bekir, �Ben giderim, yâ Resûlallah� dedi.

Peygamber Efendimiz hiç bir cevap vermeyip sustu. �Az sonra tekrar, �Hanginiz Yemen�e gider?� diye sordu.

Bu sefer Hz. Ömer ayağa kalktı, �Ben giderim, yâ Resûlallah� dedi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer�e de cevap vermeyip sustu.

Bir müddet bekledikten sonra tekrar, �İçinizden Yemen�e kim gider?� diye sordu.

Muaz bin Cebel (r.a.) kalkıp, �Ben giderim, yâ Resûlallah� dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), �Ey Muaz! Bu vazife senindir� buyurdu.

O sırada Yemen üç vâliliğe ayrılmıştı. Hz. Muaz vâliliklerin en büyüğü olan Cened vâliliğine tayin edilmişti. Orada kadılık yapacak, halka İslâmiyeti, Kur�an-ı Kerim okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekât ve sadakaları da vazifelilerden teslim alacaktı.

Hz. Muaz, Medine�den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona, �Sana halli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?� diye sordu.

Hz. Muaz, �Allah�ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Eğer Allah�ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?� diye sordu.

Hz. Muaz, �Resûlullahın sünnetine göre hüküm veririm� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, �Resûlullahın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?� diye sordu.

Hz. Muaz, �O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder, hüküm veririm� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini şöyle ifade etti:

�Allah�a hamdolsun ki, Resûlullahın elçisini, Resûlullahın razı olduğu şeye muvaffak kıldı.�1

Yola çıkacağı sırada ise Peygamber Efendimiz, Hz. Muaz�a şu emir ve tavsiyelerde bulundu:

�Sen Ehl-i Kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, bir olan Allah�a îmân ve benim de Resûlullah olduğuma şehâdete dâvet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah�ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir.

�Eğer bunu da kabul ederlerse, Allah�ın kendilerine, zenginlerden alınıp fakirlere verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer, bunu kabul ederlerse, sakın mallarının en kıymetlilerini alma!

�Mazlumun duâsından sakın! Çünkü, bu duâ ile Allah Taâlâ arasında bir perde yoktur.�1

Bu sırada Muaz bin Cebel Hazretleri de Efendimizden bazı tavsiyelerde bulunmasını istedi, �Yâ Resûlallah! Bana tavsiyelerde bulun� diye ricada bulundu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, �Her ne halde ve nerede olursan ol, Allah�tan kork!� buyurdu.

Hz. Muaz, � Yâ Resûlallah! Bana biraz daha tavsiyelerde bulun� dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, �Günahın arkasından hemen iyilik ve hayır yetiştir ki, onu yok etsin!�

Hz. Muaz, �Yâ Resûlallah! Bana tavsiyelerini arttır� diye dileğini tekrarladı.

Peygamber Efendimiz, �İnsanlara, güzel ahlâk ile muâmelede bulun!� buyurdu.2

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Hz. Muaz ile beraberinde gönderdiği Ebû Mûsa el-Eşarî�yi uğurlarken de son tavsiyesi şu oldu:

�Kolaylaştırınız! Zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!�3

Hz. Ali�nin Yemen�e gönderilmesi

Hicretin 10. senesi, Ramazan ayı. (Milâdî 631.) Bu tarihte Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali�ye, Yemen�de bulunan Mezhiclere gidip onları İslâmiyete dâvet etmek vazifesini verdi. Hz. Ali ile birlikte üç yüz süvari vardı.1

Peygamber Efendimiz, uğurlayacağı sırada Hz. Ali, �Yâ Resûlallah! Nasıl yapacağım?� diye sordu.

Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:

�Onların topraklarına girinceye kadar yürü. Mıntıkalarına girince onları �Lâ ilâhe illallah� demeye dâvet et.

�Eğer, �Lâ ilâhe illallah� derlerse, onlara namazı emret. Zekâtlarını da alarak, fakirlerine dağıt. Başka bir şey de isteme. Şunu da bil ki, Allah�ın senin vasıtanla bir kimseye hidâyet ihsan etmesi, sana üzerinde güneşin doğduğu her şeyden Allah�ın yanında daha hayırlıdır. Onlar seninle çarpışmadıkça sen de onlarla çarpışma!�2

Hz. Ali, bu emir üzerine mâiyetindeki mücahidlerle Yemen mıntıkasına vardı. Kendisini karşılayan halkı Müslüman olmaya çağırdı. Halk bu dâvete icabet etmeyerek karşı koydu.

Bunun üzerine Hz. Ali, ordusunu düzene soktu ve onlarla çarpıştı. Mücahidlere karşı duramayan düşman, sonunda dâvete icâbet etmeye mecbur kalıp, Müslüman olmayı kabul etti.

Reislerinden bazıları gelerek Müslüman olduklarını ve arkalarında bulunan kabilelerinin de temsilcileri bulunduklarını bildirdiler. Zekâtlarını da getirip Hz. Ali�ye teslim ettiler.

Hz. Ali daha sonra, Vedâ Haccı sırasında gelip Peygamberimize kavuştu.3
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Veda Haccı

Veda Haccı


Hicretin 10. senesi, Zilhicce ayı. (Milâdî, Mart 632.) Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin onuncu yılının Zilkàde ayında iken hacca hazırlandı. Medine�deki Müslümanlara da haccetmek üzere hazırlanmalarını emir buyurdu. Ayrıca, Medine dışındaki Müslümanlara da bu maksatla hazırlanıp Medine�de toplanmaları için haber gönderdi.

Bu haber üzerine, haccetmek arzusunda olan binlerce Müslüman Medine�ye akın etmeye başladı. Çok geçmeden Medine îmân ve İslâmın nuruyla münevver simalarla dolup taştı. Medine etrafında çadırlar kuruldu.

Müslümanlar eşsiz bir bayram sevinci yaşarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, tebliğ ettiği azametli davanın muazzam neticesini görmenin huzur ve saadeti içinde Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrediyordu.



Medine�den ayrılış

Zilkâde ayının çıkmasına beş gün vardı. Günlerden Cumartesi idi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine�de yerine Ebû Dücâne es-Sâidî�yi vekil tayin etti.1 Hâne-i Saadetinde yıkandı. Güzel kokular süründü. Yeni elbiseler giydi. Öğleye doğru Hâne-i Saadetinden çıkıp Mescid-i Şerife gitti. Öğle namazını kıldırdı.2

Fahr-i Âlem Efendimiz, etrafını nurânî halkalar halinde sarmış olan yüz bini aşkın Müslümanla birlikte Medine�den hareket ederek Zülhuleyfe mevkiine vardı. Geceyi, muazzam, cemaatıyla burada geçirdi.

Ertesi günü, öğle namazını burada edâ ederek ihrama girdi ve herbiri insanlık âleminin birer yıldızı olan Sahabîleriyle birlikte Mekke-i Mükerremenin yolunu tuttu.

Fahr-i Âlem Efendimizin beraberinde bütün Ezvâc-ı Tahirat ve hayattaki tek evlâdı Hz. Fâtıma da vardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, devesi Kasva�nın üzerinde idi. On binlerce Sahabî o Mânevi Güneşin etrafında yörüngelerini kaybetmeyen gezegenleri andırıyordu. Dillerde sadece telbiye vardı:

�Lebbeyk Allahümme Leybeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk. İnnelhamde vennimete leke ve�l-mülk. Lâ şerike leke.�

Sanki yeryüzü bir ağız olmuş, aynı �telbiye�yi yüzbinler dil ile tekrarlıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz ve Sahabîlerin sevinç ve heyecanına âdeta yer ve gök iştirak ediyordu.



Mekke�ye varış

Tarih: Zilhicce ayının dördü, Pazar günü, sabahın erken saatleri.

Fahr-i Âlem Efendimiz, etraftan gelenlerin de katılmasıyla yüz bini aşkın Müslüman hacılarla Mekke�ye üst kısmından, Seniyyetü�l-Kedâ mevkiinden girdi.1 Kâbe-i Muazzamayı görünce, �Yâ Rabbi! Bu muazzam mâbedin azamet, şeref, keramet ve mehabetini arttır�2 diye duâ etti.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Beytullaha vardı. Hacerü�l-Esvedi istilâm etti3 ve o köşeden Kâbe-i Muazzamayı tavafa başladı. Tavafın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp, omuzlarını silkelemek suretiyle hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Kalan dört devresini ise ağır ağır yürüyerek tavafını tamamladı.

Kâbe�nin etrafını yedi defa dolaşarak tavafı tamamladıktan sonra Makam-ı İbrahime vardı. Orada iki rekât namaz kıldı.1 Sonra tekrar dönüp Hacerü�l-Esvedi istilâm etti. Bu esnada Hz. Ömer�e, �Ey Ömer! Sen, güçlü kuvvetlisin. Hacerü�l-Esvede yetişmek için başkasına omuz vurma! İnsanları, güçsüzleri rahatsız etme! Eğer, tenhâ bulursan onu istilâm et! Yok tenhâ bulamazsan, uzaktan el sürüp öpme işareti yap ve kelime-i Tevhid oku, tekbir getir�2 buyurdu.



Peygamberimizin sa�y edişi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Safa Tepesine çıktı. Orada Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrünü takdim etti. Buradan inerek Safâ ve Merve arasında yedi kere sa�y etti.

Mina�ya gidiş

Mekke�de Pazar, Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri kalan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Perşembe günü Mina�ya gitti. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada cemâatla edâ etti. Geceyi orada geçirdi. Zilhicce�nin dokuzu Cuma günü sabah namazını edâ ettikten sonra Mina�dan Arafat�a doğru hareket etti.3

Ashab-ı Kiramın getirdiği telbiye ve tekbirlerle âdeta yer gök çınlıyordu.



Vedâ Hutbesi

Arafat�ta Allah�a hamd ve senâdan sonra hususî olarak o sırada hazır bulunan yüz bini aşkın (120.000) Sahabîye, umumî olarak da bütün Müslümanlara, bütün insanlığa değişmez, eskimez ölçüler ihtiva eden şu hutbesini irâd buyurdu:

�Bismillâhirrâhmânirrahîm.

�Ey insanlar!

�Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

�İnsanlar!

�Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.

�Ashabım!

�Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

�Ashabım!

�Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib�in oğlu (amcam) Abbas�ın faizidir. Lâkin anaparanız size âittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

�Ashabım!

�Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı, Abdülmuttalib�in torunu İyas bin Rabia�nın kan dâvâsıdır.

�Ey insanlar!

�Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

�Ey insanlar!

�Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah�tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah�ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah�ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

�Ey mü�minler!

�Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah�ın kitabı Kur�ân-ı Kerim ve Peygamberinin (a.s.m.) sünnetidir.

�Mü�minler!

�Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helâl olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

�Ey insanlar!

�Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona âittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisâba kalkan köle, Allah�ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğrasın. Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder.

�Ey insanlar!

�Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem�in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah�tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır.

�Âzâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah�ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.

�Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

�Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah�a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah�ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.

�İnsanlar Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah�a âittir.

�İnsanlar!

�Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?�

Sahabe-i Kiram hep birden şöyle dediler:

�Allah�ın elçiliğini ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehâdet ederiz.�

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şehâdet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

�Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!�1



Öğle ve ikindi namazlarının beraber kılınışı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün insanlığa en yüksek ve kudsî bir ders olan Vedâ Hutbesini sona erdirdiği sırada Hz. Bilâl-i Habeşî öğle ezanını okumaya başladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, huşu içinde susup ezanı dinlediler. Ezan bitince, Hz. Bilâl kaamet getirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, o muhteşem cemaata imam olup önce öğle namazını kıldırdı. Sonra yine kaamet getirilerek ikindi namazını kıldırdı. Böylece Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir ezan iki kaametle iki vaktin namazını birleştirdi.2



İlk işâret

İkindiden sonraydı, vakit akşama yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, devesi Kasvâ�nın üzerindeydi. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:

�Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı seçtim.�1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu âyeti okuyunca, Ashab-ı Kiram son derece sevinip ferah duydular. Sadece biri ağlıyordu: Hz. Ebû Bekir. Sahabîler buna bir mânâ veremediler. Niçin ağladığını sorduklarında, �Bu âyet, Resûlullahın (a.s.m.) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum�2 cevabını aldılar.

Hz. Ebû Bekir�in söylediği ve anladığı sır doğru idi. Zira bu âyet, Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyadan göç etme zamanının yaklaşmış olduğuna ilk işâret idi. Çünkü, teklif ve tebliğ edilmesi gereken şeyler bittiğine göre, teklif ve tebliğ edenin vazifesi de son bulacak demekti.

Aynı sırrı, Hz. Ömer�in de idrak ettiğini kaynaklar zikrederler.3



Arafat�tan Müzdelife�ye

Cuma günü, güneş battıktan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.) devesi Kasvâ�nın üzerinde ve terkisinde Üsâme bin Zeyd ile birlikte, Arafat�tan Müzdelife�ye geldi. Bu sırada akşam namazı vakti çıkmış, yatsı namazı vakti girmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir ezan iki kaametle önce akşam, arkasından da yatsı namazını kıldırdı.4

Peygamber Efendimiz Cuma�yı Cumartesi�ye bağlayan geceyi Müzdelife�de geçirdi. Cumartesi günü sabah namazını orada edâ ettikten sonra Meş�ar-ı Harama geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabına �Cemre�de1 atılacak ufak taşları toplayınız� diye emretti ve taşların nasıl atılacağını gösterdi.

Sonra Akabe Cemresine birer birer yedi ufak taş attı. Her taş atışında �Allahü ekber� diyerek tekbir getiriyordu. Bu arada Ashab-ı Kiram da aynı şekilde Cemre taşlarını atıyorlardı.

Peygamberimiz Akabe Cemresine yedi taşı attıktan sonra Mina�ya döndü.



Kurban kesme

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz oradan kurban kesme yerine gitti. Ömr-ü saadetlerinin her bir senesi için bir kurban olmak üzere atmış üç kurbanı bizzat mübarek elleriyle kesti.2 Saçlarını traş ettirdi. Kesilen saçlarını hatıra olsun diye Sahabîlerine birer ikişer dağıttı. Bu da ashabından ayrılığının yaklaştığına işâretti. Ayrıca: �Ey insanlar! Haccın usûl ve erkânını benden öğrendiniz. Bilmem, ama belki bundan sonra benimle görüşemezsiniz� buyurarak da bu işâreti kuvvetlendirdi.

Peygamberimizin (a.s.m.) saçının ön kısmı traş edildiği sırada, Hz. Halid bin Velid, �Yâ Resûlallah� dedi, �alnın üzerindeki saçınızdan bana verir misiniz?�

Peygamber Efendimiz onun bu isteğini kabul etti ve kendisine saçının ön kısmından bir kaç tel verip hayatında devamlı muzaffer olması için duâ etti. Hz. Halid, mübârek saçları alıp gözüne sürdü, sonra da külâhının önüne yerleştirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimizin o saç ve duâsının bereketi hürmetine Hz. Halid girdiği her harpten muzaffer çıkmıştır. Nitekim kendisi de, �Ben, onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu�3 demiştir.



Peygamberimizin ifâza tavafı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce ifâza (ziyâret) tavafını yapmak üzere Kâbe-i Muazzamaya gitti. Müslümanlara da gitmelerini emir buyurdu. Tavafını yaptıktan sonra öğle namazını kıldı. Zemzem Kuyusundan su içti.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz o gün akşama doğru Mina�ya döndü.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının ikinci ve üçüncü günü, güneş batıya doğru eğrildiği zaman yaya olarak Mina Mescidinden sonraki İlk Cemrenin yanına vardı. Oraya birer birer yedi tane çakıl taşı attı. Her birini atarken �Allahü ekber� diyerek tekbir getiriyordu.

Bundan sonra İkinci Cemre, ondan sonra da Cemre-i Akabe denilen Üçüncü Cemre�nin yanına vardı. Her birisine birer birer yedi taş attı. Her birini atarken �Allahü Ekber� diyerek tekbir getiriyordu.2



Muhassab�a gidiş

Zilhicce�nin on üçü, Salı günü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mina�dan Muhassab denilen taşlık yere gitti. Orada çadırı kurulmuştu. Bu sırada Ashab-ı Kirama hitaben şöyle buyurmuştu.

�Allah, sözümü güzelce ezberleyip, sonra da onu duymayanlara ulaştıran kimselerin yüzünü nurlandırıp neşelendirsin. Olabilir ki, anlayan kendisinden daha iyi anlayana onu ulaştırır.

�İyi biliniz ki, üç şey mü�min ve Müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz.

1. Allah�ın rızasını gözeterek ihlâs ile amel,

2. Müslüman olan âmirlere nasihat ve itaatta bulunmak,

3. Müslüman cemaata îtikâd ve sâlih âmelde tabi olmak.�3



Vedâ tavafı

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sabah namazından önce, Beytullaha tavaf için gidileceğini Ashab-ı Kirama ilân etti. Daha Sonra Kabe-i Muazzamaya gidip veda tavafını yaptı.1

Zilhicce�nin on dördü, Çarşamba günü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, Vedâ Tavafından sonra, Mekke-i Mükerremeden Medine-i Münevvereye doğru yola çıktılar. Gadir-i Hum Vadisinde konakladılar. Efendimiz orada öğle namazını kıldırdı. Namaz bitince Ashabına, �Ey insanlar! Biliniz ki, ben de bir insanım! Çok sürmez yüce Rabbimin elçisi gelecek, beni ebedî âleme çağıracak. Ben de onun dâvetine icâbet edeceğim. Yakında size vedâ edeceğim� dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

�Eğer sadâkatle sarılırsanız, sizi doğru yolda muhafaza edecek iki şey bırakıyorum: Onların birincisi Allah�ın Kitabı Kur�an�dır ki, içinde hidâyet ve nur vardır. Ona sım sıkı sarılınız! İkincisi de Ehl-i Beytim�dir.�2 (*)

Bu sözlerinden sonra Hz. Ali�nin elinden tuttu. �Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır� buyurdu ve arkasından, �Allah�ım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!� diye niyazda bulundu.1

Peygamberimizin (a.s.m.) yakında ebedî âleme göç edeceğini haber veren yukarıdaki sözleri, Ashab-ı Kiramı hüzne boğdu. Uğrunda canlarını fedâ ettikleri, öz nefislerinden daha çok sevdikleri Kâinatın Efendisi aralarından gidecekti.

Şimdiden âdeta kendilerini bir yetim kabul edip gözyaşları döküyorlardı.



Medine�ye varış

Medine görününce Peygamber Efendimiz üç defa tekbir getirdi. Sonra âdetleri olan duâyı yaptı:

�Allah�tan başka ilâh yoktur. Allah tektir, ortağı yoktur. Mülk Onundur. Bütün hamd de Ona mahsustur. O, her şeye kadîrdir.

�Rabbimize yönelici, günahlarımızdan tevbe edici, Rabbimize kulluk, secde ve hamd edici olarak dönüyoruz.�2

Medine�ye girince Efendimiz doğruca Mescid-i Şerife vardı. Orada iki rekât namaz edâ ettikten sonra Hâne-i Saadetine döndü.

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin ilk ve son haccı oldu.



* * *



Yalancı Peygamberlerin Çıkışı

Esved-i Ansî�nin nübüvvet iddiâsında bulunması

Peygamber Efendimizin Veda Haccından sonra, etraftan gelen Müslümanlar memleketlerine dönmüşlerdi. Aldıkları talimatları memleketlerine götürmüşler, halka onları anlatmışlardı.

Veda Haccı esnasında inen (Mâide Sûresi, 3) âyet-i kerime dinin kemâle erdiğini beyân ediyordu. Bu Resûl-i Kibriyâ Efendimizin aynı zamanda vefatının da yaklaştığının ifadesi oluyordu. Bunu bir kısım Müslümanlar sezmişti. Veda Haccından sonra Peygamber Efendimizin hastalanması ise bunu kuvvetlendirmişti.

Bu esnâda Araplardan bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı.

Bunların ilki, Benî Ans Kabilesinden Esved-i Ansî diye tanınan Abhele bin Ka�b idi. Kâhin ve hokkabaz bir adamdı. Sözleriyle halkı tesir altına alırdı.1

Yemen�de ortaya çıkan bu adam, peygamber olduğunu ve meleklerin kendisine vahiy getirdiğini iddia etmeye başladı. Bir takım yalan, dolan ve hilelerle Yemen ahalisinden bir çok kimseyi aldattı. Necran halkı da ona tâbi oldu. Daha sonra San�a�ya gidip orayı da zaptederek fesad ve irtidat dâiresini genişletti.

Yemen�de bulunan Müslüman vali ve memurlar orayı terk etmek durumunda kaldılar. Hz. Muaz bin Cebel, Ma�rib�de bulunan Ebû Mûsa el-Eş�ari Hazretlerinin yanına gitti. Daha sonra ikisi oradan Hadramut�a gittiler.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz durumu haber aldı. Yemen�deki Müslümanlara; �Her nasıl olursa olsun Abhele�nin hakkından geliniz� diye haber gönderdi.1

Yemen�deki Müslümanlar bu emir üzerine derhal harekete geçtiler. Sonunda onu evinde öldürdüler. Esved�in öldürüldüğü haberi Medine�ye Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önce Pazar günü ulaştı. Yalancı Esved�in öldürülmesinden sonra Müslüman vâli ve memurlar tekrar Yemen�e döndüler.

Müseylime-i Kezzabın peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkışı

Yine Hicretin onuncu senesinde Müseylime-i Kezzab Yemâme�de peygamberlik davasına kalkıştı.

Müseylime, daha önce Benî Hanife temsilcileri ile görüşüp Müslüman olmuştu. Yemâme�ye dönünce irtidâd etti.2

İrtidat ettikten sonra Müseylime, Peygamberimize ortak olduğunu iddia etmeye ve yaymaya başladı. Kısa zamanda, hokkabazlık ve sihirbazlığıyla Benî Hanif ve Yemâme halkından bir çok kimseyi kandırıp etrafına topladı.

Hattâ, bir ara Kur�an-ı Kerim�i bile taklide kalkıştı. Bir takım gülünç sözler dizip Kur�an diye okurdu. Uydurduğu laflardan bazıları şunlardı:

�Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi?

�Onun hurma lifinden ip gibi kuyruğu ve uzun hortumu vardır.

�Bu Rabbimizin yarattıklarından azıcığıdır!�

Müseylime�yi gülünç duruma sokan bir başka sözü ise şuydu:

�Ey kurbağa kızı kurbağa! Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun? Üstün suda, altın balçıkta! Sen, ne suyu bulandırabilirsin, ne de içene mani olabilirsin! Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar bekle!�1

Peygamber Efendimiz, Necid diyarında bulunan Müslümanlara da haber göndererek, Müseylime-i Kezzab�ın hakkından gelmelerini emir buyurdu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin ebediyyet âlemine irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir, Halid bin Velid komutasında Müseylime�nin üzerine bir ordu gönderdi. Vahşi bin Harb, Hz. Hamza�yı şehid ettiği mızrağıyla onu öldürdü.

Üsâme Ordusu

Hicretin 11. senesi, Sefer ayının yirmi altısı, Pazartesi günü idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalanmasından bir gün önceydi. Buna rağmen o, yine İslâmın istikbal ve inkişâfını ilgilendiren tedbirler almak, gerekli teşebbüslerde bulunmakla meşguldü.

Bizans, İslâm Devleti için her zaman bir büyük tehlike hüviyetini koruyordu. O zamana kadar da gerekli dersi tam manasıyla almış değildi.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz o tarafa büyük ehemmiyet veriyordu.

Pazartesi günü, Ashab-ı Kirama sefer için hazırlanmalarını emretti. Hedef belli idi: Bizanslılarla, yâni Rumlarla muharebe. Emri duyan Müslümanlar evlerine dağılıp süratle hazırlığa başladılar.

Ertesi gün, yani Salı günü Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Üsâme bin Zeyd Hazretlerini huzuruna çağırttı. Ona şu emri verdi:

�Seni hazırlanan ordunun başına komutan tayin ediyorum. Sürâtle harekete geç, babanı şehid edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer ihsan ederse, orada fazla durma, geri dön!�1

 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Vefatı

Vefatı


Peygamberimizin hastalanması

Bu emri verişinden bir gün sonra âniden hastalandı. Fakat, cihad için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi. Bir gün sonra, Perşembe günü, hasta olduğu halde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsâme�ye verdi:

�Ey Üsâme! Allah yolunda, Allah�ın ismiyle muharebeye çık! Allah�ı inkâr edenlerle çarpış!� buyurdu. Mücahidlere hitaben de şöyle dedi:

�Ahde vefasızlık etmeyiniz! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyiniz!

�Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz! Zira, ne olacağını bilemezsiniz. Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz.

�Fakat, �Allah�ım! İmdadımıza yetiş! Düşmanımızın hakkından gel! Bizi onların zararından koru!� diye dua ediniz. Şunu da unutmayınız ki, Cennet kılıçların parıltısı altındadır.�1

Hz. Üsâme sancağı Büreyde bin Husayb�a teslim ettikten sonra, aldığı emir gereğince karargâhını Cürüf�te kurdu. Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu.

Hz. Üsâme, ordusunu hazırlamakla meşguldü. Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. İslâm ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa�d bin Ebî Vakkas, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi Ashab-ı Kiramın ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı. Bunların üzerine henüz yirmi yaşına basmamış Hz. Üsâme kumandan tayin edilmişti.

Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu: �Henüz yirmisine ayak basmamış bir delikanlı kumandan tayin ediliyor. Ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse emri altına veriliyor. Bu nasıl olur?�

Ayyaş bin Ebî Rebîa ise, �İlk Muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tayin ediliyor?�2 diyordu.

Sanki bir anda Hz. Üsâme�nin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından tayin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu çıkmıştı.

Duruma Hz. Ömer (r.a.) muttali oldu. Bu tarz sözleri sarf edenlere gereken cevabı verdikten sonra, meseleyi gidip Hz. Resûlullaha (a.s.m.) intikal ettirdi.

Peygamberimiz yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı. Haberi alır almaz, kızgınlığının ifâdesi yüzünde belli oldu. Sargılı başı ile yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı. Allah�a hamd ve senâda bulunduktan sonra, �Ey insanlar!� dedi. �Üsâme�yi kumandan tayin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum. Benim Üsâme�yi kumandan tayin etmeme itiraz ediyor gibisiniz! Daha önce Üsâme�nin babasını kumandan tayin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız. Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsâme de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir.

�Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsâme de en sevdiğim kimselerden biridir. O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Muhakkak ki Üsâme sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir.�1

Bu hitabesinden sonra minberden inip Hâne-i Saadetine girdi. İslâm ordusuna katılacak Müslümanlar birer ikişer gelip kendisiyle vedâlaştılar. Efendimiz onlara, �Üsâme�yi gönderme işini ihmal etmeyiniz�2 diyordu.

Hattâ bir ara dadısı ve Hz. Üsâme�nin annesi Hz. Ümmü Eymen Hâne-i Saadete gelip, �Yâ Resûlallah! Üsâme�yi bir süre karargâhında bıraksan olmaz mı?� deyince, Efendimiz aynı sözleri tekrarladı:

�Üsâme�yi gönderme işini ihmal etmeyiniz. Onu gönderiniz!�

Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.

* * *



Resulullahın Son Ziyaretleri

Baki� mezarlığını ziyaret

Fahr-i Âlem Efendimizin, bu fani dünyayı terk edeceği gün, saat besaat yaklaşıyordu.

Bir gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı. Hz. Âişe Vâlidemiz, �Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?� diye sordu.

Resûl-i Ekrem, �Baki� mezarlığında medfûn bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım. Oraya gidiyorum�1 diye cevap verdi.

Yanında azâdlı kölelerinden Ebû Rafi� ve Ebû Müveyhib vardı. Baki� mezarlığında kabirler arasında uzun bir müddet durarak duâ ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû Müveyhib�e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bakî-i Hakîkînin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifâde buyurdu:

�Ey Ebû Müveyhib! Dünya hazinelerinin anahtarları ile âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım. Ben de âhiret nimetlerini tercih ettim.�2

Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib�in birden nutku tutuldu. Yalnız gözü değil, bütün duyguları, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya başladı.

Bu mânâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriyâ, Hâne-i Saadetine geri döndü.

Uhud şehidlerini ziyaret

Uhud şehidleri için de duâ ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti.

Bu sebeple bir gün Uhud�a gitti. Orada şehid olan en güzîde Sahabîleri için uzun uzun duâ etti.

Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadete vardı. Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben, �Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım� buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

�Ben, sizin hakkınızda benden sonraki müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum. Fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum.�1



Hz. Meymûne�nin evinde

Resûl-i Ekrem Efendimiz âdetleri gereği Hz. Meymûne�nin evinde bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen âilelerinin hakkına son derece riâyet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Dâvet ettiği bütün hanımları etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.

�Yarın hanginizin evine gideyim?� diye sordu.

Bu sualini bir kaç kere tekrarladı. Hiç bir hanımından cevap gelmedi.

Bunu sormasındaki maksad, hastalık günlerini Hz. Âişe Vâlidemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.

Peygamber Efendimizin bu arzusunu Ezvâc-ı Tâhirat ferasetleriyle anlamada gecikmediler. İttifakla Hz. Âişe Vâlidemizin evinde kalmasını uygun buldular.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hz. Meymûne�nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali�nin, diğer bir eli Hz. Abbas�ın omuzunda, onların yardımı ile Hz. Âişe Vâlidemizin evine geldi.2

* * *



En Yakınlarının Lisanından Resulullahın Son Günleri



Hz. Âişe, Efendimizin hastalığını anlatıyor

Hz. Âişe Vâlidemiz, Efendimizin hastalığı esnasındaki bir hatırasını şöyle anlatır:

�Resûlullah (a.s.m.) eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti. Ağrının şiddetinden �Vay başım, vay başım� diye söylendim. Resûlullah bunu duyunca, �Ne ehemmiyeti var? Neden üzülüyorsun? Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen seni teçhiz ve tekfin eder namazını da kılarım� diye konuştu. Ben de, �Benim ölümümü mü istiyorsunuz?� dedim.�

Hz. Âişe, Peygamberimizin latife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu. Resûl-i Ekrem latifesinin sonunu şu ciddi sözlerle bağladı:

�Ey Âişe Senin başının ağrısı geçer gider. Asıl baş ağrısı benim başımın ağrısıdır. Artık ondan kurtulmak çok zor.�1



Peygamberimiz ve Sıddık-ı Ekber

Her yerde her zaman Allah ve Resûlüne sadakâtın zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber, Resûl-i Ekremin huzuruna çıkarak kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını şöylece dile getirdi:

�Yâ Resûlallah, müsâade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!�

Resûl-i Ekrem, Sıddık-ı Ekberin arzusuna müsâade etmedi, ama cevabı gönlünü fethedici idi.

�Ey Ebû Bekir! Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevap ve mükâfatına şimdiden nâil oldun. Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla, zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!�



En ağır hastalık, en fazla ıztırap

Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu.

Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle, �Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ıztırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin� dediler.

Resûl-i Ekrem cevabıyla durumunu şöylece izah etti:

�Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Taâlâ, salih ve mü�min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musîbet ve o hastalık vasıtasıyla o mü�min salih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder.�

Ve Hz. Âişe Vâlidemiz şöyle der:

�Hakikaten Resûlullahın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik.�

İbn-i Mes�ud anlatıyor

Abdullah ibni Mes�ud (r.a.) ise Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:

�Nebînin (a.s.m.) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım.

�Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ıztırap çekiyorsunuz!

�Yâ Resûlallah! Bu hummanın iki kat ıztırabı var, elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır, dedim.

�Resûlullah, �Evet� diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu: �Hastalığa tutulan hiç bir Müslüman yoktur ki; Allah Taâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.�1

Ümmü Bişr anlatıyor

Hastalığı sırasında Resûl-i Ekremin ziyaretine giden Bişr bin Bera�nın annesi Ümmü Bişr de gördüklerini şöyle anlatır:

�Resûlullahı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:

�Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim.�

�Resûlullah (a.s.m.) bana cevaben şöyle buyurdu: �Bizim hastalığımız herkesten daha şiddetli ve daha ziyâde olur. Fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevap ve mükâfat da o nisbette fazla olur!��2

Resûl-i Ekrem yazı yazdırmak için kâğıt kalem istiyor

Rebiülevvel ayının sekizi, Perşembe günü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalığının en şiddetli anları. Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu. Bu sırada, �Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazayım. Tâ ki bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız� buyurdu.3

Hz. Ömer, �Resûlullaha (a.s.m.) hastalığı baskın gelmiştir. Yanınızda Kur�an var. Allah�ın Kitabı bize yeter� dedi.

Kâğıt kalem getirip getirmemekte tereddüt ettiler.

Bazıları Hz. Ömer�in sözlerini doğruladı. Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, onların anlaşmazlığa düştüklerini fark edince, �Yanımdan kalkınız, yanımda münakaşa, gürültü etmeyiniz. Beni kendi halime bırakınız�1 buyurdu.

Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yazdırmasını arzu ettiği şey, yazılmamış oluyordu.



Hastalığının hafiflediği gün

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini arttırıyordu. Bir ara soğuk su getirilmesini emretti. Getirilen suyu mübârek vücudlarına döktürdü.

Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti. Bunun farkına varır varmaz Hz. Ali ve Hz. Fazl bin Abbas�a dayanarak Hâne-i Saadetinden Mescid-i Şerife gitti. Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı Kirama şu hitabede bulundu:

�Ey insanlar! Duydum ki, vefât edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hangi Peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki, ben de kalayım? Bilesiniz ki, ben yakında Rabbime kavuşacağım. Ona siz de kavuşacaksınız.

�Ey Ensar! İlk Muhacirlere iyilik etmenizi tavsiye ederim.

�Ey Muhacirler! Size de Ensara iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim. Onlar size yardımda bulundular. Sizi memleketlerine getirdiler. Sizi evlerinde ağırladılar, barındırdılar. Geçimde sıkıntı içinde oldukları halde sizi kendilerine tercih ettiler. Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun.

�Ey İnsanlar!

�Her şey Cenab-ı Hakkın ezelî idaresi dairesinde cereyan eder. Allahu Taâlânın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız, çünkü mağlûp olursunuz. Cenab-ı Hakka hile yapmaya kalkışmayınız, zira zarar ve ziyana siz uğrarsınız.

�Ben size, şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır. Her kim Kevser Havuzu kenarında buluşmak isterse elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.

�Ey İnsanlar!

�Bilmelisiniz ki, günah işlemek, nimet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur. İnsanların ekserisi salih olursa, onların âmirleri, idarecileri de adl ve insafla muamele ederler. Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri, hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.�1

Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe Vâlidemizin evine gitti ve yatağına yattı.

* * *



Kâinatın Efendisi Müslümanlarla Helâlleşiyor

Resûl-i Ekrem Efendimiz hastalığının en şiddetli olduğu bir günde Ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti.

Yine bir taraftan Hz. Ali�ye diğer taraftan da Fazl bin Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minber�e çıkıp oturdu.

Hz. Bilal�e de (r.a.) şu emri verdi:

�Halka ilân et. Mescid�de toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu benim son vasiyetim olacaktır.�

Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı mescid almaz oldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah�a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirâma şöyle hitap etti:

�Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşssam, işte sırtım gelsin vursun.

�Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın.

�Sakın hak sahibi, �Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlullah bana darılır� diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur.

�Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir. Veyâhut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum.�1

Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerini tekrarladı:

�Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Her kimin benden alacağı varsa işte malım gelsin alsın.�1

Cemaat içinden biri ayağa kalktı. �Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye �yemin et� diye teklif de etmem. Ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!� buyurdu.

Ayağa kalkan zât, �Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana fakire üç dirhem vermemi emretmiştiniz. Ben de verdim. İşte istediğim bu üç dirhemdir� dedi.

Peygamber Efendimiz, �Doğru söylüyorsun� dedikten sonra, �Ey Fadl! Buna üç dirhem ver�2 buyurdu.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Mescide açılan kapıları kapatınız! Sadece, Ebû Bekir�in kapısı açık kalsın�3 buyurdu.

Emir gereği Mescid-i Şerifin çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir�inki hariç hepsi kapatıldı.4

Hz. Ebû Bekir namaz kıldırmaya memur ediliyor

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hastalığı sebebiyle ezan okununca daima Mescid-i Şerife çıkar ve cemaata namaz kıldırırdı.

Vefâtına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şerife de çıkamaz oldu. O zaman, �Ebû Bekir�e söyleyiniz, mü�minlere namaz kıldırsın�5 diye emir vererek imamlığı Hz. Ebû Bekir�e bıraktı.6



Peygamberimizin son namaz kıldırışı

Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu. Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali�nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerife çıktı.

Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir�in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir�in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tabi oldu.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mescid-i Şerifte Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur.



Hz. Cebrâil�in, hatırını sormak için gelişi

Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi. Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hal ve hatırını sordu:

�Ey Ahmed,� dedi. �Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde sana; �Kendini nasıl buluyorsun?� diye soruyor�

Rabb-i Rahimine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu cevabı verdi:

�Ey Cebrâil! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!�2



Vefâtından bir gün evvel

Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü. Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.) yatağında, şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tahirat vardı. Başucunda Hz. Aişe Vâlidemiz oturuyordu.

Bu sırada, Hz. Üsâme ordugâhtan gelip huzur-ı saadetlerine girdi. Efendimiz dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu. Hz. Üsâme, mübârek ellerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azami hürmet içinde Kâinatın Efendisinin karşısında ayakta durdu. Efendimiz ona bir şey söylemedi. Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona duâ ettiği anlaşıldı.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin duâsını alan Hz. Üsâme doğruca ordunun başına döndü.



Hz. Cebrâil�in ikinci gelişi

Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü.

Hz. Cebrâil yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen�de peygamberlik dava eden yalancı Esved-i Ansî�nin idam edildiğini haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu haberi Ashab-ı Kirama bildirdi.2

Pazartesi günü�

Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği Pazartesi günü. Rebiülevvel ayının on ikisi. Böyle bir Pazartesi gününde mübârek gözlerini dünyaya açmıştı.

Bu gün de, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi.

Bu hafifliği hisseder etmez, yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerife teşrif etti.

O sırada Ashab-ı Kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir�in arkasında sabah namazını kılıyorlardı. Kâinatın Efendisi bu nurânî manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu.

Kendileri de Hz. Ebû Bekir�e uyarak namazını edâ etti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizi, aralarında mütebessim bir sîma ile gören Sahabîler bütün bütün sıhhat buldu düşüncesiyle son derece sevindiler.1



Peygamber Efendimiz hücre-i saadetlerinde

Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir�e uyup Ashabının arasında kılarak onları sevince garkeden Fahr-i Kâinat Efendimiz, namazın edâsından sonra yine Hücre-i Saadetine döndü. Yataklarına yattılar.

Bu arada kumandan Hz. Üsâme son defa kendisiyle vedâlaşmak üzere geldi. Resûl-i Ekrem, �Allah�ın bereketi ile artık hareket et!� buyurdu.2

Emri alan kumandan Hz. Üsâme bin Zeyd doğruca ordugâha gidip mücahidlere hareket emrini verdi.

Hz. Ebû Bekir�in izin isteyip, Sünh�taki evine gidişi

Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip, �Yâ Resûlallah! Allah�a hamdolsun! Onun lütuf ve keremiyle sağ salim sabaha çıktınız! Müsâade buyurursanız, Sünh�taki evime gideyim� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Olur� buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh�taki evine gitti.3



Müslümanlara ve ev halkına son seslenişi

Son gün Pazartesi. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:

�Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor! Ey insanlar! Siz bana karşı hiç bir şeyle delil bulamazsınız! Zira ben, ancak Allah�ın Kitabı Kur�an�ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!

�Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye!

�Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben, sizi Allah�ın gazabından kurtaramam!�1



Peygamberimizin Hz. Fâtıma�ya söyledikleri

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekremin hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin evlâd sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evlâdı.

Hz. Fâtımatü�z-Zehrâ, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygamber Efendimize en çok benzeyen evlâdı idi.

Resûl-i Ekrem hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zerâfet timsali Hz. Fâtıma�yı yanına çağırdı.

Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.

Hz. Fâtıma�yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.

Peygamber Efendimiz, sonra bu güzîde kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma birden gülümseyip sevinmeye başladı.

O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca Hz. Fâtıma şu cevabı verir:

�Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi. Bunun için ağladım.

�Sonra da �Âilem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın� deyince de sevindim.�2

Ve artık son anlar

Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü. Güneş, batıya doğru kayıyordu.

Peygamber Efendimizin mübârek başları, Hz. Âişe�nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah�ı zikretmekle meşguldü: �Allah�ım! Beni, Refîk-i A�lâ�ya1 ulaştır� duâsını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetine irşadda bulunmaktan geri durmuyordu: �Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza dikkat ve devam ediniz!�2 diyordu.

Bu hazin manzara orada bulunan Hz. Fâtıma�nın yüreğini âdeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bağrına bastı: �Vay! Babamın çektiği ıztıraba� diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, �Bugünden sonra baban hiç bir zaman ızdırap çekmeyecektir� buyurdu ve ilâve etti:

�Kızım! Sakın ağlama! Ben vefât ettiğim zaman �İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Raciûn� de.�3

Hz. Cebrâil ile Hz. Azrail�in birlikte gelişleri

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu fâni dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu.

Bu esnada, Hz. Cebrâil Hz. Azrail ile birlikte geldi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hal ve hatırını sordu. Sonra, �Ölüm meleği Azrail içeri girmek için izin ister� dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz müsâade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önünde oturdu, �Yâ Resûlallah!� dedi, �Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım. İstersen sana bırakacağım.�

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Cebrâil�e baktı. O da, �Yâ Resûlallah, Mele-i A�lâ seni beklemektedir� dedi.

Bunun üzerine Hâtemü�l-Enbiya Efendimiz, �Yâ Azrail! Gel, memuriyetini yerine getir�1 buyurdu.

Peygamberimizin Rabbine kavuşması

Mübârek başları Hz. Âişe�nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübârek yüzlerine sürdü. Mübârek dudaklarından �Lâ ilâhe İllallah� cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. �Allah�ım! Refîk-i Alâ� cümlesini tekrarlaya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refîk-i Alâ�ya yükseldi.2

Tarih: Hicretin 11. senesi, Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü.

Milâdî 8 Haziran 632.

* * *



Resulullahın Vefatından Sonrası

Hâtemü�l-Enbiyâ Efendimizin (a.s.m.) pâk ruhları artık a�lâ-yı illiyyine (en yüksek makama) yükselmişti. Ezvâc-ı Tahirat üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar.

O sırada annesi tarafından Hz. Resûlullahın son anlarını yaşadığını haber alan Hz. Üsâme hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerife gitmişti. Hâne-i Saadette feryad ve figanın yükseldiğini duyan Ashab, kalblerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.

Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hattâ herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:

�Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa�ya ârız olan saika gibi bir saika arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim.�1

Halkı teskin eden Sıddık-ı Ekber

Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh Mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının âdeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir sür�atle Hâne-i Saadete girdi.

Dehşet ve hayret içinde Fahr-i Kâinatın mübârek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü tecessüm etmiş bir nurdu. Eğildi, tazim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:

�Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!�1

Sonra da Ehl-i Beyte teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer

Hz. Ebû Bekir, Hâne-i Saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerife vardı.

Hz. Ömer�in �Resûlullah vefât etmedi� sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:

�Kim ki Muhammed�e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah�a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy�dır, ölümsüzdür.�2

Sonra da şu âyet-i kerimeyi okudu:

�Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah�a en küçük bir zarar vermiş olmaz. Fakat şükredenlere Allah mükâfatını verecektir.�3

Bu âyet-i kerime, Uhud Muharebesinde, �Muhammed öldürüldü� şâyiası üzerine nazil olmuştu. Ashab; onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!

İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve Ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifâ etmiş oluyordu.

Bu hitabe ve bu âyet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine Sahabîler kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.

Daha sonra Hz. Ebû Bekir şu meâldeki âyet-i kerimeyi okudu.

�Muhakkak ki sen de öleceksin onlar da ölecekler.�1

Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir bu hitabesiyle o zamanki İslâm cemaatına büyük bir hizmet ifâ etmiş oluyordu.

Ashab-ı Güzîn artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de; �Resûlullah ölmemiştir� sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.

Evet, Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifi ile duyduğu sevinç kadar hiç bir sevinç duymamıştı. Şimdi ise aynı Medine en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu. Âdeta semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.



Hz. Ebû Bekir�in halife seçilmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin vefâtıyla Medine mateme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.

Ancak, bununla hiç bir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslâmın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.

Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir�di. Zira, Ashab-ı Kiramın en yüksek tabakası en evvel Mekke�de îmân eden seçkin Sahabilerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler. Fakat, Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir�i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefâtını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir�inkini açık bıraktırmıştı. Ebediyyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâmın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti.

Bu sebeple Hz. Resûlullahtan sonra, halifeliğe en lâyık o idi.

Nitekim netice de öyle oldu. Resûl-i Ekrem Efendimizin ebediyyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Resûlullahın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.



Hz. Ebû Bekir�e umumî biât

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü. Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevîye geldi. Minbere çıkıp oturdu.

Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı. Allah�a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara, �Allah, halifeliği sizin hayırlınız, Resûlullahın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!�

Mescid-i Şerifte bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir�e umumî bîat yaptılar.1

Bîat işi bitince Hz. Ebû Bekir, Allah�a hamd ve şükür ettikten sonra şöyle konuştu:

�Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emir oldum. Halbuki, sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz. Fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz!

�Doğruluk emânettir. Yalancılık hiyânettir. İnşaallah, içinizdeki en zayıfınız kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır.

�Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki, cihadı terk eden kavim zelîl olur.

Ben, Allah ve Resûlüne itâat ettikçe, siz de bana itâat ediniz. Ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itâatınız lâzım gelmez.

�Kendim ve sizin için Allah�tan af ve mağfiret dilerim!�1

Peygamber Efendimizin yıkanması ve kefene sarılması

Rebiülevvel ayının on ikisi Pazartesi günü, Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimi ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin yıkanması, techiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir�e Mescid-i Nebevîden umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Hücre-i Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimizin azaldlısı Şükrân (Salih) bulunuyordu.2

Bu arada Ensar-ı Kiram da bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs bin Havlî�yi içeri aldı.3

Yıkama işini Hz. Ali yaptı. Zirâ, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sağlığında ona, �Vefât ettiğim zaman beni, sen yıka� diye vasiyyet etmişlerdi.4

Evs bin Havlî testi ile su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsâme ve Şükrân, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de eline sarmış olduğu bez ile gömlek üzerinden oğuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesedleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i Saadetin içini, o âna kadar görülmemiş bir güzel koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görüle gelen şeylerden hiç birinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, �Anam babam sana fedâ olsun! Hayatında da, vefâtında da temizsin, güzelsin, yâ Resûlallah!�1 diyordu.

Yıkama işi bittikten sonra Hâtemü�l-Enbiyâ Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.2



Peygamberimizin üzerine namaz kılınması

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i Saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra Hâne-i Saadetlerinin kapısını açtılar. Önce melekler, sonra erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar Fahr-i Alem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifâ ettiler.



Resûl-i Ekrem�in defni

Resûl-i Ekremin nereye defnedileceği hususu görüşüldü. Bir kısmı, Mekke�ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine�de ve Bakî mezarlığına, bazıları ise Mescidin içine defnedilmesini teklif etti.3

Fakat, Hz. Ebû Bekir imdada yetişerek şöyle dedi:

�Ben, Resûlullahtan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: �Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu o peygamberin defnolunmak istediği yerde alır. Dolayısıyla, Resûlullahı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!�4

Bu teklif Ashab-ı Kiram tarafından benimsendi. Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Âişe�nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.



Hz. Bilâl�in Müslümanları ağlatması

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz defnedilmemişti. Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. �Eşhedü Enne Muhammede�r-Resûlullah� dediği zaman, Ashab-ı Kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.

Bu, Hz. Bilâl�in son ezânı oldu. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.



Peygamberimizin kabre konması

Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi. Nihâyet, gönül ve göz yaşları arasında Server-i Kâinatın mübarek na�şını kabrine tevdi ettiler.

Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken şöyle duâ ediyoruz:

Allah�ım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma! Âhirette ise şefâatından mahrum kılma! Âmin� Âmin� Âmin�

 

Bilgi / İnfo

satcafesi.net kar amacı gütmeyen bilgi & paylaşım üzerine kurulu ücretsiz bir forum sitesidir,Üyeler her türlü bilgiyi,dosya,video,resim,vs. önceden onay olmadan paylaşabilmektedir,bunedenle oluşacak herhangi bir illegal paylaşımdan satcafesi sorumluluk almamaktadır,T.CK.na aykırı paylaşım görüldüğünde iletişim kısmından bizlere bildirmenizi rica ederiz.

Yasal Haklar

Foruma gönderilen mesajlardan öncelikle mesaj sahipleri sorumludurlar. Forum yöneticileri başkalarının mesaj veya konularından sorumlu tutulamazlar. Ancak yasal nedenlere bağlı herhangi bir şikayet durumunda, yetkililer bilgilendirildiği takdirde ilgili düzenleme yapılacaktır.
Üst