gittigidiyor

Muhtelif konular

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Çeçenistan

ÇEÇENISTAN DIRENISIN TARIHÇESI

(1996'ya kadar)

samil.gif


Müslüman çeçenlerin Ruslara kök söktüren tarihsel mücadelesi


samil2.gif


1783
Çeçenlerin Çarlik Rusyasi isgaline karsi baslattigi savas Kuzey Kafkasya'ya yayildi. 1780'lerin basinda baslayan savasta cihadin liderligini Seyh Mansur yürütüyordu. Rus istilâcilar katliam yaptilar. 1791'de tutukladiklari Seyh Mansur'u, 1794 yilindâ Slisselarg hapishanesinde sehit ettiler, ama savas devam etti.

1816
Çar, General Yermalov'u Kafkasya'ya komutan toyin etti. Yermalov büyük bir ordu ile Çeçenleri ve diger Kafkas halklarini katliama tabi tuttu.

1828
Rus baskisina dayanamayan Dagistan'da Müslümanlar önce Imam Gazi Muhammed, daha sonra Imam Hamzat önderliginde ayaga kalktilar. Büyük savas bir anda bütün Kafkasya'ya yayildi.

1834
Imam Hamzat'in sehit edilmesinden sonra cihadin önderligini Imam Samil yapmaya basladi. Taso Haci liderligindeki mücahid kuvvetleri de Imam Samil saflarina katildi.

1839
Çarlik, Çeçenlere karsi baskin düzenlemeye basladi. Imam Samil liderligindeki büyüklü küçüklü bütün Çeçenler ve Kuzey Kafkasya halklari gazavat savasina, cihada basladilar. Milli Azadlik cihadi olarak bilinen bu savas tam 25 yil devam etti. Bu savas Rus tarihine Kafkas Harbi olarak girdi. Rus demokrat yazari N.Çerniserskiy, bu savastan bahsederken, "Rusya bu savasa yilda 25 bin asker gönderdi" diye yazmaktadir. General N.N. Rayevsk ise "Bizim Kafkasya'daki hareketlerimiz Amerika'nin istilâsindaki facialar gibi
idi" diye yazmaktan kendini alamamistir.

1859
Ruslar, Çeçenlerin son duragi Vedeno köyünü de isgal etti. Samil esir düstü. 25 yil devam etmis olan savasta milletin yarisindan çogu vuruldu ya sahit oldu veya gazi. Fakat Çeçenler yilmadi. Savas 1864 yilina kadar devam etti.

1865
Ruslar, sömürge rejimi uygulamaya basladilar. Çeçen gençleri Rus ordusu arasina dagitildi. Birçoklari da ülkenin disina çikmak zorunda kaldi. Anadolu'ya göçler bu tarihte basladi.

1877
Çeçen ve Inguslar yeniden ayaga kalkti. Iki yillik çetin savastan sonra Ruslar, Çeçen ve Inguslari vatan topraklarindan sürgün ettiler ve bölgeye Rus Kazak (koçak/larini yerlestirmeye basladilar. Bunun üzerine Çeçen ve Inguslar gerilla savasi ,baslatti. Zalimhan, liderligindeki mücahidler;
1917 yilina kadar Rus Koçaklorina karsi savastilar.

1917
Çeçen Inguslarla Rus Kazaklari arasindaki ölüm kalim savasi basladi. Bu savas bir yil sürdü. Çeçenler, 1918 yilinda kendi topraklarini geri aldilar. Çeçenler, Seyh Uzun Haci önderliginde Kuzey Kafkasya Emirligi altindaki Islâm devletinin kuruldugunu ilan ettiler.

1920
Komünistler, Kuzey Kafkasya'yi isgal ettiler. Sovyetler sikiyönetim ilan etti. Olaganüstü idarenin basini ÇK (daha sonra KGB) yürütüyordu. Aydinlar, bilhassa din adamlari kursunlandi.

1922
Komünistler, bölgeyi "Çeçen vilayeti" ilan etti.

1924-25
Kafkasya Sikiyönetim Komutanligi, 10 bin Çeçen Ingus aydinini hapsetti. Komünist olmayanlar idam edildi, kursuna dizildi.

1929
Kafkasya Harbi Komutanligi, Çeçenistan'da kolhozlastirma (halkin topraklarina el koyma) hareketi baslatti. Bu uygulamaya karsi çikan Çeçenler, Sit Islambulov liderliginde baskaldirdilar.

1930
Kizilordu, Sit Islambulov liderligindeki mücahidlerle anlasma yoluna gitmek zorunda kaldi. Bu anlasmaya göre Sovyetler, Çeçen Inguslarin
haklarina saygi duyacaklari garantisini verdi.

1931
KGB, anlasmayi bozdu ve Sit Islambulov ve arkadaslarini kursuna dizerek sehit etti. Sit Islambulov'un yerine kardesi Hasan Islambulov geçti ve 1935 yilina kadar Kizilordu ile savas devam etti.

1932
Çeçenistan Nogayyurt bölgesindeki halk ayaklandi. Buna karsi NKVD (daha sonra KGB) buradaki herkesi hapse atarak iskenceler uyguladi.
Sonra diger yerlerdeki milleti kötülemek için kizil partizan Ibrahim Gelderan liderliginde sahte bir ayaklanma gerçeklestiren KGB, halki Kizilordu kursunlarina hedef ettiren Gelderan'a öldürttü.

1936
Yillardir devam eden savasi durdurmak isteyen Moskova, Çeçen-Ingus vilayetine, Çeçen Ingus Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti adini
verdi. "Sovyet Sosyalist" kelimelerini istemeyen millet aydinlarini 1937 yilinda hapse attilar. Bir yil içinde 10 bin kisi tutuklandi ve hiçbirisi evine
dönemedi.

1940
Milleti tehcir eden Ruslara karsi Hasan Islambulov liderliginde baslayan
ayaklanma herkesi birlestirdi. Satoy sehrini ele geçiren Hasan Islambulov askerlerinin hareketi millete güç verdi ve Galanoj Ingus halkinin geçici
inkilap hükümetini kurdular. Ruslar ne kadar saldirdilarsa da Islambulov taraftarlarini yok edemediler.

1944
Çeçenler, Kirim; Karaçay, Balkar ve Ahiska Türkleriyle birlikte, Stalin tarafindan Sibirya ve Türkistan steplerine sürgün edildiler. Bu topyekün
sürgün sirasinda binlerce Çeçen açlik, salgin hastalik ve Rus kursunlariyla öldü.

1957
Sovyet lideri Nikita Kurusçev, sürgündeki Çeçen ve Inguslara, eski durumlarina kavusmalari için bazi haklar tanidi. Sürgündekiler, Çeçen
Ingus Cumhuriyeti'ndeki yurtlarina dönmeye basladilar.

1960-1970
Bu yillar içerisinde Moskova, Çeçen Inguslarin daglik yerlere, sehirlere, Rus Kazaklarinin yerlestirilmesi, nüfus yapisinin degistirilmesi çalismalarina devam etti. Çogu yerlerde sahte törenler yapti. Çeçen Inguslar bu sahte törenlere çok sert tavir aldilar. Rus-Çeçen mücadelesi ideolojik savas seklinde devam etti.

1982
Sovyetler Birligi Komünist Partisi'nin birinci adami Brejnev'in yardimcisi Süslov, "Baska milletler, Sovyetler Birligi'ne kendi arzulari ile katilmislardir" diyerek asimilasyon politikasini sürdürdü.

1988
Çeçen Ingus Halk Cephesi kuruldu. Hoca Ahmet Bisultanov lider seçildi. Cephe, ilk eylem olarak Gudermes'te yapilmakta olan kimya fabrikasina karsi protesto gösterileri düzenlemeye basladilar. Bu arada siyasi teskilâtlar da kuruldu. Bu teskilâtlar, 1990 yilinda siyasi parti hüviyetine
büründü.

Kasim 1990
Çeçen Halk Kurultayi toplandi. Kurultayda Çeçen Milli Komitesi kurulmasi karari alindi. Komitenin adi daha sonra Milli Kongre olarak
degistirildi ve basina Cevher Dudayev getirildi.

5 Eylül 1991
Agustos ayinda Sovyetler Birligi Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Baskani Mihail Gorbaçov'u devirmek için yapilan darbeyi destekleyen Çeçen Ingus hükümeti, baskilar sonucu; bagimsizlik yanlisi Çeçen Milli Konseyi'nden istifa etmek zorunda kaldi. Rus Hava Kuvvetleri'nden kendi istegiyle emekli olan General Cevher Dudayev, ülkesine döndü ve milli lider ilan edildi.

Ekim 1991
Cevher Dudayev, Moskova yanlisi geçici hükümeti devirmek için kampanya baslatti. Resmi daireleri ele geçirmeye baslayan Cevher
Dudayev halkin yüzde 80'den fazlasinin oyunu alarak Devlet Baskanligi'na seçildi ve tek tarafli olarak bagimsizlik ilan etti.

Kasim 1991
Rusya Federasyonu Devlet Baskani Boris Yeltsin, olaganüstü hal ilan ederek Çeçenistan'in bassehri Grozni'ye asker gönderdi. Bu askerlerin Grozni havaalaninda Devlet Baskani Dudayev'e bagli askerler tarafindan engellenmesi üzerine, Rusya Parlamentosu olaganüstü hali kaldirdi
ve Rus askerleri 3 gün sonra geri döndü.

Haziran 1992
Çeçen-Ingus Cumhuriyeti, "Çeçenistan" ve 'Ingusistan" olarak birbirinden ayrildilar. Ingusistan, Rusya Federasyonu içerisinde kalmaya karar verirken Çeçenistan'in bagimsizlik karari Rusya tarafindan reddedildi.

1994
Moskova; Çeçenistan'in suçlular için karargâh olmaya basladigi seklinde propaganda yapmaya basladi ve halkin Cevher Dudayev'i devirmesi için çagri yapmaya basladi.

2 Agustos 1994
Rusya'nin destekledigi bilinen muhalefet tarafindan organize edilen Geçici Konsey, Cevher Dudayev'i devirme çalismalarina basladi.

25 Kasim 1994
Moskova destekli isyancilar, tank ve agir silahlarla Grozni'ye saldirdilar, fakat bir gün sonra geri çekilmek zorunda kaldilar.

samil3.gif



29 Kasim 1994
Boris Yeltsin, Dudayev ve muhalefete 48 saat içinde silahlarini birakmalari çagrisinda bulunarak, aksi halde olaganüstü hal ilan edecegini açikladi. Rus uçaklari Grozni'yi bombaladi.

30 Kasim 1994
Rus uçaklari tarafindan yeni bir hava
saldirisi daha yapildi. En az 10 uçagin katildigi saldiridan
sonra Cevher Dudayev, kadin ve çocuklara Grozni'yi terket-
meleri çagrisinda bulundu. Rusya, Çeçen sinirina asker yig-
maya basladi.

1 Aralik 1994
Rusya'nin, verdigi sürenin bitmesine ragmen, hiçbir harekette bulunmayan Yeltsin, Çeçenlerin elindeki Rus esirleri geri alabilmek için her yolu deneyecegini açikladi.

5 Aralik 1994
Rusya, Çeçenistan'in terörist yatagi oldugunu ileri sürerek, Bati'yi yanina almak tesebbüslerine basladi.

6 Aralik 1994
Çeçenistan bagimsizligini elde etmesinden sonra ilk dafa en üst seviyede bir toplanti yapti. Rusya Savunma Bakani Pavel Graçev ve Cevher Dudayev, yaptiklari görüsmede, krizin sona ermesi için güç kullanilmamasi konusunda görüs birligine vardilar.

7 Aralik 1994
Rus Güvenlik Konseyi, taraflarin silahsizlandirilmasi için bütün anayasal tedbirlerin uygulanmaya konulmasini istedi.

8 Aralik 1994
Boris Yeltsin, anayasal tedbirlerin uygulanmasini istedi.

10 Aralik 1994
Rusya, Çeçen hava sahasi ve sinirini kapattigini açikladi. Grozni yine bombalandi. Dudayev'in yardimcilarindan biri, Rusya'nin Çeçenistan'i isgal etmeleri halinde, Rus askerlerinin tabut içinde terk edeceklerini söyledi.

11 Aralik 1994
Rus askerleri, 3 koldan Çeçenistan'a girdiler. Yeltsin, 15 Aralik tarihine kadar süre taniyarak, Çeçenlerin silahlarini birakmalarini istedi.

12 aralik 1994
Rus uçaklari, Grozni yakinindaki hedefleri bombaladi. Grozni'nin disindaki köylerde agir çarpismalar meydana geldi.

14 Aralik 1994
Cevher Dudayev, Rusya'yi uyararak bir adim daha atmalari halinde, gerilla savasi baslatacaklarini ilan etti. Baris ümidi, Çeçenlerin
Rusya'nin isteklerini reddetmeleri ile son buldu.

15 Aralik 1994
Boris Yeltsin, Cevher Dudayev taraftarlarinin silah birakmasi için verdigi süreyi 48 saat daha uzatti. Dudayev, Rus askerlerinin çekilmesi halinde masaya oturacagini açikladi.

16 Aralik 1994
Çeçenistan'a gönderilen bir Rus general, Yeltsin'in hareketinin anayasaya aykiri oldugunu belirterek, "Bir adim daha ileri gitmeyecegini" ilan etti. Rusya Güvenlik Konseyi yaptigi açiklamada, verilen süreyi cumartesi gece
yarisina kadar erteledi.

17 Aralik 1994
Rusya Disisleri Bakani Andrei Kozirev, yabancilarin ülkeyi terketmesini istedi ve Dudayev'i bir defa daha görüsme masasina davet etti.

18 Aralik 1994
Rus uçaklari gece yarisindan itibaren Grozni'yi bombalamaya basladilar. Fakat kara harekâtina geçilmedi. Grozni'de bulunan Dudayev taraftarlari sessiz kalarak Rusya'nin ikinci bir adim atmasini beklediler.

19 Aralik 1994
Rus kuwetleri özellikle sivil yerlesim birimlerini bombalayarak 16 kisinin
ölümüne sebep oldu. Grozni'ye yönelik hava saldirilari yine devam etti. Grozni disinda yogun çarpismalar oldugu bildirildi. Bölgede bulunan
gazeteciler, Petropavlovskaya köyünün Ruslarin eline geçtigini bildirdi. Cumhurbaskanligi Sarayina yönelik saldirilarda, sarayin isabet almadigi, mermilerin bos araziye düstügü belirtildi.

Ocak 1995
Rus tanklari Grozni'nin merkezine dogru ilerlemeye basladi.

Subat 1995
Mücahidler bassehir Grozni'yi terk etmeye basladi.

Nisan 1995
Avrupa Güvenlik ve Isbirligi Konferansi AGIK, Çeçenistan komisyonu kurmaya karar verdi. Dudayev, Rusya içinde saldirida bulunma
tehdidinde 'bulundu. Argun, Gudermes ve Sali'yi ele geçirmeye basladi.

Mayis 1995
Rus askerleri Kafkas dagina dogru ilerliyor. AGIK himayesinde yapilan görüsmelerin ilk turunda sonuç alinamadi.

Haziran 1995
Askerlerinin, güneydogudaki mücahidlerin karargâhini ele geçirdiklerini duyuran Rusya, Satoy ve Nazhoyyurt'u da aldilar.

14 Haziran 1995
Çeçenistan'a 70 kilometre mesafedeki Stavropol sehrinin Budonnovski
kasabasina baskin düzenleyen Samil Basayev liderligindeki bir grup mücahid, bir hastanede yüzlerce Rus'u rehin aldi.

15 Haziran 1995
Rusya, Kuzey Kafkasya'daki kuvvetlerini alarma geçirdi. Yeltsin, Rus sivillere sakin olmalari çagrisinda bulundu.

16 Haziran 1995
Rus askerleri, Çeçenlerin saldiri ihtimaline karsi Moskova'daki kilit öneme sahip binalari korumaya aldi. Rus parlamentosundaki gruplar, hükümetin istifasini istedi. Yediler toplantisi için Kanada'ya giden Yeltsin'e geri dön çagrisindabulunuldu.

17 Haziran 1995
Rus askerleri hastaneye baskin düzenledi. Operasyon basarili olamadi. Ancak Basayev, 220 kadin, çocuk ve hastayi serbest birakti. Yeltsin; baskinin kendisinin Moskova'dan ayrilmasindan sonra gerçeklestirildigini açikladi. Basbakan Çernomirdin ise, rehinelerin serbest birakilmasina karsilik Çeçenistan'da ateskes yapilmasini teklif etti.

18 Haziran 1995
Rusya Basbakani Çernomirdin, mücahidlerin komutani Samil Basayev ile telefonda görüstü. Mücahidler, 126 rehineyi daha serbest birakti. Bâsayev,
kendi adamlarini ve rehinelerin bir kismini Çeçenistan'a götürmek için bir otobüs istedi. Çeçenistan'daki Rus komutan, "Bütün askeri operasyonlarin durdurulmasi" talimatini verdi.

19 Haziran 1995
Baris görüsmelerinin yeni turu Grozni'de basladi. Mücahidler 764 rehineyi daha serbest birakti ve bir Rus tuzagina karsi bazi gazeteciler, parlamenterler ve çok sayida Rus'un bulundugu otobüsten olusan konvoyla Budonnovski'den ayrildi.

30 Temmuz 1995
Heyetler arasinda askeri anlasma imzalandi. Anlasmaya göre; Ruslar,
Çeçenistan'daki askerlerini çekecek, Çeçenler de savunma maksatli olmayan silahlarini teslim edecekler. Çeçen heyetine Çeçenistan Bassavcisi.
Osmati Imayev baskanlik etti.

Agustos 1995
Çeçenistan'da kimyasal silah kullanilmis olabilecegine iliskin belirtiler
bulundugu bildirildi.

16 Agustos 1995
Çeçen Cumhuriyeti'nin baskenti Grozni'de süren baris görüsmelerinin
kesilmesi ve taraflar arasinda gerginligin tehlikeli bir sekilde tirmanmasi ardindan bir grup Çeçen direnisçi silahini teslim etti.

25 Agustos 1995
Çeçen lideri Cevher Dudayev'e bagli güçler, cumhuriyetin ikinci büyük kenti Gudermes'te yönetime el koydugunu bildirdi.

28 Agustos 1995
Rusya'nin Budonnovsk kentine baskin düzenleyerek 30 Temmuz da Rus-Çeçen heyetlerinin askeri bir anlasmaya varmalarina
kadar giden görüsme sürecini baslatan Çeçenlerin ünlü savasçisi Samil Basayev, silahlarini teslim etmeyeceklerini söyledi.

5 Eylül 1995
Çeçenistan'da Cevher Dudayev yanlilari 6 Eylül 1991'de ilan edilen, ancak
taninmayan bagimsizlik ilanlarinin yildönümünü cumhuriyetin çesidi yerlesim birimlerinde kutladilar.

16 Eylül 1995
Çeçenistan'in Alkhoi-mohk kasabasinda Rus uçaklarinin bombardimani
sonucu üç kisinin öldügü, alti kisinin Yaralandigi bildirildi.

4 Ekim 1995
Çeçenistan Cumhurbaskani Cevher Dudayev'in danismani Ramazan Kaytemirov, Rusya'nin Çeçenistan'da asil amacinin petrol yataklarina sahip olmak, boru hattini kullanmak ve askeri üs kurmak oldugunu söyledi.

20 Aralik 1995
Çeçenistan'in Gudermes kentini kusatan Rus askerleri yüzlerce sivil öldürerek kenti ele geçirdi. Ülkenin yüzde 70'ini kontrol altinda tutan
Müslüman direnisçiler, Ruslara agir kayiplar verdirdi.

9 Ocak 1996
"Yalniz Kurt" grubunun lideri Salman Rudayev, Kizilyar'a baskin düzenleyerek yüzlerce kisiyi esir aldi.

17 Ocak 1996
Salman Raduyev ve mücahidler, Kizilya dan kaçarken kistirildiklari Pervomaiskoye köyündeki Rus kusatmasini yarmayi basardilar.

5 Subat 1996
Çeçenistan'in baskenti Grozni'de bagimsizlik yanlisi Çeçenler, Rus güçlerinin ayrilmasi istegiyle gösteriler baslatti.

8 Subat 1996
Grozni'deki gösterilere binlerce kisi katildi. Kent merkezinde gösterilere
katilanlarin sayisi on bine ulasti.

Kaynak: Miço'nun sayfasi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Filistin

firavun.jpg


Israil'in Kirli Tarihi

Bazi devletlerin kirli çamasirlari vardir. Ortaya çikmasini istemedikleri, bilinmesinden rahatsizlik duyduklari ve bu nedenle resmi tarihlerinden çikardiklari tarihsel gerçeklerdir bunlar. Örnegin Vietnam Savasi sirasinda ABD birliklerinin o ülkedeki sivil halka karsi uyguladiklari iskence ve katliamlar—ki bunlarin sonucunda 1.5 milyon Vietnamli yasamini yitirmistir—Amerikalilar tarafindan mümkün oldugunca unutturulmak istenir. Bu gerçek savas sirasinda ört-bas edilmeye çalisilmistir, savas sonrasinda ise Vietnamla ilgili olarak çevrilen Hollywood filmleri ile ayni yol denenmistir. Bu "Rambo" filmlerinde hep Amerikan askerlerinin Vietnam'da yasadiklari zorluklar anlatilir, Amerikali birliklerinin diri diri yaktiklari köylüler degil.

Yine de Vietnam savasinin içyüzü pek çok insan tarafindan bilinmektedir. Çünkü savas dünyanin gözleri önünde yasanmis bir olaydir ve bu nedenle tam anlamiyla ört-bas edilmesi mümkün olmamistir.

Ancak baska bazi devletler, kirli çamasirlarini çok daha basarili bir biçimde gizleyebilmislerdir. Bu devletlerin belki de en basarilisi ise, Israil'dir. Siyonizm'in 1930'lu ve 40'li yillardaki tarihi sözkonusu kirli çamasirlarla dolu iken, Yahudi Devleti bu gerçekleri yalnizca gizlemekle kalmamis, dahasi kendi lehinde bir propaganda aracina dönüstürmüstür.
Öncelikle Israil'in nasil bir imaja sahip olduguna bakalim.

Israil'in Iki Yüzü

Israil, onyillardir tüm bir ulusu isgal altinda yasamaya zorlayan dünyadaki yegane devlettir. 1948'de Filistin topraklarinin önemli bir bölümünü isgal etmis ve Filistinlilerin bir kismini kendi yönetimi altinda yasamaya zorlamis, bir kismini sürmüs, hatta bir kismini da "imha" etmistir. 1967'de tüm Filistin topraklari Israil isgali altina girmistir. Ayrica Israil; Misir, Suriye, Lübnan ve Ürdün topraklarini isgal etmis, yillarca bu topraklardan çekilmemistir. Israil'in isgal ettigi bölgelerdeki halka karsi uyguladigi devlet terörü ise oldukça ünlüdür. Israil ayrica dünyanin baska bölgelerindeki acilarda da pay sahibidir: Dünyanin dördüncü büyük askeri gücüne sahip olan Yahudi Devleti, Üçüncü Dünya'daki baskici diktatörlere, fasist rejimlere destek olmus, onlara silah satmis, onlarin ordu ve gizli polislerini egitmistir. Pinochet, Idi Amin, Bokassa, Mobutu, Marcos, Noriega gibi eli kanli diktatörlerin tümü, Israil'in yakin birer müttefiki olmuslardir.

Kisacasi, Israil, oldukça "kirli" bir devlettir. Birlesmis Milletler'de aleyhine en çok karar çikartilan, ama bu kararlarin hemen hiç birini tanimayan Yahudi Devleti, dünyanin dört bir yanindaki pek çok insanin gözünde saldirgan, zorba ve küstah bir çete devletidir.

Ancak Israil'in bir baska yüzü daha vardir. Daha dogrusu Israil çogu zaman bir baska yüzle insanlarin karsisina çikar. Bu yüz, Israil'in bir "çete devleti" degil, aksine bir "mazlumlar ve magdurlar yuvasi" oldugu imajini verir. Bati'daki pek çok insan da Israil'i bu yüzüyle tanir. Bu görüse göre, Israil, dünyanin dört bir yaninda irkçilarin hedefi olan yahudilerin yegane siginagidir. Bu düsünce, temelde "yahudi soykirimi"na dayanir: Buna göre Israil, Naziler'in Yahudi irkina yönelik korkunç iskence ve katliamindan kurtulan yahudiler tarafindan kurulmus bir siginaktir. Naziler 6 milyon yahudiyi acimasizca öldürmüslerdir. Bu bir daha asla yasanmamalidir. "Bir daha asla" seklinde sloganlasan bu mantik, Israilliler tarafindan son derece ustalikla kullanilmakta ve üstte sözünü ettigimiz tüm "kirli" isler, bu yolla hasir alti edilmektedir.

Bu yolla Israil'in isgalleri ve devlet terörü mesrulastirilir: "Israil, güvenligini saglamak zorunda, yeni bir soykirim mi yasansin?" mantigi kullanilir. Israil Devleti sürekli olarak soykirim konusunu gündemde tutmakta ve bunu varliginin bir numarali mesruiyet kaynagi olarak göstermektedir. Israil'i ziyaret eden her yabanci devlet adami, ilk olarak mutlaka Yad Vashem adli "Soykirim Müzesi"ne götürülür.

Tarihin Perde Arkasi

Israil'in sözünü ettigimiz iki farkli imaji, takdir edilir ki, birbiriyle uyusmasi oldukça zor olan imajlardir. Bir yanda açikça saldirgan, irkçi, isgalci ve baskici bir devlet, öteki yanda "mazlumlarin siginagi" seklinde bir görüntü vardir.

Iste "Soykirim Yalani" adli kitabi ortaya çikaran arastirmayi yapmamiza neden olan sey de, bu iki zit görüntüdür. Bu iki zit görüntünün ardinda farkli bir gerçek olabilecegini düsündügümüz için bu kitaba konu olan tarihsel bilgileri arastirdik. Ve sonuçta ortaya pek az kimsenin farkinda oldugu bir gerçek çikti.

Bu gerçek, özetle sudur: Israil devleti, ikili bir karaktere sahip degildir. Yani bir yandan baskici ve saldirgan, bir yandan da "mazlumlarin siginagi" degildir. Aksine, baskici ve saldirgan karakter, Israil devletinin, bu devleti kuran ve yasatan siyasi kültürün yegane özelligidir. Israil'in "mazlumlarin siginagi" olarak bilinmesine neden olan sey de, aslinda bu siyasi kültürün kendi halkina reva gördügü bir takim zulümlerden ibarettir.

Bu genel yorumu yapmamiza neden olan somut gerçek ise, öncelikle Nazizim ve Siyonizm arasindaki bilinmeyen tarihsel iliskidir. Soykirim Yalani adli kitabimizda bu konuyu ayrintilariyla gözler önüne serdik. Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için yeterli sayida Yahudiyi Avrupa'dan göç etmeye bir türlü ikna edemeyen Siyonistlerin, II. Dünya Savasi öncesi dönemde Naziler'i—ve diger pek çok fasist hareketi—destekleyerek zoraki bir göç sagladiklarini ortaya koyduk. Almanya'yi Yahudiler'den arindirarak etnik yönden "saf" hale getirmek isteyen Nazilerle, bu ülkedeki sözkonusu Yahudiler'i Filistin'e götürmek isteyen Siyonistlerin nasil dogal müttefik olduklarini inceledik. Naziler'in Alman Yahudilerine yaptiklari baski ve zulümlerin, Siyonist liderler tarafindan neden sevinçle karsilandigini ve iki tarafin ne gibi isbirlikleri gelistirdiklerini ortaya çikardik.

Bu tablo açikça göstermektedir ki, Israil, antisemitizm (Yahudi düsmanligi) tehlikesinden kaçan Yahudiler için bir siginak degildir, aksine bu Yahudileri tehdit eden antisemitik hareketler, Siyonizm tarafindan en basindan beri desteklenmistir.

Bu gerçegin bilinmesinde ise büyük yarar vardir, çünkü bu gerçek, Israil devletinin kendi mesruiyetinin dayanagi olarak gösterdigi en büyük gerekçeyi çürütmektedir. Nitekim bugün Israil'in politikalarina, hatta varligina karsi çikan "anti-Siyonist" Yahudiler de bu tarihsel gerçege isaret etmekte ve Siyonizm'in Yahudiler için bir kurtulus degil, aksine en büyük tehlike oldugunu savunmaktadirlar.

"Soykirim Yalani" kitabinin verdigi en önemli mesaj, bizce budur. Israil, hem isgal ettigi Arap topraklarinin gerçek sahiplerine, hem de bu topraklara zor yoluyla getirdigi Yahudiler'e baski ve zulüm uygulamis bir devlettir. Israil'in resmi ideolojisi olan Siyonizm, bu nedenle asla ve asla gerçek anlamda baris yanlisi olamaz. Baris ve huzura dayali bir siyasi kültür, her irkçi ve fasist hareket gibi Siyonizm'in de yok olmasina neden olacaktir çünkü.

Israil'in bir "baris ve demokrasi" ülkesi olarak tanitildigi Türkiye'de, bu gerçeklerin bilinmesi gerekmektedir. "Soykirim Yalani", iste bu yönde atilmis önemli bir adimdir.

Soykirim Efsanesi Nasil Dogdu?

Nazi Almanyasi'ndaki Yahudilerin baski ve iskence politikasina maruz kaldiklari konusu, Nazilerin iktidara geldikleri 1933 yilindan itibaren Bati'daki yayin organlarinda islenmeye baslamisti. Medyayi bu konuda besleyen en önemli kaynak ise birer sivil toplum örgütü niteligindeki Yahudi kuruluslariydi. Nazilerin Yahudilere karsi toplama kamplarinda sistemli bir "soykirim" yürüttügü yönündeki iddialar ise, 1942 yilinda yogunluk kazandi. Bu iddialari dile getirenler Dünya Siyonist Örgütü ve onun Batili ülkelerin hemen hepsinde kurulmus olan kollariydi. Örnegin Yahudilerin Nazi toplama kamplarinda "sabun" haline getirildiklerine dair saiyalar, ilk kez Amerika'daki Siyonist hareketin lideri ve Amerikan Yahudi Kongresi'nin (AJC) baskani olan Stephen Wise tarafindan duyuruldu. Wise, 1942 yilinda resmi bir açiklama yaparak, "yahudi cesetlerinin Almanlar tarafindan sabun, yag ve gübreye dönüstürüldügünü" iddia etti. Gaz odalari iddialari da yine ayni dönemde resmi siyonist kuruluslarin temsilcileri tarafindan duyuruldu.

Bu iddialarin genel medya tarafindan desteklenmesinin ise iki nedeni vardi: Birinci neden, Yahudi sermayeli yayin organlarinin bu konuya gösterdikleri özel ilgiydi. Ikinci ve daha önemli olan neden ise, bu haberlerin Batili ülkelerin savas halinde olduklari Nazi Almanyasi'na karsi kullanabilecek iyi bir karsi-propaganda malzemesi olusuydu. ABD yönetimi bu propagandayi çok gerekli buluyordu; çünkü "kendi çocuklarimizi neden Avrupa'da savasmaya gönderdik" diye düsünen genis halk kitlelerini savasin gerekliligine ikna etmek için, "gaz odalarinda öldürülüp sabun yapilan" masum insanlari kurtarmak kadar iyi bir gerekçe bulunamazdi. Nitekim Almanlar hakkinda buna benzer gerçek disi bazi vahset hikayeleri, I. Dünya Savasi sirasinda da Amerikan kamuoyunu ülkelerinin savasa girmesine ikna etmek için üretilmisti.

Savas yillarinda bu sekilde üretilen Soykirim söylentileri, Nazi toplama kamplarinin Amerikan, Ingiliz ya da Sovyet birlikleri tarafindan 1945 yili içinde ele geçirilmesiyle birlikte iyice güçlendi. Çünkü müttefik ordulari bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya'daki Belsen'de binlerce yahudi tutuklunun korkunç durumdaki cesetleriyle karsilasmislardi. Bunlarin fotograf ve filmleri dünya medyasinda yayinlandi. Bu cesetler soykirimin açik birer delili sayildilar. Oysa sözkonusu cesetlerin ölüm nedeni Nazilerin her türlü önleme ragmen bir türlü basa çikamadiklari tifüs salgini ve savasin son aylarinda Alman tasima sisteminin çökmesi nedeniyle bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya'daki büyük kamplarda basgösteren açlikti. Buna karsilik, daha Bati'da yer alan kamplardaki Yahudi tutuklularin gayet sihhatli ve psikolojik yönden de rahat bir durumda oldugu gözlenebiliyordu.

Nürnberg Mahkemesi

Soykirim efsanesini "adli" bir anlamda tarihsel literatüre geçiren en önemli gelisme ise, 1946 yilinda Nazi savas suçlularini yargilamak için düzenlenen Nuremberg Mahkemesi oldu. Bu mahkemede bazi "tanik"lar kürsüye çikarildilar ve toplama kamplarindaki yahudi tutuklularin gaz odalarinda sistemli bir biçimde ihma edildigini anlattilar. Bu verileri degerlendiren mahkeme, "6 milyon Yahudinin Nazi toplama kamplarinda imha edildigini, bunlarin dört milyonunun özel üretilmis imha araçlariyla katledildigini" kabul etti. Bu mahkemede delil olarak sunulan malzeme ve ifadeler, Soykirim literatürünün hala en büyük dayanagidir.

Ancak mahkeme gerçekte pek dürüst ve tarafsiz bir ortamda yapilmamisti. Nazi Almanyasi'ni yenilgiye ugratmis olan müttefikler-ABD, SSCB, Ingiltere ve Fransa-Nazi rejimini ne kadar korkunç ve acimasiz gösterebilirlerse, kendi argümanlarini o kadar iyi savunacaklarini düsünüyorlardi. Bu nedenle Siyonistlerin savas sirasinda ürettikleri tüm Soykirim hikayeleri mahkeme tarafindan ciddiye alindi ve hepsi kabul edildi.

Yahudi kuruluslari tarafindan mahkemeye getirilen "görgü taniklari", toplama kamplarinda sahit olduklari gaz odasi manzaralarini anlattilar. Bu sahitlerin verdikleri ifadelerin çok büyük bölümünün gerçeklerle uyusmadigi bugün biliniyor. Örnegin mahkemeye çikarilan ve Dachau toplama kampindan kurtulduklari söylenen pek çok tutuklu bu kamptaki gaz odalari hakkinda detayli ifadeler vermislerdi. Oysa Dachau'da "gaz odasi" olarak gösterilebilecek tek bir bina dahi olmadigi için, Soykirim literatürünün savunuculari ilerleyen yillarda bu iddiayi geri almak zorunda kaldilar. Bugün Dachau'da gaz odasi oldugunu savunan hiç kimse yoktur.

Diger toplama kamplarindaki sözde gaz odalari ile ilgili ifadelerin çogu da çeliskiliydi. Bazilari gerçeklesmeleri bilimsel yönden imkansiz hikayelerdi.

Nuremberg Mahkemesi'ne sahit olarak çikarilan en önemli kisi ise Auschwitz toplama kampinin kumandani Rudolf Höss"tü. Höss, çok önemliydi, çünkü mahkemeye çikarilan sahitlerin ezici çogunlugunun aksine bir Yahudi degil, bir Nazi subayiydi. Hem de Auschwitz'de iki yildan uzun bir süre en üst düzey yetkili olmustu. Höss "itiraflarinda", Auschwitz'in içinde "Wolzek" adi verilen özel bir imha kampi oldugunu, kendi komutasi altinda burada 2.5 milyon yahudinin öldürüldügünü söyledi. Ama "Wolzek" diye bir yer hiç bir zaman bulunamadi, dahasi Auschwitz'de 2.5 milyon Yahudinin öldügü iddiasi da bir süre sonra Yahudi tarihçileri tarafindan geri alindi. Rakam önce 1.25 milyona, en son olarak da Yahudi tarihçi Jean Claude Pressac tarafindan 775 bine düsürüldü.

Peki Höss neden yalan ifade vermisti? Basit; Höss'ü sorgulayan Ingiliz gizli servisi, ona agir bir iskence yapmis, dahasi ailesini ve çocuklarini öldürmekle tehdit etmislerdi!... Bu, bugün ispatlanmis tarihsel bir gerçektir. Höss bu durumda kendisini ve ailesini kurtarmak için her seyi imzalayabilirdi, nitekim öyle yapti.

Soykirim hikayesi Nuremberg mahkemesine dayanarak hizla büyüdü. Yahudi tarihçiler mahkeme tutanaklarindan alintilar yaparak kitaplar yazdilar. Baska tarihçiler bu kitaplardan alintilar yaparak yeni kitaplar yazdilar. Ilerleyen yillarda yeni bazi "soykirim sahitleri" çikti ve bunlar yazdiklari kitaplarla Nuremberg'teki verilmis olan ancak sonradan "siritan" bazi ifadelerin yerlerine yenilerini koymaya çalistilar. Israil'de özel bir Soykirim Arastirmalari Merkezi kuruldu. Dünya kamuoyunun soykirimi kesin bir tarihsel gerçek sanmasinin en önemli nedeni ise, Hollywood'un Yahudi sermayeli film sirketleri ve Yahudi yönetmenleri tarafindan çevrilen 100'e yakin Soykrim filmi oldu.

Soykirimin sorgulanmasi ise 60'li yillarda basladi. ABD'deki Northwestern University'den Dr. Arthur Butz, Fransa'daki Lyon Üniversitesi'nden Robert Faurisson ve pek çok "best-seller" kitabin yazari Ingiliz tarihçi David Irving sözkonusu revizyonist akima öncülük ettiler. Revizyonist akimin bugün en önemli entellektüel merkezi, California'daki Institute for Historical Review adli kurumdur.

Israil'in Terör Gelenegi

Bir süredir "baris" rüzgarlarinin estigi Ortadogu, son bir hafta içinde Israil'in Lübnan'da gerçeklestirdigi bombalamalarla yeniden isindi. Bu durum, bazilari için sasirticiydi. Bir "baris ve demokrasi sembolü" olarak gördükleri Israil'in, içi küçük çocuklarla dolu bir ambulansi nasil olup da havaya uçurdugunu, ya da sivil yerlesim bölgelerini nasil olup da fütursuzca bombaladigini anlamakta güçlük çektiler.

Oysa, Bati medyasinin propaganda ilüzyonundan kurtularak ve Israil'in gerçek kimligini göz önünde bulundurarak vaziyete bakildiginda, Israil'in sözkonusu "gazap üzümleri" operasyonunun hiç bir sasirtici yönü olmadigini görebiliriz. Çünkü Israil, bir terör devletidir; terör, Yahudi Devleti için olagan bir dis politika aracidir.

Israil'in geçmisine bir göz attigimizda ise, bu tanimi kesinlestiren yüzlerce örnek bulmak mümkündür.

Terörizmden Basbakanliga

Israil'in kuruldugu yillar, ayni zamanda Ortadogu'nun da terörle tanistigi yillar olmustu. Yüzyilin basindan beri sistemli bir "devlet kurma" programi izleyen Siyonist hareket, 1940'li yillarda Filistin'de olusturdugu terör örgütleri ile bölgeyi kan gölüne çevirdi.

Sag kanat Siyonistler, Filistin'deki Araplara ve ilerleyen yillarda da Ingilizlere karsi savasacak olan Irgun Zvei Leumi (Ulusal Askeri Örgüt) ya da kisaca Irgun adli silahli yeralti örgütünü kurdular. Irgun ve 1940 yilinda ondan ayrilan Avraham Stern'in kurdugu LEHI (Lomamei Herut Yisrael-Israil'in Özgürlügü Savasçilari), Araplar'a ve Ingilizlere karsi kanli terör eylemleri gerçeklestirdiler (LEHI, kurucusunun adindan dolayi Stern Çetesi olarak da anilir). Irgun ve Lehi'nin iki aktif teröristi, yillar sonra tüm dünyanin taniyacagi isimler haline geleceklerdi: Menahem Begin ve Yitzhak Samir! Ikisi de, sirasiyla, Basbakan oldular.

Bu sag kanat teröristler ile sol kanat Siyonistler arasinda da gizli bir ittifak vardi. 16 Eylül 1948 günü Stern örgütünün teröristleri, Birlesmis Milletler'in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin isgal politikalarini elestirmesiyle taninan Kont Folke Bernadotte'u Kudüs'te öldürdüler. Yeni kurulmus olan Israil Devleti'nin Basbakani Ben Gurion, Stern militanlarinca gerçeklestirilen suikasti lanetledi ve Bernadotte'un BM karargahindaki cenazesine de katilarak taziyelerini sundu. Suikastin sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayiplara karistilar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çiktilar, hem de çok ilginç bir biçimde... Bernadotte'u vuran Joshua Cohen adli tetikçi, Basbakan Ben Gurion'un özel korumasi oluverdi birden bire.! Suikast emrini verenlerden Yitzhak Samir ise Mossad'in Avrupa masasi sefligine getirildi.(1) Ben Gurion'un basbakanliginin sürdügü bu dönemde, Samir'in de katkisiyla, çok sayida "Israil düsmani" Mossad ajanlarinca Avrupa'da öldürüldü. Kisacasi Israil'in liderleri aktif birer teröristtiler, ya da terörizmi el altindan destekliyorlardi.

Terör, Israil'in kurulmasiyla bitmedi, azalmadi da. Aksine, daha da çok kan dökmeye basladi.

Israil Tarzi Terör

... 80-100 kadar erkek, kadin ve çocuk öldürülmüstü. Çocuklari kafalarina sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kisinin canina kiyildi. Köylerde erkek ve kadinlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatildilar. Sonra da sabotajcilar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istedigi bir evin içine 2 kadin kapatmasini söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadinin irzina geçtigini anlatti. Yeni dogmus bir çocugu olan Arap kadinina birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadin ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetistirilmis, iyi bir egitim görmüs kumandanlar, asagilik katiller haline gelmisti. Hem de gelisen korkunç olaylarin içinde ister istemez bu duruma düsmüs degillerdi. Aksine soykirimi ve yoketme metodlarini bilinçlice kullaniyorlardi. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalirsa, o kadar iyiydi...

Üstteki satirlar, Israil'in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayisinda yayinlandi. Yazilanlar, 1948'de Dueima adli Filistin köyünün ele geçirilmesi sirasinda yapilanlara taniklik eden Israilli bir askerin katliam hatiralariydi.

Önemli olan bu satirlarda anlatilanlarin, istisnai bir terör eylemini degil, Israil'in kutsal terörünün siradan bir örnegini tarif etmesidir. Bir diger "siradan örnek", Israillilerin devlet kurduklari yilda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka giristikleri katliamdir. Menahem Begin'in yönettigi Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakinlarindaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskin sirasinda, hamile kadinlarin ve çocuklarin da dahil oldugu 280 kadar Arap köylüsünü önce sokaklarda dolastirdiktan sonra kursuna dizmislerdir. Ancak bir de önemli "detaylar" vardir: Öldürülen genç kizlarin çogunun irzina geçilmis, erkeklerin cinsel organlari koparilmistir. Siyonistler bazi kurbanlari öldürmek için biçak kullanmislardir. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kiz çocugundan da söz edilmektedir.(2)

Bu sekilde alti ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayisiz baskinlarla 400 bine yakin Arap, yurdunu terketmek zorunda kaldi. Deir Yassin Katliami bu baskinlarin sadece birisiydi. Israilliler'in yillar içinde terör yoluyla bosalttiklari köy sayisi, Israil'in az sayidaki "muhalif" seslerinden biri olan Israel Shahak'in tespit ettigi rakama göre, 385'tir. Bu köylerde yasayanlarin içinde korku yöntemiyle kaçirilanlarin yaninda, Deir Yassin'le ayni kadere ugrayanlar da vardir.

Israil'in terörü, ilerleyen yillarda da kan dökmeye devam etmistir. Kibya ya da Sabra Satilla katliamlari, yine buzdaginin görünen kisimlaridir. Israilliler çogu kez bu açik eylemleri bile üstlenmemeye çalismislardir. Örnegin Israil'in 1982 yazindaki Lübnan'i isgali sirasinda Sabra ve Satilla mülteci kamplarinda öldürülen 1.500'ün üstündeki Filistinli'ler hakkinda Begin "yahudi olmayanlar, yahudi olmayanlari öldürdü, bize ne!" demisti. Oysa kisa süre sonra katliami gerçeklestiren Falanjistlerin Israil subaylarinin komutasinda oldugu ve Israil ordusunca silahlandirildiklari ortaya çikti.

Israil Tarzi Iskence

Israil'in kutsal terörünün önemli bir parçasini ise iskence olusturmaktadir. 1967'den bu yana iki milyondan fazla Filistinli'yi isgal altinda yasamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kirmak ve onlari göçe ikna etmek için sistemli bir iskence politikasi uygulamistir.

Yahudi Devleti'nin korkunç iskence yöntemleri, ilk kez Londra'da yayimlanan Sunday Times'in 1977 yilinda yayinladigi uzun bir arastirmada ortaya çikti. Belgelenen vakalar, 1967'den itibaren on yillik Israil isgali sirasinda iskence gören kirkdört Filistinlinin durumlarini ortaya koyuyordu.

Buna göre, Israil'in; Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze'deki hapishanelerinde, Kudüs'teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözalti merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanilmaz iskenceler uygulaniyordu. Sistemli dayak disinda, Israillilerin kullandigi iskence türleri arasinda; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çirilçiplak buzlu suya sokma, gözleri baglanmis olan tutuklunun üzerine özel egitilmis köpekleri saldirtma, vücudun degisik yerlerinde sigara söndürme, arkadan tecavüz, tirnaklarin ve saglam dislerin sökülmesi gibi yöntemler vardi. Bazi tutuklularin kizlari da tutuklanmis ve bunlara babalarinin gözü önünde tecavüz edilmis, sonra da tutuklu kendi kiziyla cinsel iliskiye girmesi için zorlanmisti. Bazi erkek tutuklularin cinsel organlarina ince cam çubuklar sokulmus ve sonra da bu çubuklar organin içindeyken iskenceciler tarafindan kirilmisti. Erkek tutuklularin hayalarinin sikistirilmasi da çok kullanilan yöntemlerin biriydi. Bu iskenceler sonucunda çok sayida Filistinli tutukluda kalici sakatliklar meydana geldi. Çogunun cinsel fonksiyonlari sona erdi, görme ve isitme duyularini ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki iskencelerin yaninda psikolojik yöntemler de vardi. Siyasi tutuklular, kasten, Israil ordusuna çizme, kamuflaj agi, vb. malzeme imal etme islerine kosuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere basvuruluyordu.(3)

Sunday Times'in ortaya çikardigi bu vakalar, 1967-1977 yillari arasindaki iskence vakalariydi. Ilerleyen yillarda da Israil'in kutsal terörü ve kutsal iskencesi sürdü. Yalnizca 1987-1993 döneminde; Israil birlikleri tarafindan 1.283 Filistinli öldürülmüs, 130.472 tanesi hastaneye kaldirilacak derecede yaralanmis, 481 tanesi sürülmüs, 22.088 tanesi gözaltina alinmis, 2.533 ev mühürlenmistir. (4) Gözalti ve tutukluluk sirasinda kullanilan iskence yöntemlerinin hangi boyutlara vardigini bilmek de mümkün degildir.

Israil iskence gelenegi ile ilgili olarak en son 1995 Agustosunda ortaya bazi yeni bilgiler çikti. Emekli Albay ve tarihçi Mose Givati, "Çöl ve Alevlerin Içinde" adli kitabinda, 1948, 1956 ve 1967'deki Arap-Israil savaslarinda Israil ordusunun savas esirlerine inanilmaz iskenceler yaptigini yazdi. Buna göre, esir alinan Misirli askerlerin gözleri sigara ile oyulmus, cinsel organlari kesilerek agizlarina tikanmisti...

Burada önemli olan bir nokta var. Israil devlet aygiti, terör ve iskenceyi yalnizca pragmatik bir uygulama olarak degil, bunun da ötesinde kutsal bir misyon olarak görmektedir. Israil'in terörü, Livia Rokach'in ifadesiyle, "kutsal" bir terördür. Çünkü bu terör, yahudi dini kaynaklari tarafindan emredilir.

Terörün "kutsalligi"

Eski Ahit'in Tesniye kitabinda, 7. Bap söyle baslar:

"Allahin Rab, mülk olarak almak için gitmekte oldugun diyara seni götürecegi ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgasileri ve Amorileri ve Kenanlilari ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacagi; ve Allahin Rab onlari senin önünde ele verecegi ve sen onlari vuracagin zaman; onlari tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acimayacaksin ve onlarla hisimlik etmeyeceksin; kizini onun ogluna vermeyeceksin ve onun kizini ogluna almayacaksin... Çünkü sen Allahin Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allahin Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti."

I. Samuel kitabi 15. Bap'in basinda ise su ayet yer alir:

"Ordularin Rabbi söyle diyor: Amalek'in Israil'e yaptigini, Misir'dan çiktigi zaman yolda ona karsi nasil durdugunu arayacagim. Simdi git, Amaleki vur ve onlarin herseylerini tamamen yok et ve onlari esirgeme ve erkekten kadina, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden esege kadar hepsini öldür."

Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat'in yazildigi dönemlerde Ortadogu'da bulunan toplumlardir. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat'in içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kisi, tarihin derinliklerinde kalmis birer siddet olayinin hikayesini okudugunu sanabilir. Oysa gerçek böyle degildir... Israil'in "güvercin" siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, su satirlari yaziyor:

"(Israilli radikallerin) kullandigi lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler'dir, Amalekler'dir ya da Kenan diyarinin Tevrat tarafindan lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir... Tesniye'de, 'geride hiç bir sey kalmayacak sekilde' Amalek'i yok etmek üzere verilen emir, dogrudan bugünkü Araplar'a yönelik olarak yorumlanmaktadir... Israil'in savaslari da bu çerçevede anlasilmakta ve bu savaslarda bu 'yeni Amalekler'e karsi insancil davranilmamasi gerektigi söylenmektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savasindan sonra yazdigi bir yazida, Tevrat'in 'onlari sizin önünüzden yavas yavas azaltacagini ve yurtlarina sizi yerlestirecegim' seklindeki ifadesinin, Israil'in Araplar'la olan iliskisini tarif ettigini yazmistir... Bar Ilan Üniversitesi'nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmis ve 'Tanri'nin Amaleklere karsi girisilen savasa bizzat katildigini' söylemistir. Israel Hess'in konuyla ilgili yazisinin basligi ise, 'Tevrat'in katliam emirleri'dir." (5)

Kisacasi, Israil kimligi olusturan en büyük faktör olan "dinci" ekol, Muharref Tevrat ayetlerini bu sekilde yorumlamakta, ve böylece Yahudi Devleti'nin uyguladigi teröre teolojik bir mesru temel olusturmaktadir. Iste bu nedenle terör ve Israil, birbirinden ayrilmaz iki parçadir. Yahudi Devleti, mevcut ideoloji ve kurumlariyla ayakta kaldikça, terörü mesru bir siyaset araci olarak görmeye devam edecektir.

"Gazap üzümleri"nin bombalariyla ambulans içinde parçalanan çocuklar, bu gerçegin ne ilk ne de son kurbanlaridir.


DIPNOTLAR
1) Richard Curtiss, "The Good Cops and Bad Cops Who Killed the Peace Process". Washington Report on Middle East Affairs. Haziran 1995
2) Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir, London: Zed Books, 1984, ss. 141-143
3) Ralph Schoenmann, Siyonizm'in Gizli Tarihi, Kardelen Yayincilik. 1992. ss. 79-95
4) Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994
5) Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited: From Herzl to Gush Emunim and Back, 1.b., New York: Schocken Books, 1984, s. 116



Kaynak: Harun Yahya hocaefendimizin sayfasi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Siyonist isgal ve isbirlikçi ihanet arasinda
Filistin Direnisi

Bugün Siyonist Israil rejiminin isgali altinda bulunan ve bir ksminin özerklestirildigi ileri sürülen Filistin topraklari, ortadogu'nun tam ortasinda yer alan 26.350 km2 bir bölgenin adidir

FIlistin'in en önemli özelligi müslümanlarin ilk kiblesi Kudüs'e ev sahipligi yapmasindan öte, tevhid tarihindeki rolü ve statüsünden ileri geliyor. Kur'an da adi geçen birçok peygambere yüzyillar süren ev sahipligi yapan Filistin, yüzyillar süren hak-batil savasinin en büyük görgü sahididir.

En son 199 yilinda yapilan sayimda Filistinlilerin toplam sayisi 5.447.000 olarak belirtilmistir. Bu nüfusun 40 %'i Filistin'de, kalan 60 %'i ise diger Arap ülkelerine dagilmis vaziyette sürgün hayat yasamaktadir.

Islam tarihinde Filistin

Medine'de kurulan Islam devletinin kuzeye dgru sinirlarinin genisletmesiyle Müslümanlar, Filistin topraklarina da yönelmislerdi. Ilk defa Hz. Ebu Bekir, Filistin üzerine 633'te iki küçük birlik gönderdi. Daha sonra 634'te Halid bin Velid komutasindaki Islam ordusunun Remle yakinlarinda Bizans ordusuna karsi kazandigi zaferle Kudüs disindaki Filistin topraklarinin önemli bir kismi fethedildi. Kudüs'ün fethi ise 638'te ikinci halife Hz. Ömer döneminde gerçeklesti. Hz. Ömer, Kudüs'ün anahtarlarini teslim aldiginda oranin halkina tam bir din hürriyeti ve güven içinde yasayacaklarina dair yazili eman vermisti.

Bu fetihten sonra Filistin 1097'ye kadar süreklil müslümanlarin hakimiyetinde kaldi. Bu tarihte Müslümanlar arasinda suni ihtilaflari iyi kullanan Haçli ordularinin 40 gün süren siddetli kusatmalari sonunda bölge hristiyanlarin eline geçti. Bölgenin haçlilarin eline geçmesiyle günler süren katliamlar da baslamis ve en az 70.000 Müslüman günlerce süren vahsetle öldürülmüstü. Bölge insanina kan kusturan Haçli isgali ise 3-4 yil kadar süren bir cihad ve vahdet hazirligindan sonra 1186 yilinda Selahaddin Eyyûbi son verdi.

Yavuz Sultan Selim'in 1516'da gerçeklestirdigi Misir seferi sirasinda Filistin Osmanli devletine baglandi ve 1918 yilida Ingilizler tarafindan isgal edilinceye kadar baris ve huzur içinde yasadi.

Emperyalist tezgah

20. yy. gelindiginde, dönemin Hicaz Emiri Serif Hüseyin'in büyük bir Arap imparatorlugu kurma hayali onu Osmanli devletine karsi Ingilizlerle isbirligi yapmaya itmisti. Bu isbirligi sonucunda 1. dünya savasi sirasinda Osmanliya karsi Ingilizlerin yaninda savasan Serif Hüseyin, Ingilizler'in bölgeyi isgal etmesine yardimici oldu. Ingilizlerin Hüseyin'le gizli iliskiler içine girmeleri aslinda 1917 yilinda Balfour deklarasyonu adiyla siyonistlere söz verdikleri 'Bagimsiz bir Yahudi devleti' projesini hayata geçirmenin sadece ilk asamasini olusturuyordu.

Siyonistlerin Filistin'den bir miktar elde etme çabalari ise daha eskilere, Osmanli sultani II. Abdülhamit zamanina kadar uzanmaktaydi. Bölgeyi önce parayla almayi düsünen siyonistler, bunun karsiliginda Osmanlinin tüm dis borçlarini ödemeyi taahhüt ettiler. Ancak bölgeden yahudilere toprak satmanin ileride nasil sorunlara yol açanbilecegini uzak öngörüsü il egören II. Abdülhamit, teklifi sert bir sekilde geri çevirdi. (Teklifte bulunmak için huzuruna gelen yahudi heyetini def etti, M.K.)

Osmanlidan (veya Abdülhamit'ten, M.K.) bu yolla birsey koparamayan siyonistler bu kez dönemin süper gücü Ingilizlerle isbirligine gitmeyi kararlastirdilar. Osmanli devletini yikmak veya zayiflatmak için her firsati degerlindirem Ingilizler, para babasi siyonistlerin kendilerine yanasmalarini iyi bir firsat olarak degerlendiriyordu. 1916 yilina gelindiginde Fransa, Ingiltire ve Rusya Ortadogu'yu kendi aralarinda paylasmayi öngören Sykos-Picot anlasmasini imzaladi. Anlasmanin Filistinli ilgili maddesinde söyle deniliyordu: "...Diger ortaklarin ve Mekke Serifinin muvafakati alindiktan sonra bu bölgede uluslararasi bir yönetim kurulacaktir..." Gizli anlasmadaki 'uluslararasi bir yönetim kurulacaktir...' sözünün açilimi aslinda, Ingilizlerle siyonistler arasindaki gizli isbirligini ortaya koyan Balfour deklarasyonu okundugunda daha iyi anlasiliyordu: "Hasmetli Ingiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de yahudi halki için milli bir devlet kurulmasini memnuniyetle karsilamaktadir..."

Ingiliz isgali ve göçler

Bu tür uluslararasi komplolarla, Ingilizlerin denetimine Filistin topraklarinda müslümanlar da Ingiliz isgaline ve onlarin organize etmeye basladigi yahudi göçüne karsi müadele etmeye basladilar Bu dogrultuda zaman zaman ayaklanmalar gerçeklestirildi. 27 Subat 1920 tarihinde Filistin halkindan 40.000 kisilik bir topluluk Mescid-i Aksa'da gösteri düzenledi. Ayni yilin Mart ayinda ise ilk silahli çatismalar basladi. Bu çatismada 7 yahudi öldürüldü. Kudüs'te yahudi göçmenler ve müslüman halk arasinda günlerce süren çatismalar yasandi. Bunun üzerine örgütlenmeye baslayan yahudi göçmenler silahli çeteler kurdular. Ilk siyonist terör örgütü 1920 yilinda kurulan Hagana idi. Bunu Irgun, Lahome Herut ve Stern gibi diger çeteler izledi. Bu örgütler öylesine kanliydi ki, Deir Yasin, Sa'sa, Beledi's Seyh gibi köylere düzenledikleri saldirilarda yüzlerce masumu vahsice katletmekten çekinmemis ve sistemli olarak katliamlarini sürdürmüslerdir.

filis2.jpg


(Israil zulmünün bir simgesi)

Bu sekilde 2. dünya savasinin sonuna kadar 27 yil süren kanli bir süreç yasandi. Savas sonunda Ortadogu'daki gücünü ve nüfuzunu yitiren Ingiltire kralligi, yerini yükselmekte olan yeni emperyalist güç ABD'ye birakti.

Siyonist rejimin kurulusu

1947 yilinda Filistin'den çekilmeye baslamasi ardindan bölgede kurulacak yönetim için BM'de oylama yapildi. Genel kurul, 1947'de Filistin topraklarinin Araplarla yahudiler arasinda paylastirilmasina dair 181 sayili karari onayladi. Buna göre Filistin topraklarinin en verimli kesimlerini olusturan 55 %'i yahudilere, verimsiz ve çöl kesimlerinden olusan 45 %'i de Araplara birakildi. Ingilizlerin 1948 yilinda tamamen çekilmeleri ardindan BM'nin kendilerine verdigi toprakalrin sayisini artirdan yahudilere, Filistin'e ait topraklarin 15 %'i daha isgal etti. 14 Mayis 1948 yilinda son Ingiliz birliklerinin de ayrilmasiyla Israil devleti ilan edildi.

Israil'in kurulus ilanindan bir kaç saat sonra Birinci Arap-Isaril savasi basladi. Bölgedeki Arap rejimleinin özellikle Ürdün'ün ihanete varan sorumsuz tutumu nedeniyle yahudi isgalciler savas sonunda isgal ettikleri topraklari daha da genisletti.

1956 yilinda Ingiltire ile Misir arasinda patlak veren Süveys bunalimina taraf olan Israil'in Ingiltire yaninda savasa girmesiyle ikinci Arap-Israil savasi yasandi. Savasa daha çok Ingilizlere destek vermek amaciyla girdiklerinden dolayi çatismalar, Israil'e ciddi bir toprak kazanimi saglamadi.

Ancak 1967 yilina geldigimizde Israil ile Araplar arasinda yasanan savaslarin en büyügü meydana geldi. Alti gün savasi olarak bilinen savasta, daha önce hep birlikte Israil'e saldirma ve üç cephede biren onu mesgul ederek gücünü kirma karari alan Suriye ve Ürdün, savas sirasinda sözlerinde durmayinca Misir'in tüm hava savunmasinin yok oldugu savas büyük bir fiyaskoyla sonuçlandi. Savastan önce yok edilecegi söylenen Israil bir hafta içinde Misir'in tüm Sina yarimadasini, Suriye'nin Golan tepelerini ve Ürdün'ün de Bati yaka (Bati Seria) denilen bölgelerini topraklarina katti.

Bu savasta kaybettikleri yerleri geri almak için Misir, Suriye ve Ürdün tarafindan 1973 yilinda baslatilan savas ise yine Arap ülkelerinin yenilmesiyle sonuçlandi.

Israil saldirganliginda 5. büyük askeri operasyon ise 1982 yilinda gerçeklesti. Siyonist rejim, Lübnan'a yerlesmis bulunan Filistin direnis güçlerini oradan çikarmak amaciyla bu ülkeyi isgal ederek, Filistin'li sivillerin kaldigi Sabra ve Satilla kampalrinda büyük bir katliam gerçeklestirdi. Halen Israil'de bakanlik yapmakta olan Ariel Sharon isimli teröristin gözetiminde gerçeklestirilen katliamda yaklasik 1000 kisi bir gecede öldürüldü.

Yilginlik ve tavizler

Filistin'i kurtarmak bir yana Israil'e kaptirdiklari kendi toprakalrini bile geri alamayan Arap rejimleri, çareyi siyonistlerle anlasmakta buldu. Bunlardan ilki Misir devlet baskani Enver Sedat oldu. 1978 yilinda, yahudi asilli ABD Disisleri bakani Henry Kissinger'in (dg. 1938, Fürth/Almanya, M.K.) arabulucugunda gerçeklestirlen Camp David anlamasiyla isgalci rejimi 'devlet' olarak taniyan Misir, Filistin'in satisi anlamina gelen bu siyasi manevra karsiliginda Sina yarimadasini geri aldi. Daha sonraki dönemde Misir'in dislanmasiyla sonuçlanan bu süreci devam ettirmeye cesaret edemeyen diger Arap ülkeleri, 1991 yilina kadar beklemek zorunda kalacaklardi. Sovyet blogunun çöküsü ile birlikte kendini dünyanin tek efendisi olarak ilan eden ABD'nin baskilarina boyun egen diger Arap liderler Ispanya'nin Madrid kentinde bir araya gelerek Ortadogu baris süreci'ni baslattilar. 1993'te Arafat, 1994'de Ürdün siyonistlerle baris anlasmasi imzalayarak aralarindaki savasa son verdi. Suriye ise 1967 yilindan beri isgal altindaki Golan'i geri vermeyi taahhüt etmedigi iç su ana kadar barisa yanasmis görünmüyor.

Islami direnis

Süphesiz Arap ülkeleri ile Israil'in masaya oturtan etken savaslarda alinan yenilgilerle olusan kendine güvensizlik ve yilginligin yanisira 1987 yilindan itibaren gelisen Intifada'nin mücadelede kontrolü ele almaya baslamasidir.

Intifada (Ayaklanma) olarak isimlendirilen Filistin ayaklanmasinin ilk kivilcimi 7 Aralik 1987 tarihde ateslendi. Gazze bölgesinde bir yahudinin kamyonetyile Filistin'li isAileri tasiyan bir araca çarparak 4'nün ölümüne neden olmasi Gazze Islam Üniyersitesi'ndeki ögrencileri hareket geçirdi. Ögrenci Meclisi, kamyonet olayinda hayatini kaybeden veya yaralanan kisilerle ilgilenmek üzere tüm müslüman ahlki Sifa isimli hastanenin etrafinda toplayarak, ayaklanmanin ilk startini verdi.

filistin.gif


Filistin halkini yönlendiren bu meclisin bütün üyeleri Filistin Islami Direnis Hareketi, kisaca HAMAS olarak isimlendirilen hareketin mensuplariydi. Hareketin ilk temeli, Misir'daki Müslüman Kardesler (Ihvan-i Müslimîn) teskilatinin kurucusu Imam Hasan el-Benna'nin 1948 savasi için Filistin'e gönderdigi mücahitler tarafindan atildi. Bu kisiler ve onlarin etrafinda toplananlar, egitim ve teblig çalismalarini devam ettirerek güçlü bir taban olusturdular. Seyh Ahmet Yasin liderliginde güçlü ve disiplinli bir örgütsel yapiya kavusturulan hareket, 1987 yilindan itibaren kamuoyunun önüne çikan hareket baslattigi halk direnisi ile adini duyurdu.

Hamas, direnisin ilk aylarindan itibaren periyodik bir sekilde halk kitlelerine hitap eden ve direnisi yönlendirilen bildirileri yayinladi. Kendinden birilerinin liderligini çabuk benimseyen müslüman Filistin halki, o güne kadar batil ideolojilerle yürütülen mücadelenin sonuçsuz kaldigini iyi bildiginden yüzlerce evladini sehid verme pahasina Hamas liderligini takip etti. O güne kadar Arafat'i öncelikle tehdit olarak algilayan siyonist rejim ise tarih içindeki tevhid mücadelesinin besigi olan Filistin'de, mücadelenin Islami bir hüviyet kazanmasinin ne tür bir sonuç doguracagini iyi bildiginden en cani yöntemlerini Islami direnis mensuplarin sindirmek için gerçeklestirdi. Hamas'la mücadele için özel bir "Iskence yasasi" çikartan ve her türlü sorgulama yöntemini yasal hale getiren siyonist rejim, aralarinda 18 mayis 1989 tarihinde tutuklanan Seyh Yasin'in de bulundugu binlerce Filistin'liyi zindanlara tikti. Su ana kadar Israil zindanlarina atilan Filistin'li sayisinin 5.000'i asti. Yapilan iskencelerde ise 1987 yilindan bu yana sehid olanlarin sayisi 100'ü buldu. Iskence disinda, Islami Cihad lideri Fethi Sikaki, Hamas eylemcisi Yahya Ayyas gibi önde gelen kisilerin de bulundugu yüzlerce kisi, siyonist istihbarat örgütlerince faili meçhul cinayet süsü verilerek sehid edildi.

filis3.jpg


Filistin halki basta dini, onuru ve topragi olmak üzere tüm kutsal bildigi degerleri için kahraman insanlarin öncülügünde savasirken, ayaklarinin altindan bazi mevkilerin kaymaya basladigini farkeden Arafat gibi sahte kahramanlar da, bu kutsal mücadelenin meyvelerini toplama saygisizligini gösterdi. Islami direnisin olusturdugu halk muhalefetinin gücünü pazarlik masasinda iyi kullanan Arafat, siyonist rejimden kendisi için kukla bir yönetim koparmayi basarirken, kendini oralara tasiyan halkina ise siyonistlerden farksiz bir muameleyi reva görmekten utanmiyor. Su ana kadar 250'den fazla Hamas mensubunu tutuklayan ve su ana kadar en az 10 tane mahkumun iskenceden öldügü Arafat yönetimi, Filistin'lilerin yeni kabusu olacak gibi görünüyor.

Kaynak: Yürüyüs dergisi, sayi 2, Subat-Mart 1999
Resimler: Evrensel mesaj dergisi ve Yürüyüs dergisi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Mescid-i Aksa'nin Altindaki Tünelin Anlami

Son bir kaç gündür Filistin sokaklari savas meydanina dönmüs durumda. Dogu Kudüs'te, özellikle Mescid-i Aksa çevresinde ve Bati Seria ile Gazze'nin çesitli bölgelerinde, yillar öncesinin Intifada'sindan hiç de az kalmayacak çatismalar yasaniyor. Israilliler ile Filistinliler, bir kez daha birbirlerini öldürüyorlar.

Tüm bu olaylarin nedeni ise, bilindigi gibi Mescid-i Aksa'nin altindaki tarihsel bir tünelin Israil tarafindan ziyaretçilere açilmasi oldu. Bu hareket, Filistinlilerin gözünde, Israil’in Mescid-i Aksa'yi yikabilmek için yaptigi uzun vadeli planin yeni bir parçasiydi. Onlari büyük bir öfke, hatta bir "hamiyet-i Islamiye" içinde sokaklara döken sey de tünelin bu "stratejik" anlami oldu. Buna karsin, dogal olarak, Israilliler tünelin hiç bir sekilde Mescid-i Aksa'ya zarar vermek gibi bir amaci olmadigini israrla söylediler ve söylemeye devam ediyorlar. Onlara göre, bu sadece "turistik" bir düzenleme ve tünelle birlikte yalnizca daha fazla "turistik gelir" elde etme düsüncesindeler.

Kuskusuz Israillilerin öne sürdügü bu "turizm" açiklamasina inanmak için bir hayli saf olmak gerekir.

Çünkü Israillilerin daha önce de bir çok defa çatisma nedeni olan Mescid-i Aksa üzerinde bu tür bir düzenleme yaparken, bunun sonucunu tahmin etmemis olduklari düsünülemez. Ve hiç bir hükümet, sirf biraz daha "turistik gelir" elde etmek için, bile bile büyük bir çatismanin fitilini ateslemez. Netanyahu hükümeti, kuskusuz Filistinlilerin -ve tüm Müslümanlarin-"göz bebegi" olan Mescid-i Aksa üzerindeki bu düzenlemeyi, karsilasacagi tepkiyi bilerek ve göze alarak göstermistir.

Bu ise su anlama gelir: Demek ki, Israilliler açisindan, özellikle önceki Isçi Partisi hükümetine göre daha radikal ve daha "dinci" olan Netanyahu kabinesi açisindan, Mescid-i Aksa'nin altindaki tünelin son derece büyük bir anlami vardir. Öyle ki, bu anlam, onlari, basta Filistinliler olmak üzere tüm Islam dünyasini -hatta, "dostlar alisveriste görsün" nevinden bile olsa ABD'yi bile- karsilarina almalarina neden olacak bir icraata sürüklemistir. Israillilerin tünelin açik kalmasi -ya da sadece "bir kaç günlügüne kapanmasi"- konusundaki israrli tutumlari da bizlere tünelin "turizm"den çok daha büyük ve önemli bir anlami oldugunu göstermektedir.

Bu anlami kesfedebilmek içinse, "dindar Siyonizm"in tarihine bir göz atmak ve Mescid-i Aksa'nin bu tarih içindeki konumuna bir göz atmak gerekmektedir.

"Dindar Siyonizm" ve Mesih Inanci

19. yüzyilin sonunda siyasi bir hareket olarak ortaya çikan Siyonizm'in milliyetçi, modern ve laik Yahudiler tarafindan ortaya atildigi ve dolayisiyla "dini" bir hareket olmadigi sikça anlatilan bir hikayedir. Ancak hikaye, gerçegi ancak kismen yansitmaktadir ve bir de gözlerden uzak kalan bir yön vardir.

Bu yön, "dindar Siyonizm" olarak bilinen ve "sag Siyonizm" ya da öteki adiyla "Revizyonist Siyonizm" olarak tanimlanan akimla da oldukça iliskili olan bir harekettir. Dindar Siyonizm, bir Yahudi Devleti'nin kurulusunu yalnizca ulusal bir self-determinasyon olarak gören laik Siyonizm'den farkli olarak, Israil’in kurulusunu Yahudi dinindeki geleneksel "Mesih" inanci çerçevesinde yorumlamistir.

Bu inanca göre, Yahudiler, Tanri tarafindan "seçilmis" olan üstün bir halktir, ve diger uluslari yönetme hakkina sahiptirler. Ancak bu "yönetme hakki", diger uluslar tarafindan gasp edilmistir. Hakkin yerine getirilmesi, "Seçilmis Halk"in yeryüzü egemenligine ulasabilmesi ise, ancak Hz. Davud soyundan gelecek olan Beklenen Mesih'i yeryüzüne inip Yahudiler'e önderlik ederek Kudüs merkezli bir Krallik kurmasi ile gerçeklesecektir. Mesih'e karsi "itaatsizlik" yapacak olan uluslarin isi ise zordur! The Universal Jewish Encyclopedia, söyle yazar:

"Mesih geldiginde diger milletler ya fethedilecek, ya imha edilecek ya da dinlerinden döndürüleceklerdir. Ama sonlari ne olursa olsun, o tarihten sonra Israil için sikinti kaynagi olmaktan çikacaklardir." (1)

Mesih'in gelisi, Yahudilerin binlerce yillik tarihi boyunca hep beklenmistir. Ama en çok da, MS 70'de Romalilar tarafindan Kudüs'ten kovulmalarinin ardindan güçlenmistir. 70 yilinda Romalilar, Kudüs'teki Hz. Süleyman Tapinagi'ni ikinci kez yikmislar, sehirdeki Yahudilerin büyük bölümünü katletmis kalanlari da sürmüslerdir. Geriye Tapinak'tan yalnizca tek bir duvar kalmistir; o da bu "yikim"im anisina Aglama Duvari'na dönüstürülmüstür. Mesih geri geldiginde ise, inanisa göre, Tapinak yeniden insa edilecek ve Mesih, ayni "King Solomon" gibi, buradan dört bir yana hükmedecektir.

Iste bu nedenle de, Mesih'in gelisi ile Tapinak'in yeniden insasi, birbiri ile çok yakindan iliskili olan iki "vaad"dir.

Dindar Siyonizm'in Mesih ve Tapinak Yorumlari

Yahudiler tarafindan asirlardir beklenen bu iki büyük gelisme, 19. yüzyila kadar uzak bir hayal görünümündeydi. Ancak Siyasi Siyonizm'in dogusu ile birlikte, Yahudiler, 19. yüzyil sonra Kudüs'e dönmek için ciddi bir girisim baslattilar. Hareket "laik" Yahudilerce yönetiliyordu belki, ama dindarlar bu girisimde çok büyük bir anlam görmüslerdi. Onlara göre, siyasi bir hareket olan Siyonizm, gerçekte Mesihi dönemin artik baslamak üzere oldugunun göstergesiydi.

"Dindar Siyonistler"in basini çeken Abraham Yitzhak HaCohen Kook, Siyasi Siyonizm'in Atchalta D'Geula (Mesihi Kurtulusun Baslangici) ya da B'ikvata D'Meshicha (Mesih'in Ayak Sesleri) oldugunu söyleyerek bunu en açik biçimde ifade etmisti. Kook'a göre, 1917'de yayinlanan ve Siyonizm'e resmi Ingiliz destegi sayilan Balfour Deklarasyonu, Filistin'e yapilan yahudi göçleri ve büyük devletlerin Siyonistlere verdigi destek; tüm bunlar Mesih'in gelisinin yakin oldugunu gösteren alametlerdi. Israilogullari Mesihi dönemde yasiyorlardi ve yüzyillardir beklenenler yakinda gerçege dönüsecekti.

Kook ve diger Dindar Siyonistler tarafindan yapilan yoruma göre, "insani" çabayla, yani Siyasi Siyonizm'le baslayan süreç, "ilahi" bir gelisme olan Mesih'in gelisi ile devam edecekti. Ancak bu "mutlu son"a varilabilmesi için yahudilerce Mesih'in gelisinden önce yapilmasi gereken -ve Mesih'e ortam hazirlayacak olan- üç misyon vardi. The Universal Jewish Encyclopedia bu misyonlari söyle anlatir:

"Siyasi Siyonizmin ortaya çikmasi ile birlikte Haham Hirsch Kalischer tarafindan gelistirilen teori diger hahamlarca da kabul gördü. Buna göre, Mesih'in dönüs süreci, dogal olaylarla baslayacakti: Yahudilerin Filistin'e yerlesme istegi ve diger milletlerin gönüllü olarak bu ise yardim etmesi ile. Mesih'in ortaya çikisi ve vaadedilen mucizelerin gerçeklesmesi için gereken sartlarsa sunlardi: Kutsal Topraklar'da büyük ve yeter sayida yahudinin yerlesip devlet kurulmasi, Kudüs'ün ele geçirilmesi ve Tapinak'in yeniden insa edilmesi." (2)

Bu üç sartin birincisi olan Kutsal Topraklar'daki yahudi nüfusunun arttirilmasi, Siyonist hareketin önderleri tarafindan bu yüzyilin basindan beri uygulanmaktadir. Devlet ise 1948'de kuruldu. Ikinci sart, yani Kudüs'ün ele geçirilmesi, 1967'deki Alti Gün Savasi'nda yerine getirildi. 1980'de Kudüs "Israil'in ebedi baskenti" ilan edildi...

Dolayisiyla, Mesih'in gelisini saglayacak misyonlardan geriye bir tek Tapinak'in yeniden insa edilmesi kaldi. 19 yüzyildir yikik olan ve sadece tek duvari ayakta kalan Tapinak, yahudiler tarafindan Aglama Duvari’na dönüstürülmüs olan Süleyman Tapinagi.

"Peki Tapinak'i insa etmek zor birsey midir?" sorusu akla gelebilir hemen. Öyle ya, Israilliler için bir Tapinak insa etmenin zorlugu nedir? Zorluk, Tapinak'in insa edilmesinde degildir. Eski Tapinak'in bulundugu alan üzerinde bugün iki Islam mabedi durmaktadir: Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra. Tapinak'in yapilabilmesi için bu iki mabedin de yikilmasi gerekmektedir. Pürüz dünya Müslümanlaridir. Onlar, varolduklari sürece, Israillilerin bu iki mescidi yikmalarina izin vermemektedirler...

Iste son bir hafta içinde yasadigimiz ve Kudüs sokaklarini kana bulayan bu çatismalarin ve bunlara neden olan "turistik tünel"in anlami da burada gizlidir.

Likud ve Tapinak

Siyonizm'in "sol ve laik" kanadi, Israil Devleti'nin kurulmasindan sonra Isçi Partisi'ne dönüstü. Isçi Partisi, biraz bizdeki CHP gibi, "devleti kuran" partiydi ve 1977 yilina dek de kesintisiz iktidarda kaldi. Buna karsin, sözünü ettigimiz "dindar Siyonizm" ise, eskiden beridir sagci, hatta fasizan ögeler tasiyan "Revizyonist Siyonizm"le bütünlesti ve Israil’in kurulmasiyla birlikte "Herut" partisi olusturdu. Bu dinci/sagci parti, bir kaç küçük partiyle daha birleserek 1970'lerin basinda "Likud" adini aldi. Herut'u kuran, Likud'a dönüstüren ve 1982'deki Lübnan isgalinin sonrasina dek de liderligini yürüten kisi, "Israil saginin en büyük lideri" sayilan Menahem Begin'di. Begin'i Izak Samir izledi. 92'de seçim yenilgisinin ardindan da Netanyahu oturdu Likud'un liderlik koltuguna.

Bu kronolojinin gösterdigi sonuç ise sudur: Mesih'in gelisine inanan ve bunun için de Tapinak'in yeniden insasini hedefleyen "Mesiyanik Siyonizm", Likud'un içinde büyük bir etkiye sahiptir, hatta Likud ideolojisinin temel taslarindan biridir.

Tapinak'i insa etmek amaciyla Mescid-i Aksa'yi yikmayi hedefleyen yeralti Yahudi örgütü "Mahchteret Yehudit" hakkindaki kisa bir inceleme de bizi yine ayni sonuca ulastirmaktadir.

Machteret Yehudit ve Likud

1984 yilinin 27 Nisaninda Israil’de oldukça ilginç bir örgütün varligi ortaya çikti. Machteret Yehudit (Yahudi Çetesi) adindaki örgütün üyeleri, Arap yolcularla dolu olan bes yolcu otobüsünü havaya uçurmaya yönelik bir plan yapmis ama son anda olayin ortaya çikmasi üzerine tutuklanmislardi. Ancak daha önce gerçeklestirdikleri önemli eylemler vardi; 1980 yilinda Bati Seria'daki iki Arap belediye baskaninin arabasina bomba koyarak öldürmüsler, 1983 yilinda ise Hebron kentindeki Islam Koleji'ne silahli bir saldiri düzenleyerek üç ögrenciyi öldürmüs, otuz üç tanesini de yaralamislardi.

Ama kisa bir süre sonra, Machteret Yehudit'in tüm bunlardan çok daha büyük bir eylemi gerçeklestirmek üzere oldugu ögrenildi. Örgüt, Dogu Kudüs'ün, Müslümanlarin Harem-i Serif, yahudi ve Hiristiyanlarin ise Tapinak Tepesi (Temple Mount) adini verdikleri mevkiinde yer alan iki Islam mabedini—Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra—havaya uçurmak için çok sofistike bir plan hazirlamisti. Mabetlerin mimari yapisi üzerinde profesyonel bir inceleme yapilmis, Golan Tepeleri'ndeki bir askeri garnizondan bol miktarda patlayici çalinmisti. Kubbet-üs Sahra'yi etrafa zarar vermeden havaya uçurabilmek için, 28 ayri patlayici Kubbe'nin belirlenmis yerlerine yerlestirilecekti. Gerekirse Mescid-i Aksa'yi korumakla görevli silahsiz müslüman nöbetçileri vurmak için ucuna susturucu takilmis Uzi'ler ve göz yasartici bombalar edinmislerdi. Operasyon, yirminin üzerinde Machteret Yehudit militaninin katilimiyla gerçeklesecekti.

Eylem Israil otoriteleri tarafindan durdurulmustu belki, ama bu gönülsüz bir engellemeydi.

Çünkü, Machteret Yehudit'in üyeleri, aslinda pek çok kisinin yapmak istedigi bir isi, sabirsizliklari nedeniyle, uygun olmayan bir zamanda yapmaya kalkmislardi. Bu nedenle, aslinda, gerek Gush Emunim gibi Likud'a yakin olan dinci örgütler gerekse Likud hükümeti, Machteret Yehudit'e ve eylemine gizli bir sempati ile bakmislardi. Israil mahkemesi, kanunlara göre suç olusturan bu eylemi dogal olarak cezalandirdi ama mahkeme kararindan bir gün sonra, Basbakan Yitzhak Samir, Machteret Yehudit üyeleri için söyle diyebiliyordu:

"Hepsi harika insanlar ama bir hata yaptilar." Gush Emunim'in önde gelen ismi Haham Mose Levinger de eylemin teorik olarak dogru ama zamanlama yönünden yanlis oldugu yönünde görüs bildirdi.(3)

Amerikali yahudi gazeteci Robert Friedman, Machteret Yehudit olayinin derinleme bir incelemesini yapmisti. Verdigi ilginç bilgiler vardi: O dönemde Israil basinindaki yaygin bir iddiaya göre Israil'in iç güvenlik servisi Shin Bet, Machteret Yehudit'in daha önceki eylemlerini—Arap belediye baskanlarinin öldürülmesi, Islam Koleji'nin taranmasi gibi—biliyorlardi ve buna ragmen de örgüte hiçbir müdahalede bulunmamislardi. Friedman'in yorumuna göre, Israil otoriteleri aslinda örgütün Mescid-i Aksa'yi yikma planindan da haberdar olduklari halde bir süre onlara engel olmamislar, ancak olayin basina sizmasi ve sonuçlarinin da çok tehlikeli olacagini farketmeleri üzerine Machteret Yehudit'i durdurarak üyelerini tutuklamislardi. Yitzhak Samir'in örgütün üyeleri için "harika insanlar" deyisi ya da onlari hapse mahkum eden yargicin karari açiklarken "bu insanlara yurtseverlikleri nedeniyle saygi ile bakilmasi gerektigi" seklindeki garip sözleri, hep bu isteksiz engel olusun göstergeleriydi. Üst rütbeli Israil subayi Avi Yitzhak, Israil yönetiminin Machteret Yehudit'e uzun süre engel olmadigini, çünkü "üst düzey politik ve askeri yöneticilerin, örgütü, demokratik bir devletin yapamayacagi eylemleri yapabilmesi için muhafaza ettigini" söylemisti. Friedman, "Machteret Yehudit olayi içinde Israil hükümetinin parmagi vardi ama bunun orani hiçbir zaman bilinemeyecek" diyor.(4)

1985 yilinda, hapisteki Machteret Yehudit üyelerinin serbest birakilmasi için etkili bir kampanya baslatildi. Kampanyanin en atesli destekçileri Knesset üyesi politikacilardi. Basta Likud olmak üzere her partiden, hatta "solcu ve laik" ve sözde baris yanlisi Isçi Partisi'nden bile çok sayida Knesset üyesi bu "harika insanlari" hapisten çikarmak için çalistilar. Sonuçta birbiri ardina gelen aflarla hepsi serbest birakildi.

Dolayisiyla, Machteret Yehudit'in Islam mabetlerini yikma planinin engellenmis olmasi, Likud yönetiminin bu mabetlerin varligindan memnun oldugu anlamina gelmiyordu. Likud, özellikle de Likud'un sahinleri, eylemin yalnizca yöntem ve zamanlama açisindan yanlis oldugunu düsünüyorlardi, ama temel mantik dogruydu.

Daha Az Radikal bir Yöntem: Mescid'in Altinin Oyulmasi!..

Nitekim yeni ve daha az radikal olan bir yöntem bulundu çok gecikilmeden. Machteret Yehudit'in ortaya çikmasindan bir yil sonra, 1985'te, Israil hükümeti Mescid-i Aksa'nin altindaki kazi çalismalarina hiz verdi. Bu sekilde Mescid'in alti oyulacak ve küçük bir sarsinti sonucunda kendiliginden yikilmasi saglanacakti. Haftalik Aksiyon dergisi, 13-19 Mayis 1995 tarihli sayisinda "Israil Mescid-i Aksa'yi yikiyor!" basligiyla verdigi bir haberde konuya deginmis, Mescid'in altinda gizlice yürütülen kazi çalismalarini belgelemis ve söyle yazmisti:

"Israil, Mescid-i Aksa'ya karsi dogrudan bir saldirida bulundugu takdirde... Islam ülkelerinin topyekün cephe almasindan çekiniyor... (bu nedenle) tarihi kazi yapiyor gibi göstererek, kendiliginden çökecek bir hale gelmesi için ugrasiyor. Böylece ülke olarak kendisini geri çekecek ve üzerine bir sorumluluk almadan hedefine ulasmis olacak."

Uzun yillar Kudüs'te çalisan Amerikali arkeolog Gordon Franz ise, bu konudaki gözlemlerine dayanarak söyle diyor:

"Emin oldugum bir sey varsa, Tapinak'i yeniden insa etmeyi hedefleyen yahudilerin o iki camiyi mutlaka yikmak istiyor oluslaridir. Bu yikimin nasil olacagi konusunda kesin bir fikrim yok ama olacaktir. Yikacaklar ve burada onun yerine bir Tapinak insa edecekler. Ne zaman, nasil yapilacak bilmiyorum ama yapilacak." (5)

Houston Ikinci Baptist Kilisesi'nden rahip James E. DeLoach ise tüm yahudilerin camileri yikip Tapinagi insa etmek istediklerini, ancak bunu Machteret Yehudit gibi radikal yöntemlerle degil, Aksiyon'un haberinde yer alan sekilde yapacaklarini söylüyor: "Su bir gerçek; tanidigim bütün yahudiler o camilerin yikildigini görmek istiyorlar. Ama bana söylediklerine göre, bu yikim, Tanri'dan gelecek bir hareketle, örnegin bir depremle ya da ona benzer bir sekilde gerçeklesecek." (Ibid., s. 99)

Iste Israil’deki "derin devlet"in mantigi budur. Amaç, Tapinak'i ne olursa olsun insa etmektir; çünkü Mesih'in gelisi buna baglidir. Tapinak'in insasi için Islam mabetlerinin yok edilmesi gerekmektedir. Yahudi Devleti, bu isi mabedlerin "altini olmakla" uzun vadeye yaymistir. Belki de, "insan eliyle" yapilacak bu hazirliktan sonra, bir "ilahi" müdahale, yani Mescid-i Aksa'yi çökertecek küçük bir deprem beklenmektedir.

Bu ise kuskusuz dünya Müslümanlari ile Israil arasindaki büyük bir çatismanin, belki bir Üçüncü Dünya Savasi’nin fitili olacaktir. Israil’in bugün dünya Müslümanlarini zayiflatmak için, dünyanin dört bir yanindaki anti-Islami güçlerle yaptigi gizli isbirligi ve kurmaya çalistigi "Anti-Islami Enternasyonal"in mantigi da büyük ölçüde budur.(6)

Mescid-i Aksa'nin altinda açilan ve Filistin topraklarini yeniden kana bulayan son "turistik" tünelin gerçek anlami da, iste budur.

1) The Universal Jewish Encyclopedia, vol. 7, s. 503
2) The Universal Jewish Encyclopedia, vol. 7, s. 502
3) Robert I. Friedman, Zealots for Zion: Inside Israel's West Bank Settlement Movement, 1.b., New York: Random Hause, 1992, s. 31
4) Robert Friedman, Village Voice, 12 Kasim 1985
5) Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War, Connecticut: Lawrence Hill & Company, 1986, s. 105)
6) "Anti-Islami Enternasyonal" hakkinda ayrintili bilgi için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen. Vural Yayincilik, 1996

Kaynak: Kubacami.com
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Kanayan Yara : ORTADOGU

Muzaffer Tasyürek

Bir sehir... Hz. Peygamber A.S.’in miraca yükseldigi, Hz. Ömer R.A.’in müslümanlara hediye ettigi, hiristiyan ve musevilerin paylasamadigi, yüzbinlerce insanin ugruna topraga düstügü bir sehir. Bu sehir Kudüs. Yavuz’un Osmanli topraklarina kattigi Kudüs tam 401 yil baris ve huzur içinde yasamis. Binbir entrikayla bizden koparildiktan sonra ise bir daha yüzü gülmemis. Sadece orasi mi? Simdi kan deryasina dönen nice belde Osmanli huzurunu yâd ediyor. Ve o zamanlar Osmanli’ya ihanet edenler, hâlâ o ihanetin bedelini ödediklerini artik biliyorlar.



Bütün ilâhi kaynakli dinlerin kutsal sehri Kudüs, tam 401 yil, yani 144 bin 366 gün bizim ellerimizde yasamis.

O günlerde, bugünkü görüntüsünün tam aksine baris ve esenlik içerisinde olan Kudüs, entrikalarla Osmanli’dan koparilisinin bedelini bugün agir bir sekilde ödüyor. Adeta bir ates çemberi içerisinde. Her gün insanlar öldürülüyor. Çogu çocuk yasta bedenler topraga düsüyor. Barut, kan ve gözyasi birbirine karisiyor.

Kudüs’ün bizden kopmasina sebep olanlar, yani onun gerçek muhafizlarina ihanet edenler, onu bir buçuk günde Israil’e teslim ettiler. Yani biz Kudüs’ü tam 401 yil muhafaza ederken, onlar sadece 36 saat dayanabildiler.

Kutsal Topraklarda Huzur Için

Kudüs, Osmanlilar’a Yavuz Sultan Selim döneminde katildi. Zaten Yavuz’un bütün padisahligi Dogu’ya ve Güney’e seferlerle geçmisti.

24 Agustos 1516’da Yavuz Sultan Selim, Mercidabik Zaferi’ni kazandi. Bu seferin amaci, hac yollarinin güvenligini saglamak, bölgedeki kabile kavgalarina son vermek, hiristiyan ve yahudilerin bu topraklardaki etkinligini kirarak aralarindaki kavgadan özellikle Kudüs’ü uzak tutmak, Islâm’in baris ve adaletini oralara hakim kilmakti.

O dönemde Suriye ve Misir’a yine bir Türk devleti olan Memlûklar egemendi. Memlûklar, Mekke, Medine ve Kudüs’ü ellerinde bulundurmakla devrin yükselen gücü Osmanli’ya karsi Islâm dünyasinin lideri olma iddiasindaydi.

Avrupalilar’in tarih boyunca ilgi duyduklari ve ellerinde tutmak için defalarca Haçli seferleri düzenledikleri Kudüs ve çevresinde, dünyadaki dört Ortodoks Patrikligi’nden üçü bulunuyordu. Bu unsurlar, Osmanli Devleti’nin gelecegi için tehdit olusturuyor ve Islâm birliginin önünde engel teskil ediyordu.

Halep alimleri ve ileri gelenleri yazdiklari mektuplarla, Memlûk valilerinin müslümanliga yakismayan uygulama ve zulümlerinden biktiklarini anlatmislardi. Onlarin, “müeyyed min indillah” (Allah katindan yardim gören) diye anilan padisah Sultan Selim Han’dan yardim talepleri ve gelisen siyasi olaylardan sonra, artik sefer kaçinilmaz olmustu.

Yavuz 30 Aralik 1516 günü Kudüs’e girdi. Mescid-i Aksa’da iki rekat hacet namazi kilarak mukaddes mekânlari gezmeye basladi. Her taraftan padisahi yücelten sesler ve alkislar yükseliyordu. Ama padisah bulundugu mekânlarin kudsîligini hatirlatarak, kendisini alkislayanlari susturdu. Bu hareketiyle alimlerin ve halkin sevgi ve takdirini kazandi.

Yavuz Sultan Selim, baslamis oldugu dogu ve güney seferini basariyla sürdürdü. Kisa zamanda Sam, Halep ve Gazze ele geçirildi. Misir’i ve Hicaz’i Osmanli topraklarina katinca bir ferman yayinlayarak, yahudilerin mukaddes diye nitelendirdikleri Misir ve Filistin topraklarina yerlesmelerini yasakladi. Onun ardindan oglu Kanunî de 1520 yilinda ayni yönde bir ferman yayinlayarak söz konusu hassasiyeti sürdürdü.

Bir taraftan bunlar olurken, sehir de bastan basa imar ediliyor; medreseler, camiler, imarethaneler yapiliyordu. Ayrica sehir yeni surlarla daha emniyetli hale getiriliyordu.

Tanzimat: Sonun Baslangici

Ortadogu’nun ve tabii Kudüs’ün kaderi Tanzimat dönemiyle beraber degismeye basladi. Osmanlilar’in, Islâm dünyasinin lideri olarak içte ve dista saglamis oldugu huzur ve güven ortami, Tanzimat’a kadar yükselen bir gerilimle sarsilmaya basladi. Nihayet, Tanzimat Fermani devletin içine düstügü acziyeti gösteren bir belge olarak tarihte yerini aldi. Bu ferman çöküsü resmîlestirmekten baska ise de yaramadi.

Azinliklarin Müslümanlarla beraber esit haklara kavusmalari ve statülerinin yükseltilmesi, emperyalistlerin arayip bulamadigi bir firsat oldu. Çesitli diplomatik oyunlarla Avrupalilar 1877’de Kudüs’de konsolosluklar açtilar. Siyonistler ve Ingilizler’in tezgâhladigi oyuna Jön Türkler kolayca düsmüslerdi. Avrupa ülkelerinin destekledigi yahudi göçleri, sehrin nüfus yapisi degistirmeye basladi.

Siyonist Entrikalarin Kiskacinda

29 Agustos 1897’de Isviçre’nin Basel sehrinde toplanan “Dünya Siyonist Kongresi”, Basel Programi denilen bir dizi faaliyeti yürürlüge koydu. Bu programda, Filistin’in bir “Yahudi Milli Yurdu” haline getirilmesi kararlastirilmisti. Bu tarihlerde Filistin topraklarinda bulunan Yahudi nüfusu sadece besbin civarindaydi. Bu nüfus ile bir Yahudi devletinin kurulmasi hayal gibiydi. Bu, ancak Osmanli’dan göç imtiyazlari almakla mümkündü. Ama göçleri gerekli kilacak bir durum da yoktu.

Iste bu yillarda Rusya’da hiç yoktan yahudi katliamlari basladi. Avrupalilar güya yahudileri korumak için Sultan Abdülhamid Han’dan yahudilerin Filistin’e göçüne izin vermesini istediler. Abdülhamid Han, atalarinin izinden giderek yahudilerin tehlikeli niyetlerini sezdi ve buna müsaade etmedi. Ancak, yalnizca kirmizi pasaportla haci olmak için geçici olarak Kudüs’e girebilme hakki tanindi.

Basel Programi’ni yürürlüge koyan Theodor Herzel, önündeki en büyük engelin, yani II. Abdülhamid Han’in asilmasi için daha sinsi bir plan uygulamaya ve kaleyi içerden fethetmeye basladi. Bunun için de Jön Türkler’i kullandi. Jön Türk hareketi içerisinde yer alan Avram Galanti, “Misir Cemiyet-i Israiliyesi”ni kurarak, Sultan’a karsi faaliyetlerin artmasini sagladi.

Bu arada Jön Türk hareketinin içinde büyük rolü olan Emanuel Karasso, II. Abdülhamid Han’in huzuruna çikarak ondan Filistin’le ilgili imtiyazlar istedi. Sultan’dan olumlu cevap alamayan ve istekleri reddedilen Karasso, nüfuz ettigi Jön Türkler ki bunlarin basinda Talat Bey (sonra pasa oldu) gelir ile isbirligine giderek, Sultan’i tahttan indirmeye yönelik darbe girisimlerini desteklemeye basladi.

Talat Bey’e kendi avukatlik bürosunda is veren Ispanyol yahudisi olan Karasso, Macedonia Rizarto mason locasinin baskanligini yapmis, Ittihat ve Terakki’nin Selanik kolunda etkin olmus, Jön Türkler’i mason localari etrafinda organize etmis bir kisiydi. Tarihlere 31 Mart Hadisesi olarak geçen 1908 darbesinin organizatör ve destekçilerinden olan bu yahudi, umudunu Osmanli’da meydana gelecek bir rejim ve iktidar degisikligine baglamis ve bunda da muvaffak olmustur.

Siyonistlerin asil büyük amaci ise Osmanli’nin tamamen ortadan kaldirilmasiydi. Herzel bu konuda söyle diyordu: “Filistin için Osmanli’nin dagilmasini bekleyemeyiz.” Iste bu düsünceyle siyonistler, Ittihatçilar’i kullanarak Osmanli Devleti’nin Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savasi’na katilmasinda etkin rol oynadilar.

Tek Basina Direnen Bir Sultan

Ortadogu, Misir ve Hicaz topraklarinin stratejik önemini bilen ve emperyalistlerin bu topraklardaki entrikalarinin farkinda olan Sultan Abdülhamid Han, Ittihatçilar’in yanlis politikalarina elinden gelen tüm imkanlarla engel olmaya çalisti. Islâm birligini ebedi ve diri tutmaya, bu konuda Hilâfet kurumunu etkin kilmaya çalisiyordu. Söyle diyordu:

“Müslümanlarin bulundugu yerlerle irtibatimiz daha siklasmali, birbirimize daha fazla yaklasmaliyiz. Istikbal için yalniz birlikte ümit vardir. Islâmiyet’in birligi devam ettigi müddetçe, Ingiltere, Fransa, Rusya, Hollanda elimde sayilir. Çünkü tabîyetlerinde bulunan müslüman memleketlerinde halifenin sözü cihadi meydana getirmeye kâfidir ve bu hiristiyanlar için felaket demektir.”

Sultan, ecdad yadigâri bu kutsal topraklara yatirimlari artirmaya, kültürel ve sosyal baglari kuvvetlendirmeye çalisti. Istanbul’u demiryolu ile Peygamber beldesine bagladi. Bu çirpinislari ne yazik ki Siyonistler, Ingilizler ve Ittihatçilar’dan olusan üçgenin etkisini kirmaya yetmedi. Ingiliz ve siyonistlerin siyasi entrikalari ile Arap ve Türk ulusçulugu güçlenmis, iki taraf birbirine düsman olmaya baslamisti. Günümüze kadar süren ve hâlâ tartisma konusu olan Türk-Arap düsmanliginin temelleri atilmisti. Ulusçuluk duygulari dinî duygularin önüne geçmisti. Çok ilginç bir nokta da, hem Arapçilar’in hem de Türkçüler’in ilk ideologlari gayri müslim düsünür ve yazarlardi.

Aymazligin Böylesi ya da Ihanet

Ingilizler, Islâm beldelerinde isyanlar organize edip Araplari kiskirtmaya basladilar. Lawrence gibi ajan provakatörler artik devreye girmis, Ingiliz altinlari bölgeye akitilmaya baslamisti. Yaptiklari propagandalarda Osmanli düsmanligini isliyorlardi: “Islâm, önceleri güzel ve mükemmel bir medeniyet olup, ilim, siir, sanat ve icatlar barinagi iken, Osmanli ile beraber gerileme, cehalet ve kisirlik kiskacina girmistir.”

Araplar’in isyanlarina Ittihatçi Cemal Pasa yangina körükle yaklasir gibi gitti. Genis yetkilerle Halep, Sam ve Hicaz eyaletlerinin basina getirildi. Arap esrafindan bir çok kisiyi ihanet ithamiyla Divan-i Harb-i Örfî’ye vererek idam ettirdi. Idam edilenler arasinda bölgenin ileri gelen alim ve erenleri de bulunuyordu.

Emperyalistler bu idamlari kullanarak Osmanli aleyhindeki kampanyalarini artirdilar. Cemal Pasa’nin bu kritik günlerde Araplar’in dinî egitimlerine de karisarak Türkçe mecburiyeti getirmesi, tepkilerin iyice artmasina sebep oldu.

Ingilizler’in niyeti Osmanli’yi Ortadogu’dan tamamen çikararak Anadolu’ya sikistirmak, egemen oldugu topraklari ellerinden almakti. Organize ettikleri 1908 darbesi ile Sultan Abdülhamid Han’i tasfiye ettirmeyi basarmislardi. Ittihat ve Terakki iktidarinin zaaflarini kullanarak Trablusgarp, Balkanlar, Girit gibi önemli topraklarin Osmanli’nin elinden çikmasina sebep olmuslardi. Osmanli’nin Birinci Dünya Savasi’na sokularak artik ortadan kaldirmasi asamasina gelinmisti. Lawrence bu amaçlarini 18 Eylül 1914’de yazdigi bir mektupta söyle dile getiriyordu: “Türkler’in savasa girmek niyetinde olmadiklarini korkuyla seziyorum. Çünkü onlari Anadolu’ya sikistirmak ve dahasi orada bile vesayet altina almak önemli bir gelisme olacaktir. Her sey, Enver’in yeniden basi bos birakilmasina dayanir.”

Bu amaci gerçeklestirmek için en uygun zemin ise, Araplar’in ayaklandirilarak Osmanli’nin savasa çekilmesiydi. Devreye Serif Hüseyin’i soktular ve “Halifelik gerçekte Arap soyundan gelen birinin hakkidir. Halifelik merkezi de Mekke ve Medine’dir. Araplar ancak bu güce erisince, Allah’in yardimiyla kurtulacaklardir.” fikirlerini propaganda araci olarak kullandilar. Serif Hüseyin ise büyük hayaller kuruyor, Lawrence ile görüsürken söyle diyordu:

“Önerilirse, Türkler’i Istanbul ve Erzurum’a dek kovalayacagiz!”

Önüne yigilan silahlar ve Ingiliz altinlarina güvenirken, emperyalistlerin masasi oldugunu farkedemiyordu.

Serif Hüseyin, 4 Ekim 1918’de arkadasi R. H. Scott’a yazdigi mektupta söyle diyordu:

“Garip ve küçük bir gruptuk ama Ortadogu’da tarihin seyrini degistirdigimizi saniyorum. Güçlü devletlerin, Araplar’in yasamalarini nasil saglayacaklarini merak ediyorum.”

Sonuçta emperyalistler Araplar’a istediklerini tabii ki vermedi. Ne Serif Hüseyin halife olabildi, ne de Islâm birligi kaldi. Ortadogu’da barisi ve huzuru ortadan kaldirdilar. Siyonistler, Abdülhamid Han’a yaptiramadiklarini, Jön Türkler ve Ingilizler’i kullanarak basardilar. 1920-1947 yillari arasinda dünya siyasi dengelerini kullanarak Israil devletini olgunlastirdilar. 1947’de de bagimsiz Israil’i kurdular.

Akdeniz’den Hint Okyanusu’na kadar uzanan topraklarda çogu birbiriyle kavgali ondokuz Arap devleti ise, dil ve din birligine ragmen, hiçbir zaman Osmanli çatisi altindaki 400 yillik dirlik ve düzenliklerine kavusamadilar.

'Büyük Hayallerimiz Vardi...'

Kimi Araplar arasinda “altinlari tasiyan adam” olarak anilan Lawrence’in mezari üzerinde bulunan ve 20 mayis 1985’de The Guardian adli Ingiliz gazetesinde yayinlanan “Ihanete ugramis milyonlarca Arap adina” baslikli su not aldanmanin ve aldatilmanin aci ifadesiydi:

“Biz Araplar’in büyük düsleri vardi. Sizin ve yönetiminizin yardimlariyla yalniz Osmanli’dan özgürlügümüzü kazanmakla kalmayip, ayni zamanda 500 yillik isgalden sonra, bir ulus olarak kendi kimlik ve gururumuzu yeniden kazanacagimizi umut etmistik. Heyhat, Lawrence! Ölümünüzden 50 yil sonra, bugün Arap dünyasi savaslarla, komplolarla ve bölünmelerle kayniyor ve gelecegimiz karanlik görünüyor.”

Emperyalistler Osmanli Imparatorlugu’nu tarihe gömdüler ama Ingilizler Serif Hüseyin’e verdikleri sözü de tutmadilar. Islâm alemi lidersiz kaldi. Serif Hüseyin ihanetinin bedelini yine bir ihanetle ödedi. Vahhabiler tarafindan tahttan indirildi.

Amman’da hasta yataginda iken, disarida çalinmakta olan Izmir Marsi’nin odaya girmesini önlemek için pencereyi kapatan ogluna söyle dedigi nakledilir:

“Evlat, o pencereyi niçin kapatiyorsun? Izmir Marsi’nin eski günleri bana hatirlatmamasi için degil mi? Ben velinimetime ihanet etmis asi bir kulum, günahim büyüktür. Kral olacagimi düsündüm. Allah beni sürgüne düsürdü. Hasta olup buraya sigindim. Aç pencereyi de su marsi dinleyeyim. Duydugum vicdan azabinin siddeti, o eski hatiralarin canlanmasi ile büsbütün artsin. Bu dünyada çektigim izdirap ve vicdan azabi büsbütün agirlassin. Ta ki Cenab-i Hak, bu günahkâr kulunu dünyada affederek ahirette, hesap gününde cezadan korusun!”

Kaynak: Semerkand dergisi, 06/2001
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Filistin'deki Islâmi Hareketin Gelisme Süreci ve Bugün Geldigi Nokta

Giris

Filistin'deki Islâmi hareketin kökleri oldukça derinlere dayanir. Bu, Hz. Ömer (r.a.) tarafindan fethedildikten sonra, haçli isgal dönemi disinda, Ingilizlerin o topraklari ele geçirmesine kadar Filistin topraklarina sürekli Islâmi havanin hâkim olmasinin dogal bir sonucudur. Ingiliz isgaline ve onun gölgesinde güç kazanan siyonist teröre karsi mücadele edenler de hep Islâmi anlayis sahipleri olmuslardir. Israil isgal devletinin kurulmasindan sonra Islâmi hareket idare noktalarini ve mücadele karargâhlarini siyonistlerin ele geçirdigi topraklarin disina tasimak zorunda birakildi. Bunda Arap ordularinin siyonist isgalcilerin hareket imkânlarini artirip mücâhitlerin harekât alanlarini daraltmalarinin önemli rolü oldu.

Filistin'de 1948 sonrasinda yeniden filizlenen Islâmi hareketin tohumlari Misir'da Hasan el-Bennâ'nin kurmus oldugu Müslüman Kardesler hareketi tarafindan atilmistir. Imam Hasan el-Bennâ, 1948'de siyonist isgalcilerin çikardigi savasta Filistinli Müslümanlarin yaninda çarpismalari üzere bazi gençlerini cepheye gönderdi. Müslüman Kardesler'e mensup gençler bu savasta birkaç cephede cihad ettiler. Imam el-Bennâ bunun disinda Filistin'e teblig yapmalari üzere de bazi gençleri gönderdi. Hasan el-Bennâ'nin gönderdigi gençler, Filistinli gençleri çesitli askeri kamplarda egittiler ve bu gençler daha sonra Filistin'deki Islâmi hareketin çekirdegini olusturdular.

Bunun yani sira Filistin'de daha önce Ingiliz isgali döneminde yürütülen cihadin ve Islâmi egitim çalismalarinin da 1948 sonrasi Islâmi hareketinin olusmasinda önemli rolü olmustur.

Filistin halki arasinda Islâmi uyanisin hizlanmasi ve gençligin daha çok Islâm'a yönelmesiyle Islâmi hareket halk tabaninda önemli bir güç elde etmistir. Buna paralel olarak Islâmi hareketin isgal karsisinda etkinlik göstermesiyle birlikte bagimsizlik yanlisi gençlerin bu harekete ilgi ve yakinliklari artti.

Isgal altindaki topraklarda 1981'de ortaya çikarilan "Cihad Ailesi" Islâmi harekete mensuptu. Yine 1984'te Gazze bölgesinde ele geçirilen ve Seyh Ahmed Yasin'le bazi arkadaslarinin hapse atilmalarina yol açan silahlar bu hareket mensuplarina aitti. Bütün bunlar Islâmi hareketin gittikçe güçlendigine ve yayildigina isaret ediyordu. Islâmi hareketle ilgili olarak, Israil istihbaratinin hazirladigi raporlarda bu hareket mensuplarinin eylemlerini süratle, dikkatlice ve basariyla gerçeklestirdikleri, Israil istihbarat elemanlarinin harekete ait hücreleri kolay kolay tespit edemedigi ifade ediliyordu.

Islâmi hareket çalismalarini, hayir kurumlari, ögrenci dernekleri, saglik kuruluslari, yardim kurumlari, zekât komiteleri vs. gibi çesitli sosyal kurumlar vasitasiyla da sürdürdü. Bu sosyal kurumlar verdikleri sosyal hizmetlerin yani sira ayni zamanda halki Islâmi yönden suurlandirmaya çalisiyorlardi. Bunun yani sira bu hareketin hareket ve egitim merkezleri genellikle camiler ve mescitler olmustur. Bu yolla camiler ve mescitler ayni zamanda asil fonksiyonuna kavusturulmus oluyordu.

Bunun yani sira üniversitelerde de özellikle ****enli yillarda Islâmi hareket gittikçe güçlenmeye ve etkisini göstermeye basladi. Gazze'deki Gazze Islâm Üniversitesi, bu hareketin bir kalesi haline geldi. Bati Yaka üniversitelerinden el-Halil Üniversitesi'nde en güçlü hareket Islâmi hareketti. Beir Zeit, Necâh ve Beyt Laham üniversitelerinde ise tedrici bir sekilde güçlenmistir.

Islâmi hareket söz konusu üniversitelerdeki faaliyetlerinin yani sira çesitli özel okullar açarak da egitim alaninda agirligini hissettirmeye çalismistir.



Intifadayla Yildizi Parlayan Islâmi Direnis Hareketi (HAMAS)



Kurulusunu Hazirlayan Etkenler

Filistin Islâmi Direnis Hareketi (HAMAS), genelde 1948'deki ilk felaketin ve özelde Haziran 1967 yenilgisinin ardindan Filistin halkinin içine düstügü durumun ve sartlarin dogal bir sonucu olarak ortaya çikmistir. Bu hareketin ortaya çikmasina vesile olan etkenleri iki eksende degerlendirmek mümkündür: a) 1987 yilina kadarki Filistin meselesiyle baglantili siyasi gelismeler b) Filistin'deki Islâmi uyanisin gelismesi ve bunun ****enli yillarin ortasindan buyana geldigi nokta.

a.Filistin Meselesiyle Baglantili Siyâsi Gelismeler Ekseni: Filistin halki, kendisine göre bir ölüm kalim meselesi veya Müslümanlarla siyonistler arasinda süre giden bir uygarlik mücadelesi anlami tasiyan davasinin 1948 felâketinden sonra sadece bir mülteciler meselesine, 1967 yenilgisinden sonra da düsman saldirilarinin geride biraktigi izleri silme, karsiliginda da Filistin topraklarinin üçte ikisinden taviz verme oyununa dönüstügünü görmeye basladi. Bu durum Filistin halkini davasina dört elle sarilmaya yöneltti. Bunun sonucunda da Filistin Kurtulus Örgütü (FKÖ) ve çesitli halk direnis gruplari ortaya çikti.

Ancak Filistin Kurtulus Örgütü'nde kendini gösteren ve sekillenen Filistin devrimi programi ****enli yillarda içten ve distan birtakim yipranmalara ve bozulmalara maruz kaldi. Bu durum söz konusu programin zayif ve etkisiz hâle gelmesine sebep oldu. Yetmisli yillarda Filistin Milli Misaki'nin üzerinde durdugu çözümlerin disinda da birtakim orta çözümlerin kabul edilmesini mümkün gören çesitli degerlendirmeler ortaya konmustu. Bu degerlendirmeler özellikle Camp David anlasmasinin imzalanmasindan, ardindan siyonist yönetimin Güney Lübnan'i ve 1982'de de Beyrut'u isgal etmesinden sonra Filistin tarafinin açik önerileri seklini aldi. 1982 isgali 1967 yenilgisinden sonra Arap kavmi için en yüz karasi olay olmustu. Filistin'in içindeki tarihi direnise ragmen, söz konusu olayda bir Arap baskenti (Beyrut), Araplar tarafindan gelen hiçbir gerçek fiili tepkiyle karsilasilmadan üç ay süreyle isgal altinda tutulmustu. Bu olayin sonucu Filistin Kurtulus Örgütü'nün zayif düsürülmesi ve Lübnan'dan çikarilmasi oldu. Bu sonuç örgüt içindeki siyâsi çözüm yanlilarinin daha da güçlenmelerine yol açti.

Ödün vererek siyâsi çözüm bulma önerileri iki tehlikeli sart içeriyordu. Filistin halki bu sartlari, Hz. Ömer (r.a.) döneminde gerçeklestirilen fethin verdigi ruhla baslattigi cihadinin baslangicindan bugüne kadar sürekli reddetmisti. Bu iki sart da sunlardi:

-Siyonist hâkimiyeti ve onun Filistin topraklari üzerindeki varlik hakkini resmen tanimak,

-Filistin topraklarinin bir kismindan hatta büyük bir kismindan ödün vermek.

Bu sartlar ve onlara dayali öneriler FKÖ'nün ileri gelenlerince kabul görünce silahli mücadele stratejisi de gerilemeye basladi. Buna paralel olarak Arap dünyasinin Filistin davasina verdigi önem de azaldi. Artik bu dava da diger rutin meseleler gibi sadece uluslararasi toplantilarin ve sempozyumlarin gündem dosyalarina konan bir mesele haline geldi.

Iran-Irak Savasi'nin patlak vermesinden sonra gerek uluslararasi platformda ve gerekse Arap dünyasinda Filistin meselesi ikinci derecedeki meseleler durumuna düstü. Buna paralel olarak siyonist yönetimin politikasi daha güçlü ve etkili bir hale gelmeye basladi. Siyonist yönetim artik kendini biraz daha yüksekte görmeye basladi. 1981'de ABD ile Israil arasinda imzalanan stratejik yardimlasma anlasmasinin ardindan ABD'nin bu ülkeye yardim ve desteginin artmasiyla birlikte Israil daha da ileri gitti. Söz konusu anlasmada Golan tepelerinin ilhak edildiginin açiklanmasi ve Irak'in nükleer santrallerinin bombalanmasi da karara baglanmisti.

Uluslararasi alanda ABD etki alanini genisletme ve yaptirim gücünü artirma konusunda hayli ilerleme kaydetmis ve Sovyetler Birligi'ni epey geride birakmisti.

b.Islâmi Uyanis Ekseni: Diger Arap topraklarinda oldugu gibi Filistin'de de Islâmi uyanisin hizli bir sekilde gelistigi ve yayildigi gözlendi. Bu durum Islâmi hareketin hem fikri hem de örgütsel açidan güçlenmesine ve gelismesine imkân sagladi. Bu gelisme hem 1948'de isgal edilmis olan topraklarda hem de Gazze ve Bati Yaka bölgelerinde gerçeklesti.

Filistin'deki Islâmi akim iki sebebe dayanan ciddi bir olumsuzlukla karsi karsiya oldugunu anlamaya basladi. Bu olumsuzlugun kaynagini olusturan iki sebep de sunlardi:

Birincisi: Filistin meselesinin Arap ülkelerinin öncelikli konular listesinin en altina düsmesi.

Ikincisi: Filistin devriminin programinda isgal son buluncaya kadar silahli mücadelenin yerini, Filistin halkina zorla kabul ettirilecek siyâsi bir çözüm arayisinin almasi.

Iste bu iki geri adimin ve siyonist isgalin Filistin halkina lâyik gördügü baskici, gaddar uygulamalarin etkisiyle, disarida degil de Filistin topraklari içinde yasayan Filistin halki arasindaki direnis hamurunun da olgunlasmasiyla birlikte Filistin için cihad anlayisina dayali Islâmi bir programin ortaya konmasi zorunluydu. Bunun ilk tohumlari da 1981'de olusturulan Cihad Ailesi, 1983'te Seyh Ahmed Yasin'in olusturdugu cemaat ve daha baska olusumlarla atilmis oldu.

1987'de Filistin'in kurtulusu için yeni ilkeler üzerine yeni bir program ortaya koymak için sartlar olusmustu. Böylece kurulusunda, Filistin'deki Müslüman Kardesler cemaatinin özel bir rolü olan Filistin Islâmi Direnis Hareketi (HAMAS) ortaya çikti.



HAMAS'in Olusumu

Filistin halkindaki genel suurun ve Filistin'de ortaya çikan Islâmi akimin özel suurunun, ilk temelleri ****enli yillarin basindan itibaren atilmaya baslanan Filistin Islâmi Direnis Hareketi'nin programinin sekillenmesine katkisi olmustur. Bu katkinin sayesinde direnis kollarinin olusturulmasi imkâni dogdugu gibi, 1986'dan itibaren siyonist isgale karsi toplu direnis hareketine baslamak için pratik hazirliklarin yapilmasiyla birlikte Islâmi akimin halk tabani da olusmaya baslamistir. Necâh, Beir Zeit üniversitelerinde ve Gazze Islâm Üniversitesi'nde siyonist isgale karsi gerçeklestirilen ögrenci hareketlerinin, isgale karsi genis çapli bir halk direnisinin ortaya çikmasi için sartlarin olusmasinda katkisi olmustur. Özellikle isgal yönetiminin zâlim tutumlari, baskici uygulamalari, halki ezmeyi amaçlayan metotlari kitlelerdeki tepkinin, isgale karsi durma yönündeki cesaretin artmasina ve direnis ruhunun güçlenmesine yol açmistir.

Cibâliyâ'da bir siyonistin kamyonetiyle Filistinli isçilerin arasina girerek dört kisinin sehid edilmesine yol açmasiyla patlak veren olaylar Filistin halkinin yeni bir cihad dönemine girdiginin ilani anlami tasiyordu. Bu olaydan sonra halkin direnisine öncülük eden ilk hareket Filistin Islâmi Direnis Hareketi olmustur. 14 Aralik 1987 tarihinde, Filistin halkinin baskici siyonist isgalciler karsisindaki cihadinda yeni bir dönemin basladigi duyuruldu. Bu da intifada olarak adlandirilan kutsal halk hareketi dönemiydi.

Intifadanin ikinci ayindan itibaren Hareket periyodik bir sekilde halk kitlelerine hitab eden ve halk direnisini yönlendiren, direnisi sürdürenler için belirli programlar ortaya koyan bildiriler yayinlamaya basladi. Hareket bir yandan da siyonist düsman karsisinda sürdürülmesi gereken mücadelenin mahiyetiyle ilgili görüslerini ve Filistin'in çesitli ulusal meseleleriyle ilgili siyâsetlerini ve tutumlarini ortaya koyan bildiriler yayinlamaya basladi.

Isgal Yönetiminin HAMAS Karsisindaki Tutumu

HAMAS'in etkili bir sekilde ortaya çikmasi siyonist düsmani son derece rahatsiz etti. Dolayisiyla siyonist istihbarat örgütleri HAMAS'in faaliyetlerini ve liderlerini gözetlemek amaciyla bütün organlarini harekete geçirdiler. Isgal yönetimi Agustos 1988'den itibaren kalabalik halk kitlelerinin HAMAS hareketinin boykot çagrilarina uydugunu ve Hareketin bir misakinin yayinlandigini görünce birbirini izleyen tutuklama kampanyalari baslatti. Bu tutuklamalar o tarihten itibaren Hareketin mensuplarini ve destekçilerini hedef aliyordu.

Bu harekete karsi ilk genis çapli tutuklama kampanyasi Mayis 1989'da baslatildi. Bu kampanyada Hareketin kurucu önderi ve sembolü durumundaki Seyh Ahmed Yâsin de tutuklandi. Ancak bu baski uygulamalari HAMAS'in baslattigi mücadeleyi durduramadi. Aksine zaman içerisinde hareketin direnis metotlari gelisti. 1989 kisindan itibaren siyonist askerlerin rehin alinmasi ve isgal kuvvetlerinin askerlerine biçakla saldirilar düzenlenmesi de direnis eylemleri arasina girdi. Aralik 1990'dan itibaren büyük bir tutuklama kampanyasi daha baslatildi. Isgal kuvvetleri bu tarihte hareketin ileri gelenlerinden ve liderlerinden dört kisiyi sinir disi etti. Ayrica sadece bu harekete mensup olmayi bile agir cezalarla cezalandirilmayi gerektiren suç saymaya basladi.

Silahli Mücadelenin Baslatilmasi

HAMAS, 1991 sonunda Izzettin Kassam Birlikleri adiyla askeri kanadini kurdugunu açiklamasiyla birlikte yeni bir tutum içine girdi. Bu gelismenin ardindan düsmana agir kayiplar verdiren çesitli askeri eylemler gerçeklestirmeye basladi. Üstelik düsman, eylemleri gerçeklestiren mücahitlerin üslendigi yerleri belirleyemiyordu.

Tolidano operasyonundan sonra siyonist yönetim HAMAS'a karsi son derece insafsiz bir tutuklama kampanyasi baslatti. Rabin, bu hareketi cezalandirmak amaciyla HAMAS'in ileri gelenlerinden 415 kisiyi sürgün etme karari aldi. Bu, ilk toplu sürgün karari oluyordu.

HAMAS'in Siyâsi Kimligi

Filistin Islâmi Direnis Hareketi, Filistin topraklarinin tamaminin kurtulusu için mücadele eden ve kurtulusun gerçeklesmesi için tek yol olarak cihadi gören bir halk hareketidir. Temel dayanak olarak Islâm'in ilkelerine ve fikhi esaslarina dayandigini bildirmistir. Bir parti örgütü veya dar tabanli bir grup çalismasi degil, genis tabanli bir halk hareketidir.

Mücadeleye Bakisi

HAMAS Filistin'deki Müslümanlarla ve genelde Araplarla siyonistler arasindaki mücadelenin bir uygarlik ve varlik mücadelesi olduguna inanmaktadir. Ona göre bu mücadeleyi hazirlayan sebepler ortadan kalkmadan bu mücadelenin son bulmasi mümkün degildir. Sebeplerin basta geleni ise siyonistlerin Filistin topraklarina yerlestirilmesidir. HAMAS siyonistlerin bölgeyi vatan edinme çabalarinin önüne geçmenin ancak genis çapli bir cihadla mümkün olabilecegine ve silahli mücadelenin de bu cihadin temel unsuru olduguna inanmaktadir.

HAMAS siyonist düsman karsisinda verilecek mücadeleyi yönetmenin en güzel yolunun kalabalik halk kitlelerini cihad bayragini tasimaya, mümkün olan her yolla siyonist varliga karsi savasmaya yöneltmek, özelde Arap toplumlarini ve genelde bütün Islâm ümmetini ayaga kaldirmak suretiyle düsmana karsi topluca mücadele edilmesi için gereken sartlari olusturmak, mücadele atesini her zaman alevli tutmak, mevcut enerjileri harekete geçirmek ve devreye sokmak suretiyle kuvvet üstünlügü için gereken sebeplere basvurmak, hareket ve siyâsi karar birligi saglamak oldugu görüsündedir. Ona göre, Filistin'in kutsalligina ve onun Islâm'daki yerine inanarak, siyonistlerin Filistin'le ilgili projelerinin tehlikesini kavrayarak bu belirtilenler gerçeklesinceye kadar çaba harcamak gerekir. HAMAS Filistin topraginin en ufak bir parçasindan bile taviz verilmesinin veya onun üzerindeki siyonist isgali mesru görmenin caiz olmadigina, Filistin halkinin ve onlarin disindaki tüm Müslümanlarin, siyonistleri geldikleri gibi Filistin'den çikmaya zorlamak için savasmak üzere gerekli hazirliklari yapmalarinin gerektigine inanmaktadir.

Genel Stratejisi

HAMAS, siyonist isgalciler karsisinda verecegi mücadelesinde izleyecegi stratejinin genel özelliklerini su sekilde belirlemistir:

1.Siyonistlerin Filistin'e yerlesme çabalarinda ilk hedef Filistin halkidir. Dolayisiyla isgalciler karsisinda verilecek mücadelede en agir yük de bu halkin üzerindedir. Bu itibarla gasbedici düsman karsisindaki direnis ve mücadele için bu halkin sahip oldugu gücü öncelikle devreye sokmak gerekir.

2.Düsmana karsi direnis alani Filistin'dir. Diger Islâm topraklari ise Filistin'deki halka yardim ve destek alanlaridir. Özellikle bu alanlardan verilecek yardim ve desteklerin siyasi alanda, iletisim alaninda ve mali alanda yogunlasmasi gerekir. Siyonist düsmana karsi verilecek fiili mücadelenin ise çaglar boyunca sehitlerin temiz kanlariyla sulanmis olan kutsal Filistin topraklarinda yürütülmesi gerekir.

3.Filistin'de düsmana karsi verilecek mücadelenin ve direnisin zafere ve o topraklarin kurtarilmasina kadar sürmesi gerekir. Düsman karsisindaki direniste yapilabilecek en üstün sey ise Allah yolunda cihaddir.

4.Siyasi çalisma siyonist düsman karsisinda yürütülecek mücadele tarzlarindan biridir. Bu çalismanin amaci da Filistin halkinin siyonist düsman karsisindaki cihad ve direnisine destek saglamak, onun ve bütün Müslüman halklarin güçlerini Filistin davasina destek için devreye sokmak, Müslümanlari Filistin halkinin haklarini savunmalari ve hakli davasini dünya kamuoyunun önüne koymalari için harekete geçirmektir.

Genel Görüs ve Tavirlari

1.HAMAS, degisik görüs ve düsüncelerle, siyonist isgal karsisindaki ulusal Filistin direnisinin faaliyet alaninin genisledigine inanmaktadir. Ayni sekilde buradaki ulusal faaliyetlerde birligi saglamanin bütün gruplarin, güçlerin ve çalisanlarin gerçeklestirmesi gereken bir amaç olduguna, bu amaca ulasmak için çalismak gerektigine inanmaktadir.

2.Filistin alaninda faaliyet yürüten bütün güçlerle, gruplarla ve çalisanlarla isbirligi ve organizasyon içine girmek için çaba harcamaktadir. Bu konuda: "Üzerinde görüs birligine vardigimiz konularda yardimlasir, görüs ayriligina düstügümüz konularda ise birbirimizi mazur görürüz" ilkesini esas almaktadir.

3.Filistin'de ortak bir ulusal faaliyetin güçlendirilmesi için çaba harcamakta ve yürütülecek ortak faaliyetin uslubunun Filistin'in kurtarilmasi için çalisma ve siyonist düsmanin hâkimiyetini tanimama yahut ona Filistin'in hiçbir parçasi üzerinde varlik hakki vermeme ilkesine dayanmasinin gerektigini düsünmektedir.

4.Ulusal faaliyet alanindaki degerlendirmelerde ne kadar büyük görüs ayriliklari ortaya çiksa da, kisisel görüsler ne kadar birbirinden farkli olsa da, hangi sartlarda ve hangi gerekçeyle olursa olsun, tartismalari önlemenin veya görüs ayriliklarini çözmenin zorunluluguna yahut kendi görüs ve degerlendirmelerini kabul ettirmek için güç ve silah kullanma yoluna gidilmemesi gerektigine inanmaktadir.

5.Islâmi cemaatleri ve faaliyet gruplarini birlestirmeye öncelik vermekte ve bu gruplar arasindaki ortak degerlerin ayrilmaya sebep olan etkenlerden çok daha fazla olduguna inanmaktadir.

6.Filistin halkinin haklarini, herhangi bir din, soy ve grup ayrimina gitmeden savunmaktadir. Filistin halkinin topragini ve vataninin kurtulusunu savunurken degisik grup ve kollariyla bu halkin tümünün hakkini kabul etmekte ve Müslümanlariyla hiristiyanlariyla Filistin halkinin tek bir halk olduguna inanmaktadir.

7.Siyasi meselelerdeki farkli tutumlarin ancak, Filistin halkinin baskici siyonist isgalciler karsisindaki direnis ve mücadelesine destek vermege hazir olan taraflardan biriyle baglanti kurulmasi ve yardimlasilmasi yoluyla giderilecegine inanmaktadir.

8.Islâm ümmetinin birligine inanmakta, bu birligin saglanmasi yolunda sarf edilen bütün çabalari desteklemektedir.

9.Dini inancina, ulusal kimligine ve siyâsi yapisina bakmaksizin bütün yönetimlerle, siyasi partilerle ve uluslararasi güçlerle diyalogun önemine inanmaktadir. Ona göre, bunlardan biriyle, Filistin halkinin hakli davasina ve onun mesru haklarini elde etme çabasina destek olmak, yahut siyonist isgalcilerin tutumlari, Filistin halkina reva gördügü insanlik disi baski uygulamalari hakkinda dünya kamuoyunu bilgilendirmek amaciyla yardimlasmaya girmek için herhangi bir engel söz konusu degildir.

10.Filistin halkinin vataniyla ve topragiyla ilgili haklarini, vatanini isgalden kurtarincaya kadar cihad ve kendi gelecegini belirleme gibi mesru haklarini elinden almadigi veya bu haklarina ters düsmedigi sürece uluslararasi örgütlerin ve heyetlerin Filistin davasiyla ilgili kararlarina saygi duyacagini bildirmektedir.

11.Siyonist isgale karsi mücadele alanini Filistin'den buranin disinda bir baska alana tasima niyetinde olmadigini bildirmektedir.

12.Ülkeleri, uluslararasi örgütleri ve heyetleri, uluslararasi bagimsizlik hareketlerini Filistin halkinin hakli davasinin yaninda yer almaya, siyonist isgalcilerin izledigi, her türlü uluslararasi kanunlara, kurallara, insan haklarina aykiri baski politikalarini kinamaya, Filistin topraklari ve Filistinlilerin kutsal degerleri üzerindeki haksiz isgale son vermesi için siyonist yönetime baski yapmaya çagirmaktadir.

Filistinlilere Yönelik Stratejisi

HAMAS, isgal kuvvetlerine karsi direnise ve isgalci askerleri zor durumda birakmaya önem verirken Filistinlilerin cephesinde de birligin korunmasi için büyük çaba harcadi. Bu çabalariyla, Filistinliler arasinda fitne çikarmayi, onlari kendi aralarinda bir kavgaya sürüklemeyi amaçlayan pek çok ugrasiyi bosa çikardi.

Baris Görüsmeleri Karsisindaki Tavri

FKÖ liderleri, 1991 Ekim'inde gerçeklestirilen Madrid Konferansi'yla birlikte, Filistin davasi aleyhine bir temel üzere kurulan uzlasmacilik yoluna girince HAMAS da bütün halk kitlelerini bu uzlasmaci tutuma karsi tavir sergilemeye çagirdi. Bunun sonucunda on Filistinli grup arasinda söz konusu tavira karsi bir isbirligi anlasmasi yapildi. Arkasindan Filistinli Güçler Birligi anlasmasi saglandi.

Siyâsi Çözüm Konusundaki Tutumu

HAMAS siyasi çözüm konusundaki tutumunu belirlerken iki etkene dayanmaktadir:

Birincisi: Siyonizmin kimligi, onun, kaynagini Tevrat, Telmud ve siyonist hareketin kurucularinin yazilarindan alan fikri arka plani hakkindaki bilgilere dayanan degerlendirmesi. Bu degerlendirmeye göre siyonistler vaadedilmis topraklar hurafesine, kendilerinin Allah'in seçilmis halki olduklari inancina, topraksiz halk - halksiz toprak ilkesine ve Büyük Israil düsüncesine sikica sarilmaktadirlar. Bunun yani sira 1949 anlasmasinda, 1978'de imzalanan Camp David anlasmasinda, 1993'te FKÖ ile siyonist düsman arasinda gerçeklestirilen ilkeler beyâninda ve daha baska anlasmalarda hileye basvurulduguna ve siyonizmin gerçek yüzünün gizlendigine inanmaktadir. Siyonist düsmanin siyâsi çözümler yoluyla, isgal ettigi topraklari genisletme ve oralara yerlesme planini gerçeklestirme yolunda yeni bir merhaleye giris projesini devreye sokmak istedigi inancindadir.

Ikincisi: Kaynagi ne olursa ve ne gibi maddeler içerirse içersin siyâsi çözümün siyonist düsmana Filistin topraklarinin çogu üzerinde varlik hakki taniyacagi inanci. Böyle bir seyse milyonlarca Filistinlinin yurtlarina geri dönmeleri imkâninin tamamen ortadan kaldirilmasi; ayni zamanda Filistin topraklarinin tamami üzerinde Filistinlilerin kendi yasayis tarzlarini belirleme, bagimsiz devletlerini ve ulusal kurumlarini kurma haklarinin bütünüyle ellerinden alinmasi anlami tasiyacaktir. Buna yol açmak ise bütün uluslararasi ve insani degerlere, ilkelere ve geleneklere aykiri oldugu gibi Islâm fikhi açisindan da yasak edilmis fiiller arasina girer. Dolayisiyla böyle bir seyi kabul etmek caiz degildir. Filistin topragi kutsal bir Islâm topragidir. Siyonistler burayi baski yoluyla gasbetmislerdir. Müslümanlarin burayi geri almak ve isgalcileri oradan çikarmak için cihad etmeleri farzdir.

Iste bu sebeplerden dolayi HAMAS, siyâsi çözüm planlarini, Filistin meselesinin baris görüsmeleri yoluyla çözüme kavusturulabilecegi görüsünü ve bu görüs dogrultusunda ortaya atilan tüm planlari reddetmistir. HAMAS bugüne kadar ortaya atilmis olan siyâsi çözüm planlarinin en tehlikelisinin de, 13 Eylül 1993'te FKÖ ile siyonist yönetim arasinda Vasington'da imzalanmis olan Gazze-Eriha anlasmasi ve taraflarin karsilikli olarak birbirlerini tanimalarini öngören vesika (Oslo Ilkeler beyannamesi) olduguna inanmaktadir. Ona göre bunun tehlikesi sadece, siyonist düsmana Filistin topraklarinin tamami üzerinde hâkimiyet hakki taniyan içeriginden ve siyonist yönetimle Arap ülkeleri arasinda uzlasmaya kapi açmasi dolayisiyla siyonistlerin bölgeye hâkimiyet elini uzatmasina imkân saglamasindan kaynaklanmiyor. Ayni zamanda, Filistin halkini gerçek anlamda temsil hakkina sahip olmamasina ragmen Filistin tarafi diye ortaya çikan bir grubun buna muvafakat etmesi ve razi olmasi açisindan da tehlike arz etmektedir. Çünkü bu, Filistin dosyasinin kapatilmasi ve Filistin halkinin kendi mesru haklarini isteme yahut bu haklarini elde etmek için mesru yollara basvurma imkânindan mahrum edilmesi anlami tasimaktadir. Buna ek olarak Filistinlilerin çogunun kendi vatanlarinda ve topraklarinda yasama imkânlarinin ellerinden alinmasi anlami da tasimaktadir. Bütün bunlarin doguracagi sonuçlar sadece Filistin halkini etkilemekle kalmayacaktir. Aksine bütün Arap toplumlarini ve diger Islâm toplumlarini da etkileyecektir.



Islâmi Hareketin Bir Diger Kanadi: Islâmi Cihad Hareketi



Filistin'deki Islâmi mücadelenin bir diger kanadi durumundaki Islâmi Cihad Hareketi veya bir diger adiyla Filistin'in Kurtulusu Için Islâmi Cephe Dr. Fethi Sikâki'nin öncülügünde 1986 yilinda kurulmustur. Daha önce Islâmi anlayislari dolayisiyla el-Fetih'ten ayrilan bazi gruplar, Islâmi Cihad Hareketi'ne katilmislardir. Ayrica 1970'li yillarda Müslüman Kardesler'in Filistin kanadi niteligi tasiyan ve "Islâmi Hareket" adiyla faaliyet yürüten kitleyle ayriliga düserek bu hareketten ayrilmis olan Abdulaziz Udeh de Islâmi Cihad Hareketi'ne katilmistir. Hareketin kurucusu Dr. Fethi Sikâki kendisi de Islâmi Hareket'le bazi konularda ihtilafa düserek ayrilanlardandi. Sikaki ve Udeh hareketin kurulus merhalesinde iki lider konumunda olmuslardir.

Islâmi Cihad Hareketi, en çok Gazze bölgesinde teskilatlanmistir. Bununla birlikte Bati Yaka bölgesinde de az sayida da olsa taraftar edinebilmistir.

Islâmi Cihad Hareketi'nin kuruculari ideolojik yapilanmalarinda en çok Imam Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub ve Izzettin Kassam'in fikirlerinden etkilenmislerdir. Imam Hasan el-Bennâ'nin Islâm dünyasinda yeniden dirilis hareketini baslatmis önemli bir lider oldugunu, Seyyid Kutub'un da fikirleriyle ümmeti karsi karsiya oldugu sapmalara karsi uyardigini ve inanç konusunda aydinlattigini söylüyorlardi. Ancak Müslüman Kardesler'de Imam Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutub'dan sonra fikri bir degisim sürecinin basladigini ileri sürüyorlardi.

Islâmi Cihad hareketi kurulus merhalesinde Iran devriminden de etkilenmistir. Hatta hareketin kurucularinin basinda gelen ve sehid edildigi tarihe kadar da liderligini yürüten Dr. Fethi Sikâki, Iran'da Imam Humeyni'nin öncülügünde genis tabanli bir halk hareketinin basladigi dönemde: "Humeyni, Islâmi Çözüm ve Alternatif" adli bir kitap yazmistir. Sikaki kendisinin bu kitabi Iran devriminden önce yazdigini ifade etmistir. Ancak kitap Iran'da Müslümanlarin yönetimi ele geçirmelerinden sonra piyasaya çikmistir.

Islâmi Cihad Hareketi ve Filistin Davasi

Islâmi Cihad Hareketi, Filistin davasini ümmetin temel davasi olarak görmekte ve Filistin sorununun öncelikle çözülmesi gerektigine inanmaktadir. Ancak çözüm konusunda basvurulmasi gereken yolun baris görüsmeleri metodu degil isgale karsi dogrudan mücadele metodu oldugu görüsünü savunmaktadir. Bunun yani sira Filistin topraklarinin bir bütün oldugu ve hiçbir parçasindan taviz verilemeyecegi, Israil'in bu topraklar üzerindeki varliginin tamamen gayri mesru oldugu inancindadir. Bütün bu temel konularda HAMAS'la ayni düsüncelere sahiptir.

Islâmi Cihad'in kurucularindan Abdulaziz Udeh söyle diyordu: "Ben Filistinli bir Müslümanim ve Filistin'i Islâm dünyasinin en önemli yurt parçasi olarak görüyorum. Bu topraklar üzerinde bir Islâm devletinin kurulmasini ümit ediyorum." Islâmi Cihad'in diger ileri gelenleri de Filistin yarasinin Islâm dünyasinin kalbinde ortaya çikmis bir yara oldugunu dile getirmislerdir.

HAMAS gibi Islâmi Cihad Hareketi de Filistin sorununun ulusal bir sorun degil temel Islâmi bir sorun oldugu dolayisiyla sadece Filistinlileri degil bütün Islâm ümmetini ilgilendirdigi görüsünü savunmaktadir. Dolayisiyla bu sorunun çözümü ümmet suuruyla verilecek bir mücadeleyle ve Israil isgalinin tamamen ortadan kaldirilmasiyla mümkün olabilecektir.

Islâmi Cihad Hareketi de Israil isgal rejiminin mesrulastirilmasini saglama amacina yönelik görüsmelere basindan itibaren karsi çikmistir.

Islâmi Cihad'in Intifada Öncesindeki Eylemleri

Islâmi Cihad Hareketi'nin kurulus merhalesinde bu hareketle Müslüman Kardesler'in Filistin kolunu olusturan "Islâmi Hareket" arasindaki ayriligin temel noktasini askeri eylemlere geçis konusu olusturuyordu. Islâmi Cihad mensuplari askeri eylemlere derhal geçilmesi gerektigini, Islâmi Hareket ileri gelenleri ise bunun için henüz erken oldugu dolayisiyla egitim çalismalarina agirlik verilmesi gerektigini savunuyorlardi. Islâmi Cihad Hareketi'ni kuranlarin böyle ayri bir olusum olusturmalarinda birtakim fikri ayriliklarin yani sira bu konunun da önemli etkisi olmustu. Bundan dolayi Islâmi Cihad mensubu gençler hareketin ortaya çikmasindan kisa bir süre sonra fiili eylemleri baslattilar. Bu dönemde gerçeklestirilen askeri eylemlerden bazilari sunlardir:

* 15 Ekim 1986'da Kudüs'te Magribliler kapisi yakininda Israil askerlerinin üzerine üç el bombasi atilmasi eylemi. Askerlerin Aglama Duvari etrafinda bir tören düzenledikleri sirada gerçeklestirilen bu eylemde yetmis asker yaralandi, ayrica askerlerden birinin babasi hayatini kaybetti.

* 25 Mayis 1987'de Galil Celusi adinda bir siyonist Gazze'nin Suca'iyye mahallesinde Islâmi Cihad mensubu mücâhidlerin kursunlariyla öldürüldü.

* 2 Agustos 1987'de Gazze Merkezi Cezaevi'nden kaçan Islâmi Cihad Hareketi mensubu alti mücâhid Israil askeri polisinin komutanlarindan Kaptan Ron Tal'i öldürdüler.

* 16 Agustos 1987'de mücâhidler tarafindan bir Israil aracinin taranmasi sonucu iki yolcu yaralandi.

* 6 Ekim 1987'de Gazze'nin Suca'iyye mahallesinde Islâmi Cihad mensubu dört mücâhidle Israil askerleri arasinda çikan çatismada bir Israil subayi öldürüldü. Çatismada söz konusu dört mücâhid de sehid oldu.

Hareketin o dönemde bunlarin disinda da bazi eylemleri oldu.

Intifada ve Islâmi Cihad Hareketi

Islâmi Cihad Hareketi, intifada öncesinde de birtakim eylemler gerçeklestirdiginden mensuplarini bu halk hareketine hazirlamis durumdaydi. Bu hareketin gerçeklestirdigi eylemler ayni zamanda Filistinli halkin da takdirini kazanmis, dolayisiyla halkla Islâmi Cihad arasinda bir sevgi ve yakinlik bagi olusmustu. Hatta Islâmi Cihad mensubu alti mücâhidin Israil hapishanelerinden kaçmasi ve hiçbirinin Israil kuvvetleri tarafindan yakalanamamasi halk nezdinde olumlu yankilara vesile olmustu. Halk bu hareketin intifada öncesinde gerçeklestirmis oldugu eylemlere destegini çesitli vesilelerle gündeme getirmisti.

Intifadanin baslamasindan sonra Islâmi Cihad Hareketi de kendisini bu genis çapli halk hareketinin içinde buldu. Çünkü onun gayeleriyle intifadanin gayeleri arasinda bir fark yoktu. Bundan dolayi Islâmi Cihad Hareketi mensuplari intifadaya ilk katilanlar arasinda yer aldilar. Baslangicinda intifadaya ilk katilanlar arasinda yer aldiklari gibi sonrasinda da bu halk hareketinin devami için en çok çaba harcayanlardan olmuslardir. Ancak bu hareketin mücâhidlerinin intifada da etkin rol oynamaya çalistiklarini gören Israil isgal rejimi harekete büyük darbeler vurabilmek için yogun bir seferberlik baslatti. Bu, Hareket'in mücadeledeki etkinligini olumsuz yönde etkiledi. Özellikle fiili egitimden geçmis elemaninin azliginin da bunda rolü oldu.

Intifada süresince Islâmi Cihad Hareketi de HAMAS gibi bildiriler dagitarak halki bilinçlendirmeye ve isgal karsisindaki mücadelelerini sürdürmeleri için çagrilarda bulunmaya çalisti.

Intifadanin baslamasindan yaklasik kirk gün sonra ortaya çikan ve FKÖ'nün öncülügünde olusturulan Birlesik Yönetim'e HAMAS gibi Islâmi Cihad da girmedi. Ancak bu yönetimin programlarina ters ve sürtüsmeye yol açabilecek herhangi bir hareket içine de girmedi.

Son yillarda gerçeklestirilen istishadi eylemlerin bazilarini Islâmi Cihad mensubu mücâhidler gerçeklestirmislerdir. Bunun yani sira Israil askerlerine yönelik biçakli ve bombali saldirilarin bazilari da bu hareketin mensuplarinca gerçeklestirilmistir.

Isgal yönetiminin intifada karsisinda baski uygulamalarinda Islâmi Cihad Hareketi'nin mensuplari da hedef alindi. Ayrica hareketin bazi ileri gelenleri Israil ajanlari tarafindan faili meçhul cinayetlerde sehid edildiler. Hareketin Gazze'deki lideri Hâni el-Abid 2 Kasim 1994 tarihinde MOSSAD ajanlarinin düzenledigi bir faili meçhul cinayette sehid edildi. Yine Gazze'deki ileri gelenlerinden olan Mahmud Arafat Ibrahim Havaca da 22 Haziran 1995 sabahi bir baska suikastla sehid edildi.

HAMAS - Islâmi Cihad Iliskileri

HAMAS'la Islâmi Cihad arasindaki ayrilik inançla veya ideolojik ilkelerle ilgili bir temele dayanmaz. Ayriliklar birtakim temel ilkelerin yorumlanmasi ve yapilacak faaliyetlerde nelere öncelik verilecegi konusundadir. Islâmi Cihad'in kuruculari, Müslüman Kardesler'in kurucusu Imam Hasan el-Bennâ'yi örnek bir önder, yeniden Islâm'a dönüs hareketinin temel ilkelerini belirleyen bir sembol olarak kabul ediyor, ancak Müslüman Kardesler'de daha sonra onun fikirlerini yorumlama konusunda yanlisliklar yapildigini ileri sürüyorlardi. Ayrica Islâmi Cihad'in kuruculari fiili mücadeleye öncelik verilmesi fikrini savunuyorlardi. Bunun yani sira Müslüman Kardesler'in Islâmi kavramlari ve degerleri topluma tedrici bir sekilde kabul ettirerek genis bir kitle tabani hazirlama metodunu benimsemediklerini, bunun yerine devrimci metoda agirlik verilmesi gerektigini savunuyorlardi. Ancak bu ve benzeri görüs ayriliklari bu iki hareket arasinda herhangi bir fiili sürtüsmeye ve kavgaya yol açmamistir.

HAMAS'la Islâmi Cihad arasindaki iliski hakkinda, HAMAS resmi sözcüsü Ibrahim Gose'nin yaptigi su açiklamayi vermekte yarar görüyoruz: "Islâmi davet ve cihad yolunun bir oldugunda süphe yoktur. Çünkü Islâm hem bir inanç sistemidir hem de cihaddir. Gerçekte Islâmi hareket de bu iki temele göre hareket etmektedir. Bölgesel veya dis güçlerin baskilarini artirmalarindan kaynaklanan zor sartlarda bile bu iki temele göre hareket eder. Islâmi Cihad Örgütü'nün de HAMAS'in da ana Islâmi hareketten dogdugu bir gerçektir. Sahneye çikmalarinin degisik zamanlarda olmasi ise mücadeleyi baslatma konusundaki degerlendirmelerinin farkliligindan ileri gelmektedir. Islâmi Cihad Örgütü yapilmasi gereken isler siralamasinda fiili cihadi birinci siraya koyuyordu. HAMAS ise egitim, hazirlik ve uygun sartlari gözetmenin fiili cihaddan önce geldigi kanaatini tasiyordu. Bu konuda farklilik söz konusu olsa da bugün her iki hareket de ayni merhalenin içerisindedir. Bu iki hareketin birlestirilmesi için uzun süreden beri ciddi çalismalar yürütülmektedir. Birkaç merhaleden sonra organizeli çalisma baslatilacak sonra ortak cephe hareketine geçilecek sonra Allah'in izniyle tam bir birlesme saglanacaktir."

2 Nisan 1995'te Gazze'nin Seyh Ridvan mahallesinde bir suikast sonucu sehid edilen HAMAS mensubu 6 kisinin sehid edilmesi üzerine hem HAMAS'in Izzettin Kassam birliklerine mensup mücâhidlerin, hem de Islâmi Cihad Hareketi mücahidlerinin intikam eylemleri düzenlemeleri de bu iki hareket arasinda siki münâsebetlerin ve dayanismanin oldugunu gösteriyordu. Bu iki hareket zaman zaman çesitli sosyal kurumlarda ve üniversitelerdeki ögrenci meclislerinin belirlenmesinde ortak listeler göstermektedirler. Örnegin Arap Muhasebeciler ve Hukuk Danismanlari Dernegi'nin seçimlerinde Islâmi Hareket listesi adiyla ortak bir liste gösterildi. Bunun örnekleri çogaltilabilir. Islâmi Cihad lideri Dr. Fethi Sikâki'nin sehid edilmesi üzerine HAMAS tarafindan yayinlanan bildiride su ifadelere yer verilmisti: "Biz Filistin Islâmi Direnis Hareketi olarak her bakimdan Islâmi Cihad Hareketi'ndeki kardeslerimizin yaninda oldugumuzu vurgularken, Fethi Sikâki (rh. a.)'nin sehid edilmesinin, Prof. Dr. Musa Ebu Merzuk'un ABD zindanlarinda tutulmasinin ve siyonist düsmanin binlerce insanimizi, halkimizin ileri gelenlerini tutuklamasinin ayni planin birer parçalari olduguna dikkat çekiyoruz. HAMAS, bu çirkin cinayete karsi da, cihad ve sehadet yolunu izlemeye devam edecegini, alternatifi olmayan direnis ve mücadele yolunda ilerleyecegini bir kez daha vurgulamaktadir."

Gerçekten bir kusun iki kanadi gibi Filistin cihadinin iki kanadini olusturan bu iki hareket arasinda gipta edilecek bir dayanismanin oldugu göze çarpmaktadir. Bundan dolayidir ki, siyonist isgal yönetiminin ve onun güdümündeki birtakim ihanet çevrelerinin bütün fitne çabalari daha ilk adimindan itibaren dumura ugramistir.

Islâmi Cihad'in FKÖ Ile Iliskileri

Islâmi Cihad, intifada öncesinde el-Fetih disindaki FKÖ gruplariyla dogrudan bir isbirligi veya siki iliski içine girmemistir. Islâmi Cihad mensuplari FKÖ içindeki laik ve özellikle marksist gruplardan uzak durmaya çalisiyorlardi. Islâmi Cihad, FKÖ'nün Filistin topraklari üzerinde laik ve demokratik bir devlet kurma hedefini Filistin'in tarih boyunca tasidigi Islâmi kimlige ters bir hedef olarak gördügünü dile getiriyordu. Bununla birlikte FKÖ'yle veya bu örgüte bagli gruplardan herhangi biriyle fiili sürtüsmeye girmekten de kaçiniyordu.

el-Fetih'in kurulusunda bazi Islâmi anlayis sahipleri de bulunmuslardi. Bu kisilerin birçogu uzun süre bu hareketin içinde kalmislardir. Bu yüzden Islâmi Cihad'la FKÖ gruplarinin basta gelenlerinden olan el-Fetih arasinda daha özel bir iliski vardi. Bunda el-Fetih'in, özellikle Madrid görüsmeleri süreci öncesinde, Filistin davasiyla ilgili fikirlerinin ve önerilerinin Islâmi Cihad'la HAMAS'in fikir ve önerilerine yakin olmasinin da etkisi vardi. Ancak yine de ideolojik platformda bir ayrilik vardi ve Islâmi Cihad bu açidan zaman zaman el-Fetih'i tenkid ediyordu. Islâmi Cihad, el-Fetih'in kurulusunda Islâmi etkenlerin önemli rol oynadigini söylüyor ve bu örgütü vakit kaybetmeden yeniden Islâmi kimligine dönmeye çagiriyordu. Öte yandan el-Fetih tarafindan da Islâmi Cihad'a yakinlik gösterenler ve bu hareketin fiili eylemlerine destek verilmesini isteyenler olmustur. Bunlar arasinda Tunus'ta MOSSAD ajanlari tarafindan düzenlenen bir suikastta öldürülen Ebu Cihad (Halil el-Vezir)'in adini anabiliriz.

Islâmi Cihad ve Baris Görüsmeleri

Islâmi Cihad esas itibariyle Filistin davasiyla ilgili olarak bir uluslararasi kongrenin toplanmasina karsi degildi. Ancak siyonist isgal rejiminin resmen taninmasina ve bu rejimle anlasmaya gidilmesine karsi çikmistir. Bundan dolayi FKÖ'nün BM'in 242 sayili kararini tanidigini açiklamasi üzerine yayinladigi bildirisinde FKÖ'yü bu hareketinden dolayi siddetle tenkit etmistir. Islâmi Cihad'in bu konudaki tutumu HAMAS'in tutumuyla aynidir.

Islâmi Cihad'in Ilk Lideri Dr. Fethi Sikaki

Filistin Islâmi Cihad Hareketi'nin kurucularindan olan ve sehid edilmesine kadar liderligini yapan Dr. Fethi Sikâki 1952'de Filistin'in Gazze bölgesinde bulunan Rafah mülteci kampinda, Remle'den buraya iltica etmis olan bir Filistinli ailede dünyaya geldi. Ilk ve orta ögrenimi dogum yeri olan Rafah'ta tamamladiktan sonra 1968'den itibaren Bati Yaka bölgesinde bulunan Beir Zeit Üniversitesi'nde ögrenim görmeye basladi. Buradan mezun olduktan sonra Kudüs'te dört yil süreyle ögretmenlik yapti. 1974'te tip ögrenimi görmek üzere Misir'a gitti ve burada Zekâzik Üniversitesi'nde tip ögrenimi gördü. Buradaki ögrenimi sirasinda, Fethi Abdulaziz müstear adiyla yazdigi "Humeyni, Islâmi Çözüm ve Alternatif" adli kitabi yüzünden bir süre hapiste yatti. 1980'de buradan mezun olarak Kudüs'e döndü ve doktor olarak çalismaya basladi. 1983'te isgal yönetimi tarafindan tutuklandi ve bir yil hapiste kaldi. 1986'da yeniden tutuklandi ve dört yil hapis cezasina çarptirildi. Ancak 1988'de Lübnan'a sürgün edildi. Orada bir yil kaldiktan sonra Suriye'nin baskenti Sam'a yerlesti.

Dr. Fethi Sikaki, Filistinlilerin sinir disi edilmesi isleminin durdurulmasi için Kaddafi'yle görüsmede bulunmak üzere gittigi Libya'dan dönerken ugradigi Malta adasinda, 26 Ekim 1995 tarihinde, Israil rejiminin cinayet sebekesi MOSSAD'in parali katilleri tarafindan sehid edildi. Sikaki, Kudüslü bir hanimla evliydi ve dört çocuk sahibiydi.

Dr. Fethi Sikâki'nin sehid edilmesinden sonra Filistin Islâmi Cihad Hareketi'nin liderligine Ramazan Abdullah Sallah getirildi.



1948 Topraklarindaki Islâmi Hareket

Toprak Hakkinda

Siyonistler Filistin topraklarinin bir bölümünü 1948'de bir bölümünü de 1967 Hazirani'nda isgal ettiler. BM teskilati daha sonra 1948'de isgal edilen kismi "Israil" olarak kabul etti. Israil isgal yönetimi de 1948'de isgal edilen topraklarla 1967'de isgal edilen topraklar arasina "yesil hat" adini verdigi bir sinir koydu.

Insanlarin Statüsü

1948'de isgal edilen topraklarda yasayan Filistinlilere isgal rejimi tarafindan Israil kimligi ve pasaportu verilmekte, bu itibarla onlar "Israil vatandasi" olarak gösterilmektedir. Dolayisiyla bu kesimdeki Filistinlilere Israil seçimlerinde de seçme ve seçilme hakki taninmaktadir. 1967 topraklarinda yasayan Filistinlilere "özerk yönetim vesikasi" adiyla bir kimlik ve pasaport verilmektedir.

Kudüs'ün Durumu

Kudüs'ün bati kesimi 1948'de dogu kesimi 1967'de isgal edildi. Ancak Israil isgal rejimi BM'in bu sehirle ilgili kararlarini tanimayarak Dogu Kudüs'ü de güya "kendi topraklari (!)" olarak gösterdigi kesime ilhak etti. Böylece Kudüs'ün tamami "yesil hat" içine alinmis oldu. Dogu Kudüs normalde Israil isgal rejimi tarafindan "yesil hat" içinde gösterildigi halde burada yasayan Filistinlilere farkli muamele yapilmaktadir. Bundaki amaç Dogu Kudüs'teki Müslümanlari göçe zorlamak ve Kudüs'ün tamaminda "yahudilestirme" programini gerçeklestirmektir.

Islâmi Hareket

HAMAS ve Islâmi Cihad Hareketi, daha çok 1967'de isgal edilmis topraklarda faaliyet göstermektedir. 1948'de isgal edilmis topraklarda faal olan Islâmi olusum ise "Islâmi Hareket" adiyla faaliyette bulunan olusumdur. Aslinda bu kesimde faaliyette bulunan "Islâmi Hareket" de HAMAS gibi Müslüman Kardesler cemaatinin bir koludur ve bu hareketin temeli de Imam Hasan el-Bennâ'nin 1948'de cihad etmek üzere Filistin'e gönderdigi mücâhidler ve davetçiler tarafindan atilmistir. Fakat "yesil hat" içinde gösterilen topraklarla bu hattin disinda kalan topraklar arasindaki statü farkliligindan dolayi böyle iki farkli isimle faaliyet yürütülmektedir. "Yesil hat" içinde kalan kesimde faaliyette bulunan "Islâmi Hareket" daha çok egitim, sosyal hizmet, yardim, hukuki hizmet vs. gibi legal faaliyetlere agirlik verirken, HAMAS bütün bu faaliyetlerinin yani sira fiili eylemleri yani fiili cihadi da sürdürmektedir. "Yesil hat" içinde kalan bölgede "Islâmi Hareket" disinda etkin bir Islâmi olusum yoktur. Bunun disinda kalan Islâmi faaliyetler cemaat faaliyetleri degil genellikle küçük çapli dernek faaliyetleri veya herhangi bir olusuma bagli görünmeyenler tarafindan yürütülen kisisel faaliyetlerdir.

Islâmi Hareket - HAMAS Iliskisi

Dedigimiz gibi bu iki hareketin her ikisi de ayni ana bünyenin; BM, ABD ve diger sömürgeci güçlerce gerçeklestirilen oyunlar sonucunda farkli statüye sokulan iki ayri bölgedeki parçalaridir. Dolayisiyla birbirinden ayri iki cemaat seklinde algilanmamasi gerekir. Bu durum ne yazik ki, son yüzyilda Islâm cografyasinin parçalanarak küçük devletçiklere bölünmesinin dogurdugu durumdur. 1948'de isgal edilmis topraklarda faaliyet yürüten "Islâmi Hareket"le, 1967'de isgal edilmis topraklarda faaliyet yürüten HAMAS arasinda siki bir baglanti ve yardimlasma oldugu ise bir gerçektir. Bu konuda Israil iç istihbarat örgütü SABAK tarafindan hazirlanan bir raporda yer alan bazi bilgilere isaret etmek istiyoruz: Söz konusu raporda Israil açisindan oldukça tehlikeli görülen bir gelismeye dikkat çekilmis ve bu gelismenin "yesil hat" içinde kalan Filistinlilerle bu hattin disindaki Filistinliler arasinda isbirligi oldugu dile getirilmisti. Raporda "yesil hat" içinde kalan Filistinlilerin HAMAS gibi Israil'in varligina karsi hareketlerle isbirligi içine girmelerinin Israil'in gelecegi açisindan büyük tehlike arz ettigi vurgulanmisti. Konuyla ilgili olarak Maarif gazetesinde yer alan bir habere göre, Sâbâk yetkilileri, özerk yönetimin olusturulmasindan sonra kendilerinin koruyucu istihbarat için her tarafa ulasmakta zorluk çektiklerini vurguladilar ve "yesil hat" içindeki Filistinlilerle digerleri arasindaki isbirliginin gelecekte daha da artacagindan endise duyduklarini ifade ettiler.

Öte yandan Filistinli kaynaklarda, "yesil hat" içinde kalan Filistinlilerden "Islâmi Hareket"i destekleyenlerin üzerindeki baskinin son zamanlarda iyice arttigi bildirildi. Istihbarat elemanlari, camiye devam ettikleri bilinen Filistinlileri de zaman zaman sorguya çekiyorlar. Yapilan açiklamaya göre sorgulama esnasinda bu Filistinlilere caminin içinde neler yapildigi, dini derslerde nelerin ögretildigi ve namaz kildiran kisilerin nelerden söz ettikleri soruluyor. Bütün bu sorusturmalarin ve baskinin sebebi ise "yesil hat" içinde kalan "Islâmi Hareket"le bu hattin disinda kalanlar arasindaki isbirligi ve yardimlasmadan kaynaklanan endisedir.

"Islâmi Hareket"in "Israil" Seçimleri Karsisindaki Tutumu

"Islâmi Hareket" normalde Filistin topraklarinin Islâmi kimliginin tartisilamayacagi ve Israil'in bu topraklar üzerindeki hâkimiyetinin mesru olmadigi görüsündedir. Ancak yukarida da belirttigimiz gibi 1948'de isgal edilmis bölgedeki faaliyetlerle 1967'de isgal edilmis bölgedeki faaliyetler birbirinden farklidir. Bu da bu iki kesimin statüsü arasindaki farkliliktan kaynaklanmaktadir.

"Islâmi Hareket" Israil'in mesruiyyetini reddettiginden dolayi Knesset (Israil parlamentosu) seçimlerine katilmayi da reddetmistir. Ancak belediye seçimleri konusundaki tutumu farklidir. Bu seçimlerde aday olmanin ve oy kullanmanin Israil'in mesruiyyetini kabullenme anlami tasimayacagi, belediyelerde dogrudan halki temsil ve halkla muhatap olmanin söz konusu olacagi görüsünü tasidigindan bu seçimlere katilmaktadir. Hatta Ummu'l-Fahm adli sehrin belediyesi "Islâmi Hareket"in elindedir. Ummu'l-Fahm belediye baskani Râid Salah, "Islâmi Hareket"in etkili ve faal elemanlarindan biridir.

Ancak isgal yönetimi Kudüs konusunda farkli bir uygulamaya basvurdugundan ve Kudüs'teki Filistinli halki yukarida da ifade ettigimiz gibi "yabancilar" muamelesine tabi tuttugundan bu sehirde belediye seçimlerine katilmayi ve seçimlerde oy kullanmayi reddetmektedir. Kudüs'teki Filistinli halk arasinda "Islâmi Hareket" oldukça güçlü oldugundan bu sehirdeki belediye seçimlerine Filistinlilerden katilan pek olmamaktadir.

Knesset'te "Islâmi Hareket" Üyesi Var mi?

Israil parlamentosu (Knesset) seçimlerinde daha önce "Islâmi Hareket"le iliskisi olan üç kisi seçimi kazandigindan Türkiye'deki bazi Islâmi gazetelerde bile "Islâmi Hareket Knesset'te" gibi basliklarla haberler verildigini, Israil hükümetinin kuruldugu günlerde de Knesset'teki "Islâmi Hareket" üyesi parlamenterlerle bazi yahudi partileri arasinda isbirligi oldugu yolunda haberlere yer verildigini gördük. Bu isin gerçek yönünü açikliga kavusturmakta yarar görüyoruz.

Son Israil seçimlerinde: "Knesset seçimlerine katilmanin hükmü nedir? Katilmanin ve katilmamanin Filistinliler açisindan olumlu ve olumsuz sonuçlari neler olacaktir?" gibi sorular gündeme getirildi. Bu sorular "Islâmi Hareket"in ileri gelenlerinin önlerine de sürüldü. Hatta bazi kisiler hileye basvurarak, Prof. Dr. Yusuf el-Kardavi'nin Knesset seçimlerine katilmanin caiz olduguna dair fetva verdigini ileri sürdüler. Ancak Kardavi daha sonra yaptigi açiklamalarla Knesset seçimlerine katilmanin caiz olmadigini dile getirerek hakkinda uydurulan yalan haberleri tekzip etti.

Bazi "Islâmci"larin Knesset'e girmeleri olayina gelince: Yukarida sözünü ettigimiz sorularin tartisildigi günlerde 1948'de isgal edilmis topraklardaki muhafazakâr ve milliyetçi kitlenin ileri gelenleri Israil parlamento seçimlerine katilma karari aldi ve bu amaçla "Arap-Islâm Listesi" adinda bir seçim grubu olusturdular. Grubun baskanligina Atif el-Hatib, baskan yardimciligina da Ahmed el-Havaca seçildi. Bu liste tipki bir siyâsi parti gibi faaliyette bulunacakti. Ancak bu listenin olusturulmasi "Islâmi Hareket"in ileri gelenlerinin seçime katilmama kararlarini açiklamalarindan sonra gerçeklesti. Arap-Islâm Listesi'nin baskanligina seçilen Atif el-Hatib'in "Islâmi Hareket"e üyeligi de iki yil önce dondurulmustu. Arap-Islâm Listesi baskanligina seçilen Atif el-Hatib, "Islâmi Hareket"in seçimlere katilmama karari almasinin Arap çevrelerde bir ümit kirikligina yol açtigini ileri sürdü ve: "Araplarin geneli "Islâmi Hareket"in Israil parlamentosu (Knesset) seçimlerine katilma yönünde bir karar almasini ve kendi ekseni etrafinda bütün Arap kitleler arasinda bir uzlasma saglamak için çaba harcamasini arzuluyordu" dedi. el-Hatib "Islâmi Hareket"in seçimlere katilmama karari almasinin 1948'de isgal edilmis topraklardaki Arap kitle arasinda büyük bir siyâsi bosluga yol açtigini ileri sürerek kendilerinin bu boslugu doldurmayi amaçladiklarini ifade etti. el-Hatib kendi listelerinin yapacagi çalismanin "Islâmi Hareket"e herhangi bir zararinin olmayacagina dikkat çekerek: "Çünkü biz kendimizi Islâmi Hareket'le ayni meydanda görüyoruz. Kur'an ve sünnet bizi birlestiriyor. Knesset'te (Israil parlamentosunda) alacagimiz sandalyenin ürününün Islâmi güçlere ve Islâmi Hareket mensuplarina yansiyacagini düsünüyoruz" dedi.

Ancak "Islâmi Hareket" bu konuda prensip karari aldigindan söz konusu liste adina çalisma yapanlarin ve bu listeden Knesset'e girmek için aday olanlarin bu hareketi temsil etme haklari yoktu. Zaten "Islâmi Hareket" daha sonra adi geçen listeden aday olanlari cemaatten ihraç etti. Ancak bu listeden üç kisi Knesset'e girmeyi basardi. (Abdulvehhab Deravise ve Abdullah Nemir Dervis bunlardan ikisi) Simdi Israil isgal rejimi bu kisileri "Islâmi Hareket"in temsilcileri gibi göstermeye çalisiyor. O kisiler de kendilerini öyle göstermek istiyorlar. Ancak isin gerçeginde bu kisilerin "Islâmi Hareket"i temsil yetkileri yoktur. Çünkü hareketin temel bir prensibine muhalefet ettiklerinden ihraç edilmislerdir. Dolayisiyla bu kisilerin bazi Israil partileriyle isbirligi yapmalari Islâmi Hareket'le söz konusu partiler arasinda ittifak saglandigi anlamina gelmez.

Ayni sey daha önce HAMAS'a yakinliklariyla bilinen ancak daha sonra HAMAS'in boykot kararina ragmen özerk yönetim seçimlerine katilarak bu yönetimin parlamentosuna giren Imad el-Faluci gibi kisiler için de geçerlidir. Bu kisiler HAMAS'tan ihraç edildiklerinden özerk yönetim parlamentosunda ve hükümetinde bu hareketi temsil etme yetkileri yoktur.

@ Ekrem Yolcu

Kaynak: Ahmet Varol'un Sitesi

arrow3h.gif (1916 Byte)
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Filistin'de Isgalin ve Direnisin Tarihçesi

Nurcan SOLAK

Filistin'de son birkaç yildir yasananlar Oslo'da baslayan "baris süreci"nin sonu degil sonuncusuydu. Bir çok siyasî göz*lemci, dirilen intifadayi baris olasiligina vurulmus bir darbe olarak gördü. Hatta daha da ileri gidip Filistinlilerin bu sü*reci adeta baltaladigi ve onunla da kalmayip çocuklari as*kerlerin önüne sürüp, ölmelerine neden olduklari yazildi. Yüzlerce müslümanin katledilmesinin faturasi yine onlara çikartilmaya çalisildi ve hala da çalisiliyor. Tüm bu isabetsiz gözlemler sorunun baslangicindan beri Filistin'in sömürgelestirilme tarihinin parçasidir ve bu yüzden de anlasilir açiklamalardir. Filistin direnisini tam manasiyla anlayabilmek için onun tarihine bir göz atmak gerekir:

1896'da siyasi siyonizmin babasi olarak bilinen Theodor Herzl bir Yahudi devletinin gerekliligi tezini ortaya atti. Ancak o dönem çok fazla taraftar toplayamadi.

Bir yil sonra Isviçre'de toplanan "Birinci Siyonizm Kongresi"nde Yahudi Devleti'ni kurmak amaçli bir takim kararlar alindi:

Filistin Allah tarafindan Yahudilere verilmis topraklar*dir.

Filistin'e Yahudi göçünü özendirmek gerekir.

Bunu basarmak için malî destek saglayacak örgütlenme gerçeklestirilmeli ve diger ülkelerin destegi saglanmalidir.

Böylece bölgede sömürgeci çikarlari olan Ingiltere'nin destegi saglandi.

1904'te Herzlöldü, ancak onun temelini attigi siyonizmin ana siyasî taktigi hiç degismedi. "Emperyalist bir mer*kezin güdümünde ve onun çikarlarinin hizmetinde bir Yahudi Devleti kurma fikri ve bunun olasi yerel direnisleri kir*manin tek çaresi olarak görülmesi." Her zamanki gibi sö*mürgeci iktidar, yaptigi haksizliklari "ilerleme ve aydinlanma" kilifiyla örtüyor.

Yahudilerin büyük kismi, bu devletlesme hareketinden uzak duruyor ve Filistin'i bir vatan olarak görmüyor. Siyonist örgütlerin malî destegi ile göç eden 120 bin Yahudi'nin çogu sonradan geri dönüyor.

1917 Balfour Deklerasyonu ile Israil Devleti'nin kurul

masinin ilk adimi atiliyordu. Filistin Yahudiler için "millî yuva" ilan ediliyor ve bunun yerli halkin varligim tehdit etme*digi ileri sürülüyor.

Hem göç eden Yahudilere destek olmak, hem de Filistin'de olabildigince çok toprak satin almak için, özellikle Amerikali Siyonistlerin destegi ile "Millî Yahudi Fonu" olusturuluyor. Satin alinan topraklar Yahudilerin kollektif mali kabul ediliyor, baska birisine satilmasi ve kiralanmasinin önüne böylece geçilmis oluyor.

fil6.jpg


1929'da Zürih'deki kongrede "millî yuva" Yahudi Devleti olarak aniliyor, Akabinde Filistin'de gerçeklesen göste*ride bir çok Arap ve Yahudi ölüyor.

Kisa bir süre sonra Hitler'in Almanya'da basa geçmesi ile baslayan Yahudi soykirimi Siyonistlerce kullanilarak, göçün hizi arttirilmaya çalisiliyor, ancak bir hizlanma görül*müyor.

1936'da Yahudi göçmenlerinin sayisinin Ingilizlerin koydugu kotayi bile asmasi Filistinlilerin silahli ayaklanmaya baslamalarina sebep oluyor. Bu kargasada Yahudiler 10.000 kisilik silahli "Haganah"i kuruyor.

1939'dan itibaren baris görüsmeleri basladi. Ingiltere ayaklanmanin büyüyüp, sömürgeci emellerinin sekteye ugramasindan korktugundan, Yahudi yerlesimcilerin azalmasi yönünde baski yapip, Yahudilerin formal bir ordu kurma*larim da reddetti. Ancak Yahudi gerillalari Irgun ve Haganah düzenli saldirilara çoktan baslamislardi.

1946'da Amerika'daki seçimleri Truman kazandi ve Filistin'de iki devletin kurulmasini destekledigini açikladi. In*giltere 1947'de konuyu BM'ye havale ederek bölgeden çe*kildi. Ayni yil BM tarafindan kabul edilen "Filistin taksim plani" iki bagimsiz devlet kurulmasini ve Kudüs'ün ulusla*rarasi bir sehir olmasini öngörüyordu. Ancak bu da sürecin devamindan baska bir sey demek degildi; nitekim:

1) Nüfusun %31'i Yahudi oldugu halde Filistin'in %56'si Yahudi Devleti'ne birakildi. Bu bölgede yasayan nüfusun yarisinin da tüm etnik temizlige ve göçe zorlamalara ragmen Araplar olusturuyordu.

2) Yahudilere ayrilan topragin %90'i ve narenciye agaçlarinin da %87'si resmen Filistinliler'indi ki, bu Filistin tarafinin iktisadî gelisimini baltaliyordu. Böylece Yahudi devletine ve diger ülkelere bagimli bir devlet olmus olacakti.

3) Bu karar göçe zorlanmis 3.200.000 Filistinli mülteci*nin ülkelerine dönmesini de içeriyordu. Ancak Israil tara*findan buna müsaade edilmedi, aksine tüm Filistin'e yayi*lan Siyonist terörü 750.000 Filistinlinin daha sürülmesine neden oldu.

Köyler basilip, köylüler yerlerinden edildi, direnenler katledildi, çocuklu kadinli 254 kisinin katledildigi Dir Yasir katliami bu saldirilardan sadece biriydi. Katliami Irgun ve Israil'in Özgürlügü komandolari gerçeklestirdi.

BM kararindan sadece 6 ay sonra durum suydu: Siyo*nistler Kudüs'ü ikiye böldüler ve Ürdün'le paylastilar. Filis*tin'in %77'sini isgal ettiler. 340 köy, sehir yikilmis, nüfusun %70'i sürgün edilmisti. Filistin toplumunu mahveden bu yil "nakbah (felaket)" adiyla anilmaya baslandi. Nakbah'i takip eden 1,5 yil içinde sürgün edilen Filistinlilerin yerine 648.000 Yahudi yerlestirildi. 19481956 arasinda 5000'e ya*kin Filistinli memleketine dönmeye çalisirken can verdi.

Israil'in gözü doymuyor ve Filistinlilere kalan %23'lük dilimde de saldinlara ve iskencelere devam ediyordu. Han Yunus'ta 275, Refah'ta 3 Filistinli öldürüldü. Ariel Saron'un basinda oldugu bir gerilla Kibya köyünde 45 evi bombaladi ve onlarca kadinin ve çocugun ölümüne sebep oldu. Israil tüm bu saldirilari, kendilerim savunduklari kilifiyla örtmeye çalisiyordu. Ancak bu açiklamalar dünya kamuoyunu tat*min etmiyordu, nitekim yalan olduklari da ortaya çikiyor*du.

Israil uluslararasi arenada sarsilmis pozisyonunu dü*zeltmek için yeni bir taktikle Misir'a ajanlar gönderip, Arap

karsiti kamuoyu olusturmak için Kahire ve Iskenderiye'deki Ingiliz ve Amerikan konsolosluklarini, kültür ateseliklerini, sinema ve kamu binalarini bombalatti. Ancak skandal ortaya çikinca BM tarafindan kinandi.

Tam bu dönemde Misir'in Israil karsiti fedaileri egitineye baslamasi ve Nasir'in önderliginde güçlenmesi Misir'in isgalini gündeme getirdi. Nasir derhal "olaganüstü tehlike*li fanatik" olarak gösterilmeye baslandi. Zaten Amerika ve batinin çikarlarina aykiri her harekete karsi gelistirilen ide*olojik savasin en önemli stratejilerinden biri lideri (Castro, Humeyni, Nasir, Saddam) ya da hareketi "irrasyonel, tehli*keli, fanatik" olarak göstermek olmustur, hala da öyle de*vam ediyor.

1956'da Israil Misir'a girdi. 1967'ya kadar Süveys kanalina kadar Misir topraklari, Suriye'ye ait Golan tepeleri Mi*sir idaresindeki Gazze seridi, Kudüs, Bati Seria isgal edildi.

Bu yenilgiden sonra 1964'te kurulan FKÖ, ilk zamanlardaki Arap milliyetçisi tutumunu degistirdi. Arafat liderliginde Fetih ve FKÖ içerisindeki sol siyasetler Filistin'in ba*gimsizlik mücadelesinde yeni bir dönem baslatti. Diger Arap ülkelerinden bagimsiz bir örgütlenmeye gittiler. Filis*tin'i merkeze almayi hedeflediler. Bu yeni olusumun ilk ta*lebi Filistin'de Yahudilerin ve Araplarin birlikte ve esit sart*larda yasayabilecekleri demokratik bir halk cumhuriyeti önerisiydi. Gerilla mücadelesi yaninda verilen bu "siyasi ve diplomatik mücadele" FKÖ'nün uluslararasi alanda kendine bir yer bulmasini sagladi. FKÖ'yü Israil ve ABD disinda*ki tüm ülkeler Filistin balkinin temsilcisi olarak tanidi. As*linda Filistin için bu verilebilecek en büyük tavizdi.

fil1.jpg



Israil de karsi atagi seçti ve bir yandan Bati Seria'daki kolonizasyon birimlerinin sayisini artirirken, diger yandan da Gazze seridi ve Bati Seria'da sinirli özerkligi olan bir si*vil idare önerdi. Böylece isgal edilen topraklari yerel çikar*larin muhafazasi için bölüp yönetecekti, Filistinlilerin top*luca organize olmalannin da önüne geçilmis olunacakti, Dünyanin gözünün Filistin'e çevrilmis olmasi önceki gibi toplu katliamlari mümkün kilmiyordu. Israil de bu gibi ge*listirdigi daha pek çok stratejiyle aslinda pek bir etkinligi ol*mayan Filistin yönetimim de kendine baglamisti. Düzen ve idare kanunlarim tüm Israil topraklarinda uygulayarak ve askerî bir yönetim kurarak tüm hakikî yetki ve idareyi orduya transfer etti. Böylece egitimden tarima, vergiden güven*lige, su kullanimindan mülk alim satimina kadar Filistinlile*rin tüm toplumsal hayati emir komuta zincirine baglandi.

1977'de Nasir'in ölümüyle basa geçen Enver Sedat kay*bettigi topraklari düsünerek Israil'le baris yolunu seçti ve Camp David anlasmalari akabinde topraklarim geri aldi, an*cak Israil'i de tanidigini ilan etti. Böylece Israil Misir'i nötralize etmis oldu.

FKÖ önceleri Ürdün'de aktifti, sonra, güneyinde 300.000 mültecinin yasadigi Lübnan'da mücadeleye devam etti. Bu bölgede Israil tarafindan Hristiyan Güney Lübnan Ordusu kuruldu. Bu ordu FKÖ'ye karsi savas veriyordu. Zamanin Likud hükümeti savunma bakani Ariel Saron sid*detli antipropaganda ile FKÖ'nün gözden düsmesini saglamaya çalisiyordu. Sanki hiçbir sebep yokmus gibi direnisi dis mihrakli FKÖ'ye bagliyordu. Devlet tarafindan planla*nan kolanizasyon politikalari da kendilerine ayrilmis toprak parçalarina sigmayan Yahudi yerlesimcilerin gayri nizami yerlesme çabasi olarak gösteriliyordu.

Basbakan Begin ve savunma bakani Ariel Saron Lüb*nan'i isgal edip FKÖ'yü sürme ve Beyrut'ta Israil yandasi bir hükümet kurma planlari yapiyorlardi. 1978'de Israil 1000 Filistinli'yi öldürüp, onlarca Lübnanli'yi surup, güney Lüb*nan'i isgal etti. FKÖ kamplari bombalandi. 1981'de Ameri*ka'nin oraya gitmesi ile ateskes ilan edildi.

Bu arada Londra'da Israil Büyükelçiligi'ne bir saldiri düzenlendi. Israil'in bekledigi de buydu ve Saron'a bagli ordu Beyrut'a girdi. Israil'in en kanli operasyonu ile 10.000 kisi katledildi. Yine Saron'un parmagiyla Sabra ve Satilla'daki kamplara sokulan 150 Falanj gerillasi gece gündüz çalisarak, kadin ve çocuklardan olusan 3000 Filistinli'yi öldürdü. Bu Israil kamuoyunda bile tarihin en büyük gösterilerine sebep oldu. Begin Saron'u savundu, Saron istifa etmedi, sadece baska bir yere atandi.

1987'de Filistin tarihinde yeni bir sayfa demek olan "in*tifada" basladi.

1989'da FKÖ sürgünde Filistin Devleti'ni ilan etti. Israil ve Amerika disindaki ülkeler tarafindan tanindi.

1991'de Madrid konferansi ile Filistinliler FKÖ tarafin*dan temsil edilmeyecekler ve delegasyonlari Ürdün tarafin*dan nötralize edilecekti. Bu görüsmeler sirasinda da Israil stratejisi degismedi.

1992'de bir yil içinde baris sözü veren Kabin hükümet kurdu. Degisen bir sey yoktu. Halk Yahudi yerlesimcilerle çevrili kocaman hapishanelerde yasiyordu adeta. Bu sirada Oslo'da Israil ve FKÖ arasinda gizli görüsmeler basladi. 1958'de son halini alan anlasmada FKÖ'ne kismî özerklik veriliyordu. Siyasî egemenlik, Kudüs'ün gelecegi gibi konu*lar söz konusu bile edilmedi. Pek bir degeri olmayan diger kararlar da Israil'in stratejik muglaklik siyaseti ile istedigi sekilde yorumlanip ihlal ediliyordu. Tüm bu süreçle FKÖ Israil'in varligim tanimis, karsiliginda ise sadece Arafat'in Fi*listin balkinin temsilcisi olma hakkini kazanmisti. Filistin balkinin haklarinin lafi bile edilemiyordu. Bu anlamda ne ufak bir istek bile görüsmelerin sonlandirilmasiyla tehdit ediliyordu.

FKÖ'nün artik yapamadigi mücadeleyi Hamas yürütü*yordu. Siklasan Yahudi saldirilari Hamas ve Hizbullah'in iyi*ce güçlenmelerini sagladi. Israil destekli Güney Lübnan orduna karsi mücadele ettiler. Bu direnis tutucu Yahudilerin tavrinin keskinlesmesine sebep oldu. 1996'daki seçimlerde Likud lideri Netenyahu kazandi. Netenyahu Oslo'nun Filis*tinliler açisindan güdük metnini bile bir taviz olarak görü*yordu. Dogu Kudüs'te Israil egemenligini derinlestirme amaçli çevre yerlesim birimlerini artirdi ve Harem eSerifin altina Yahudilerin kullanmasi için bir tünel kazilmagi projesini baslatti. Kutsal yerlere yapilan her tecavüz bir kar*si direnisle karsilasiyordu. Her seferinde onlarca kisi ölü*yordu.

fil7.jpg


1999'da Netenyahu hükümeti devrildi. Yerine "baris insani" kod adli Ehud Barak seçimi kazandi. Barak, Israil ordusunu isgal altindaki Güney Lübnan'dan anan baski, dire*nis ve de askerî basarisizlik nedeniyle çekti. Bu arada Filis*tin yönetimi gün geçtikçe yolsuzluk ithamlari altinda sarsil*mis, önderi Arafat sosyal destegi yitirmisti. Artik Israil kisa bir süre önce tanimadigi Arafat'i oldu bittiye getirilmeye ça*lisilan "Baris Süreci"nin tek güvencesi olarak görüyordu. Ancak Filistinliler artik Arafat'in bu temsilciligin; istemiyor*lardi. Diger baris görüsmelerinden pek farki olmayan 2. Camp David basladi.

En son Ariel Saron'un 1000 Israil askerini Barak'in da onayiyla yanma alarak Kudüs'deki Harem el-Serifi ziyaret etmesi Kudüs Israil'indir mesaji tasiyordu ki, yeni intifadanm baslamasini tetikledi. Saron bu küstahligini Filistinliler için Kibya'ya Sabra ve Satilla'ya girmesinin sembolik bir kar*siligi oldugunu çok iyi biliyordu. Ertesi gün baslayan göste*rileri bastirmak için Israil askerleri 7 Filistinli'yi öldürdüler. Yaralanan 200 Filistinlinin çogu da ömür boyu sakat kalacakti. O günden beri yüzlerce müslüman Filistinli öldürüldü. Buna ragmen Israil benzeri görülmemis bir kampan*yayla masumu zalim gösterme çabasinda. Çocuklarin ölümünden, onlari askerlerin önüne sürenleri sorumlu tutu*yor, isgali normallestirip, o askerlerin Filistin topraklarinda ne aradiklari, kendilerine tas atan çocuklara niçin mermi siktiklari; ayni askerlerin, okullari neden bombaladigi ve Fi*listinli Müslümanlarin hala nasil direnebildigi sorulari hasir alti edilmeye çalisiliyor.

Kaynak: Yürüyüs dergisi, sayi 12, 2002
 

Ekli dosyalar

  • Filistin_ger.rar
    561.4 KB · Görüntüleme: 0

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Eritre - Etyopya Savaşı

Eritre, daha önce Etyopya'ya (eski adıyla Habeşistan'a) bağlıydı. Bu toprakların bağımsızlığı için uzun süren bir savaş verildi. Bu topraklarda bağımsızlık mücadelesini ilk olarak Müslümanlar başlattı. Müslümanların böyle bir savaş başlatmaktaki birinci amaçları, önce hıristiyan ve totaliter anlayışa sahip bir kralın yönetimindeki Habeşistan'ın, sonra da komünist diktatörlerin yönetimindeki Etyopya'nın baskısına maruz kalan Eritre'de yaşayan Müslümanları özgürlüklerine kavuşturmak ve dinlerini özgürce yaşamalarını sağlamaktı. Çünkü Etyopya (Habeşistan)'da her ne kadar önce hıristiyan sonra da komünist despotizm hakim olduysa da Eritre halkının önemli bir çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu.

Eritre topraklarında yaşayan hıristiyanlar önce bu bağımsızlık savaşına karşı tavır alarak Habeşistan yönetimiyle işbirliği yaptılar. Bu işbirliği komünist Etyopya döneminde de gizli bir şekilde devam etti. Ancak Eritre Müslümanlarının bağımsızlık mücadelesinde kararlı olduklarını görünce, hıristiyanlar da 1975'te metot değiştirerek bu mücadelenin dışında kalmamaya karar verdiler. Ne var ki onların bu savaşın dışında kalmamaya karar vermelerinin değişik sebepleri vardı. Hıristiyanlar, ABD ve İsrail tarafından özel olarak yetiştirilen ve kendilerine komando denen militanlarla savaşın içinde yer almaya başladılar. Fakat onların asıl gayeleri Eritre'deki mücadele cephelerini ele geçirerek Müslümanları tasfiye etmek ve Müslümanların bağımsızlık mücadelelerini içten köreltmekti. Onların bu gayelerinin ortaya çıkması üzerine Eritre Kurtuluş Cephesi bunları tasfiye etmeye başladı. Bu kez onlar da Eritre Halk Kurtuluş Cephesi adında ayrı bir örgüt kurdular. Bu örgüt daha çok Eritre Kurtuluş Cephesi'ne karşı savaşmaya ve onun ele geçirdiği bölgeleri ellerinden almak için çarpışmaya başladı. ABD ve İsrail başta olmak üzere çeşitli Batılı ülkeler de örgütü silah ve para yönünden desteklediler. Bu ülkeler "insani yardım" diye Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'ne silah yardımı yaptılar. Küba başta olmak üzere bazı komünist ülkeler de Eritre'ye asker göndererek adı geçen örgütün gerillalarının yanında çarpıştırdılar. Eritre Halk Kurtuluş Cephesi militanları ele geçirdikleri bölgelerdeki Müslümanlara ağır zulümler yapıyor, mal varlıklarına el koyuyor, hatta kadınlara tasallut ediyor ve ele geçirdikleri bölgelerde İslam ilkelerine göre yaşanmasını yasaklıyorlardı. Öte yandan 1974'te Habeşistan'daki krallık rejimini devirerek yerine komünist bir rejimi hakim kılan ve ülkenin adını Sosyalist Etyopya olarak değiştiren yöneticilerle zaman zaman gizli görüşmeler yaptıkları oluyordu.

Etyopya'daki komünist rejimin zayıflamaya başlaması üzerine sömürgeci güçlerin ve özellikle İsrail'in Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'ne yardım ve destekleri arttı. 1991 başlarında Etyopya'daki komünist rejimin çökmesi ve Etyopya Devrimci Demokratik Halk Cephesi'nin yönetimi ele geçirmesi üzerine, aynı yılın Mayıs ayında Eritre Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları Eritre topraklarının başkenti Asmara'yı ele geçirerek bu bölge üzerindeki Etyopya hakimiyetine son verdiler. Bu olaydan sonra geçici bir Eritre hükümeti oluşturuldu. Daha sonra 23 - 25 Nisan 1993 tarihlerinde gerçekleştirilen halk oylamasının ardından Eritre'nin bağımsızlığı ilan edildi. Bağımsızlık sonrasında üyelerini genellikle Eritre Halk Kurtuluş Cephesi mensuplarının oluşturduğu 4 yıllık bir geçiş dönemi hükümeti kuruldu. Bağımsızlık mücadelesinde etkili rol oynayan Eritre İslami Cihad Hareketi ise yönetimin dışında bırakıldı. Bu durum üzerine Eritre İslami Cihad Hareketi kurulan geçiş dönemi hükümetine karşı tavır alarak Eritre'nin İslami kimliğinin korunması için mücadeleyi sürdürmeye karar verdi.

Bu itibarla bugün Eritre bağımsızlığına kavuşmuş gibi görünüyorsa da son yüzyılda bütün İslam dünyasında oynanan oyunun Eritre'de de aynen oynandığı dikkat çekmektedir. Ne yazık ki, ülke yönetimi bağımsızlık mücadelesini başlatanların ve bel kemiğini oluşturanların değil dış güçler tarafından desteklenen hıristiyan asıllı ve sosyalist anlayışa sahip bir kadronun eline geçmiştir. Bu kadronun oluşturduğu yönetim ise bölgede yeni bir çıban başı haline gelmiştir. Şu an Eritre'nin devlet başkanı olarak gösterilen hıristiyan asıllı ve sosyalist anlayışa sahip Asyas Afewerki geçmişte Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'nin lideriydi. Bu adamın o göreve getirilmesi, örgütünün de dışardan silahla ve maddi imkanlarla desteklenmesi amaçsız değildi elbette. Ne amaç için o konuma getirildiğini bugün bölgede izlediği politika bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

Eritre'nin bağımsız olması Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'nin bir başarısı değil, komünist bloğun çökmesinin ve Batı bloğunun Doğu Afrika'ya yönelik olarak izlediği politikanın bir sonucudur. Bu politika nedeniyle eski komünist lider Mangesto Hiela Mariam'ın Etyopya'yı terk etmesinden sonra bu ülkede iş başına gelen yeni yönetim Eritre'nin bağımsızlığını hemen tanıdı. Bu yüzden yeni Etyopya yönetimiyle Eritre'de iş başına gelen Afewerki yönetiminin arası başlangıçta iyiydi. İkisi birlikte İslami kimliğinden dolayı bölgenin stratejik yönden en önemli, coğrafi yönden de en geniş ülkesi Sudan'a karşı cephe alabiliyor; ortak savaş açabiliyorlardı. Ne var ki, "Yeni Dünya Düzeni" teorisi çerçevesinde dünyaya hükmetmeye kalkışan Amerika'nın ve ona yön veren uluslararası siyonizmin sömürgeci politikaları bu iki devletin karşı karşıya getirilmelerini gerektiriyordu.

Yeni kurulan Eritre'nin devlet başkanı Afewerki'nin önemli bir özelliği de Amerika ve İsrail'in "saldır" dediğine saldırması, "yakala" dediğini yakalamasıdır. Onun için dostluğun veya aynı düşünceleri paylaşıyor olmanın çok fazla bir önemi yoktur. Eğer bunun önemi olsaydı, bağımsızlık mücadelesi esnasında Eritre halkına büyük destek veren, bir milyon Eritreli mülteciyi barındıran Sudan'a sadakat gösterir, Amerika ve İsrail'in hatırına bu ülkeye saldırmaktan kaçınırdı. Ama onun vefakarlık gibi bir sorunu olmadığından daha çok karnını doyuranların direktiflerini yerine getirme gereği duymaktadır. Böyle olduğundan dolayı rasyonalist de düşünemiyor. Öyle düşünebilseydi Yemen'in Kızıl Deniz'deki adalarını işgal etmemesi gerekirdi. Çünkü bu adaların işgali ona düşman sayısını artırmaktan başka hiç bir yarar sağlamamıştır. Ancak Yemen bundan önceki dönemde hükümete İslami bir partiyi ortak ettiğinden, Körfez meselesinde Amerika'ya destek vermediğinden ve Ortadoğu'daki "İsrail'le uzlaşma" çalışmalarına katılmadığından cezalandırılması gerekiyordu. Amerika ve İsrail de ekonomik yönden köşeye sıkıştırdıkları, siyasi kıskaca aldıkları Yemen'in bir de Eritre devlet başkanı tarafından hırpalanmasını, paçalarının yırtılmasını sağladılar.

İşte bu niteliklerinden dolayı sağa sola kolayca saldırtılan Afewerki bundan bir süre önce, Etyopya'yla da savaşa girişmişti. Fakat daha sonra İsrail işgal rejiminin bu savaşta her iki tarafa birden silah ve askeri teçhizat yardımı yaptığı ortaya çıktı. Anlaşılan İsrail her iki tarafı birden silahlandırarak savaştan rant elde etmek istiyordu. Tıpkı Yesrib (Medine) yahudilerinin Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşürerek, bir yahudi kabilesinin biriyle diğerinin de diğeriyle işbirliği yaparak onlara silah sattıkları ve böylece şehirde ekonomik hakimiyeti ele geçirdikleri gibi. Eritre - Etyopya Savaşı'nda da aynen bu oyunu oynamak istediklerinin ortaya çıkması üzerine bu defterin geçici olarak kapatılmasına ihtiyaç duyuldu. Derken Amerika devreye girdi ve Eritre'yle Etyopya arasında ateşkes sağlandı. Ancak bu geçici bir durumdu ve ateş söndürülmemiş sadece yeri geldiğinde yeniden alevlendirilmek üzere, üzerine biraz kül dökülmüştü. Bugünlerde bu ateşin yeniden alevlendirildiğini, Etyopya'yla Eritre'nin yeniden karşı karşıya getirildiğini görüyoruz. Ama unutmamak gerekir ki, bu savaşta hem Eritre yönetimi, hem de Etyopya yönetimi kukla olarak kullanılmaktadır. Kazanan ise sadece sömürgeci Amerika ve uluslararası siyonist örgütler vasıtasıyla ona yön veren İsrail işgal rejimidir.

Ahmet Varol

Kaynak: Vahdet dergisi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Müslüman Kosova'nin
dünü ve bugünü

I. Cografi arkaplan

Kosova Cumhuriyeti Dogu Avrupa'da istikrarsiz Balkanlarin istikrarsiz bir bölgesidir. Kosova, kuzeydogudan Sirbistan, kuzeybatidan Sancak ve Karadag, güneyden Arnavutluk, güneydogudan da Makedonya ile çevrilidir.

Osmanli devleti döneminde (Kosova) bölgesi Arnavutluk'u olusturan en büyük vilayetlerden birisiydi. Bu vilayet, 1787-1945 yillari arasinda Sirbistan ve Karadag'in isgal ettigi dört vilayet arasindaydi. Tarihi Kosova bölgesi, Sirbistan, Makedonya ve Kardag arasinda bölünmüs, en büyük pay Sirbistan'a verilmistir. Iste bugün Kosova denilen bölge aslinda tarihi Kosova vilayetinin Sirbistan'a verilen kismidir.

Bugün Kosova'nin yüzölçümü 10.877 km2 ve nüfusu 2.234.000 olup nüfusun 93 %'ü müslümandir. Geriye kalanlarin çogunlugu Sirp asillidir. Müslüman nüfusun 90 %'u ise Arnavut kökenlidir.

Bugünkü Kosova'nin baskenti Pristina'dir. Osmanli döneminde baskent önce Prizren sonra Pristina sonra da Üsküp olmustur. Üsküp bugün Makedonya'nin baskentidir. Bugün Üsküp'te yasayan Arnavutlarin nüfusu Arnavutluk'un baskenti Arnavutlardan daha fazladir.

Yugoslavya'nin siyasi yapisi 1974'te yeniden düzenlenmis ve alti cumhuriyet'ten olusmustur: Sirbistan, Hirvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Slovenya ve Karadag. Özerk olan Voyvodina ve Kosova bölgeleri ise Sirbistan'in kontrolüne birakilmistir. Bu cumhuriyetlerin tümü federal bir devleti olusturmustur.

II. Tarihi arkaplan

1. Osmanlilardan önce: M.Ö. 300 yillarinda Kosova Balkanlarda bagimsiz bir bölge olarak ortaya çikmistir. Bundan sonra Romalilarin isgali gelmis onlardan sonra 14. yy.'da Osmanlilar bölgeye hakim olmuslardir. Bölgeye Islam sinirli bir biçimde de olsa Osmanlilardan önce iktisadi ve diplomatik iliskiler yoluyla girmistir.
2. Osmanlilar: Osmanlilar, 1389'da Sirplara ve Avrupali müttefiklerine karsi kazandiklari meshur Kosova savasindan sonra bölgeye tamamiyla hakim olmuslardir. Kosova Arnavutluk'un dört büyük bölgesinden biri olmustur. Osmanlilar zamaninda bir istikrar ve ilerleme dönemi yasanmis hemen hemen bütün Arnavutlar Islami kabul etmislerdir. Bu durum Osmanli devletinin yikilisina yol açan olaylara dek önemli bir degisiklige ugramamistir.
3. Berlin konferansi (1878): Çirkin Berlin konferansi Kosova'nin büyük bir kismini Sirbistan ve Karadag'a havale etmistir. Bu karar, konferanstan önce baslamis olan etnik temizlik hareketini hizlandirmistir. Nis, Leskovik ve Toplika gibi sehirlerin nüfusu Türkiye'ye göç etmeye zorlanmislardir. Bugün bu sehirlerde yasayan hemen hemen hiç Müslüman Arnavut bulunmamaktadir.
4. Londra sefirler toplantisi (1913): Bu toplantida Balkanlarin haritasi yeniden çizilmistir. Osmanlilara karsi giristikleri saldirilar karsiliginda Sirplara Kosova bir hediye gibi verilmistir. Sirplarin msülüman Arnavutlara yaptiklari zulümler neticesinde büyük kitleler Türkiye'Ye daha az miktarda da Suriye'ye göç etmislerdir. Kosova'dan disariya ilk islami hicret dalgasi böyle baslamistir. Bu durum, Nazi (Alman fasistler, M.K.) isgaline karsi Sirplarin ve Müslümanlarin birlikte savastiklari 2. dünya savasina degin sürmüstür.
5. Ikinci dünya savasi: II. dünya savasi Kosova'nin tarihinde bir dönemeç olmustur. Savastan önce komunist fikirler Yugoslavya'da belirli çevrelerde etkili olmustur. Komnistler Nazi isgaline karsi önemli rol oynamislar, bu yüzde de savastan sonra prtaya çikan siyasi boslugu doldurmayi firsat bilmislerdir. Böylece sosyalist Yugoslavya dogmustur.
6. Sosyalist Yugoslavya'nin kurulusunda sonra Kosova: Müslümanlar yapilan zulümler yine devam etmis ve bir Türkiye'ye göç dalgasi daha baslamistir. Bu durum 1950'lerin ortalarina dek, özellikle Tito'nun Sirp lider Alexandr Randoviç'i devirmesine kadar sümüstür.1968'de yapilan gösteriler sirasinda Müslümanlara yapilan zulümler doruguna ulasmistir. Bu gösteilerin asil sebebi Kosova'da hiçbir üniversite'nin bulunmamasi ve halkin 90 %'i Arnavutça konusmasina ragmen okullarda zorla Sirpça egitim verilmesidir. Tahmin edildigi gibi gösteriler Sirp ordusunun müdahalesiyle vahsice bastirilmis, olaylari yönlendirenlerin tümü ve göstericilerin birçogu tutuklanmistir. Burada hiç mahkemeye çikarilmadan yapilan ayirimci tutuklama islemlerinden söz etmeye gerek yoktur. Ancak bu dönemde olaylari dünyaya duyurabilecek uluslararasi medya ortada yoktur.
7. 1974 yili: 1968 gösterileri neticesinde Kosova Sirbistan kontrolünde özerk bir bölge olmustur. Kosova'de gerçekte Kosova halkini temsil etmeyen bir parlamento kurulmus ve Kosova, Federal parlamento'da temsil edilmeye baslanmistir. Pristina Üniversitesi kurulmus bir grup Arnavut düsünür yetismistir. Ancak sonuçta eski sistem az bir iyilestirmeyle devam etmistir.
11 Mart 1981'de gösteriler tekrar alevlenmistir. Bu sefer istekler Kosova'nin Sirbistan'dan ayrilmasi ve Federal Anayasa'nin da kabul ettigi bir hak olan Kosova'nin Federal Yugoslavya'nin içinde bagimsiz bir cumhuriyet olmasidir. Gösteriler on gün devam etmis ve Sirp ordusunun vahsice saldirisina hedef olan göstericilerden sadece ilk gün 300 kisi öldürülmüstür. Eski sistem yerlestirilmis ve zulüm artarak devam etmistir. Bu olaylarin anisina her 11 Mart 'ta gösteriler yapilmaktadir. Bu gösterilerden sonra geçen on yil içinde tutuklanan veya yargilanan Müslüman sayisi 700.000'i bulmustur ki; bu, 2.234.000 olan tüm nüfusunun 1/3'ü demektir.
1989'da Slobodan Miloseviç 1974 Federal Anayasasinin güvence altina aldigi Kosova'nin özerklik hakkini iptal etmistir. (Burada daha fazla ayrinti için insan haklari ihlalleri dosyasina bakilabilir). Böylelikle Müslümanlara yapilan zulümler yine artmistir.
8. Komunizmin yikilisi: Müslümanlar kounizmin yikilisiyla birlikte esmeye baslayan hürriyet ve demokrasi rüzgarlarinin kendilerine de ulasacagini düsünmüsler. Ancak 1989'da Müslümanlar yapilan zulümlerin artmasi ve bir sonraki yilda doruga ulasmasi, komunizmin yikilmasinin Müslümanlara yönelikbaskilarin azalmasinda bir etkisi olmadigini göstermistir.
1991'de Sirplarin karsi çikmasina ragmen Kosova'da genel seçimler yapilmistir. Bunun neticesinde Kosova parlamentosu olusmustur. 1991'de yapilan refrandumda halkin 99,87 %'si bagimsizlik için oy kullanmis ve Kosova'nin bagimsizligi ilan edilmistir. Kosova'nin bagimsizligini Arnavutluk tanimis, Bosna, Hirvatistan ve Slovenya desteklemistir.Bu seçimler Amerika ve Avrupa'dan 8 heyetce izlenmis ve uluslararasi haber ajanslarindan 82 gazeteci bu seçimlerin haberini dünyaya duyurmustur.

III. Kosova'da Islam'in yayilisi

Kosova'da Islam Osmanlilardan önce sinirli olarak girmistir. Osmanli hakimiyeti yerlestikten sonra Arnavutlarin 90 %'i Islama girmis ve Balkanlarda Müslümanlar ayri bir kimlik olusturmustur. Osmanlilardan önceki tarihlerde yapilan kiliselerin günümüze dek ayakta kalmasi Osmanlilarin adaletinin bir göstergesidir. Sirplarin ve komunistlerin bölgeden Islami tamamen silmek istemelerine ragmen Islam kalmistir. Aksine bu baskilar Islamin yeniden ihyasi için yapilan çalismalara hiz vermis, Makedonya ve Kosova'da canli bir Islami hareketin dogusuna yol açmistir. Kosova'da Islami hareket, "Müslüman Gençler" adiyla kendini duyuran ve Islami hareket açisindan zengin bir geçmise sahip olan Bosna'daki Islami harekete göre yeni bir olgudur.

Bugün Kosova'da çocuk, kadin ve yasli Müslüman Arnavutlarin acimasizca katledildigi esit olmayan bir savas yasanirken dünya bu olaya seyirci kalmaktadir ? Arnavutlarin köyleri ve evleri Sirp toplarinin ve uçaklarinin bombalariyla yikilmaktadir.

Bosna-Hersek'te savas bittikten sonra Sirp kuvvetleri Müslüman Arnavutlarla olan hesaplarini görmek için Kosova'ya hareket etmislerdir. Ancak burada önemli bir noktaya deginmemiz gerekmektedir. Balkanlarda Arnavutlarin durumu Bosnalilarin durumundan farklidir. Arnavutlarin siyasi, stratejik ve sayisal durumlari Bosnalilara benzememektedir. Bosna, Sirbistan ve Hirvatistan'la çevrilidir ve nüfusunun takriben yarisi Sirp ve Hirvattir. Müslüman Bosnaklarin nüfusu sadece 3.000.000'dir. Arnavutlarin ise kendilerine has bir devletleri vardir. Bu devletin yani Arnavutluk'un nüfusu 3.500.000'dir. Nüfusun 75 %'i Müslümandir. Arnavutluk'un Adriyatik denizine bakan uzun bir sahili de vardir. Arnavutluk'un tabii uzantisi olana ve aralarinda suni sinirlar bulunan Kosova'da ise 2.300.000 olan nüfusun 90 %'i Müslüman Arnavuttur. Kosova'nin güneydogusunda bulunan Makedonya'da ise 1.000.000 Müslüman Arnavut yasamaktadir. Yunanistan'da Arnavutluk sinirina yakin bir bölge olan Çamriya'da 500.000, Karadag'da 250.000, Sirbistan'da ise 100.000 Müslüman Arnavut yasamaktadir. Balkanlarda yasayan Müslüman Arnavutlarin toplam nüfusu 7.000.000'u bumaktadir. Balkanlarda Islam bir güç olarak önemleri de bundan kaynaklanmaktadir. Arnavutlarin yasadiklari bu bölgelerin tümü Osmanli döneminde dört vilayette toplanmisti: Kosova, Skodra, Manastir ve Yanya. Ancak, Osmanlilarin Balkanlardan çikmasindan sonra, Avrupali güçler bu bölgeleri parçalayip daha önce de isaret ettigimiz gibi Ortodoks Slav milletleri arasinda paylastirmislardir.

Kosova Kurtulus Ordusu (UÇK)

Aslinda Arnavutlarin Slavlar karsi direnisi Osmanlilarin Balkanlardan çikisiyla birlikte baslamistir. Bu direnis I. ve II. dünya savaslari sirsainda da devam etmistir. Ancak II. dünya savasindan sonra komunistlerin eski Yugoslavya'yi hakimiyetleri altina almalariyla birlikte, Arnavut direnisi Arnavut topraklarinin disina çikmis ve özellikle Batiya giderek orada Yugoslav hükümetine karsi siyasi açiklamalarla varligini sürdürmüstür.

Gerçek anlamiyla bir özerklik olmasa da komunizmin döneminde Arnavutlara verilmis olan özerklik 1989'da simdiki lider Slobodan Miloseviç tarafindan geri alinmistir. Bunun sonucunda Kosova halkina daha önce görülmedik siyasi baskilar ve zulümler yapilmaya baslamistir. Örnegin polis, ordu, üniversite ve kültürel kuruluslar gibi bütün resmi dairelerde memur olma Arnavutlar için imkansiz olmustur. Iktisadi yönden Sirplar Kosova'ya çok siki bir ambargo uygulamislar ve bu yüzden 1991-1996 yillari arasinda 400.000 genç çalismak için Batiya gitmek zorunda kalmistir. Bu sekilde gençlerin sayisi da oldukça azalmistir. Bütün bu baskilar sonucunda Arnavutlar Sirplara karsi askeri bir örgüt kurmk zorunda kalmislardir. 1993'te Kosova Kurtulus Ordusu tam bir gizlilik içinde kurulmustur. UÇK, Kosova'da kurulmus, ancak stratejisi Tiran ve Isviçre gibi dis merkezlerde çizilmistir. Sirplarin sadece güç ve silah diliniden anladiklarini gördükten sonra böyle bir ordunun kurulmasi artik matiki ve zaruri bir hal almistir. Bu durum daha önce Bosna'da görüldügü gibi bugün'de Kosova'da bütün dünya tarafindan görülmektedir. Kurulusu sirasinda 150 üyeye sahip olan UÇK'nin bugün kayitli üye sayisi 12.000'ü bulmustur. UÇK ilk faaliyetini gazetelere verdigi sert açiklamalarla baslatmistir. Bosna savasini sona erdiren Dayton anlasmasindan sonra UÇK Kosova'da Müslüman Arnavutlara yaptiklari zulmü durdurmalari için Sirp polis merkezlerine bombali saldirilar düzenlemeye baslamsitir. Ancak bilindigi gibi durum gittikçe kötülesmis ve 1998'in basinda Kosova'nin silahsiz halkina karsi adi konulmamis bir savas baslatilmistir.

Simdi Kosova'da Sirp güçleriyle UÇK arasinda siddetli bir savas yasanmaktadir.

Baslangiçtan günümüze kadar savasin sonuçlari:

Simdiye dek Kosova'da yasana savasta çogu kadin, çocuk ve yaslilar olamk üzere binlerce Arnavutluk öldürülmstür. Bu masum insanlarin öldürülme sekli Bosna'da oldugu gibi biçaklarla kesme, yakma, top ve uçaklarla bombalama ve benzeri sekillerde olmaktadir. Bu vahsice katliamlar bu yilin (1998, M.K.) Subat ayinda baslamistir. Simdiye dek akibeti bilinmeyen binden fazla kayip vardir. Sirplarin kontrolünde bulunan birçok bölgede yollarda ve açikta yatan çok sayida ceset bulunmakta ve Sirplar bunlarin defnedilmesine izin vermemektedir. Simdiye kadar 15.000 köyün tamamen, baska birçok sehir ve köyün ise kismen yikildigi bilinmektedir. Örnegin nüfusu 10.000 olan Deçan sehri barbarca bombalanmis ve tamamen bosalmistir. Sirplar insanlari öldürmekle kalmayip, bölgedeki Arnavutluklarin temel gida maddesi olan hayvanlari da öldürmektedir. Yine Sirplarin barbarca uygulamalarindan birisi de bir yere girdikleri zaman önce oranin camisini yikmalari, sonra insanlari öldürmeye baslamalaridir.

Simdiye kadar Sirp yetkililer, bölgeye hiçbir uluslarasi inasni yardim veya tedavi kuruluslarini sokmamaislardir. Kosova'dan göç edenlerin sayisi 50.000'e ulasmistir. Bunlarin 35.000'i Arnavutluk'ta, 15.000'i Karadag'a göç etmistir. Karadag'a göç edenlerin durumu Arnavutluk'a göç edenlerin durumundan daha kötüdür.

Bütün bunlara ragmen dünya ve özellikle batili ülkeler burada olanlara ses çikarmamaktadir.

Nato ittifakinin kararlarindan açikça belli oldugu gibi Nato güçlerinin Arnavutluk ve Kosova sinirini ww'tan gelecek herhangi bir yardimi engellemek için gözlemek istedigini anliyoruz. Nato'nun Arnavut topraklarini bölme ve Arnavutlari Balkanlardan atma hususunda takindigi tutum garip degildir. Bu tutumun esasi 1878'de yapilan Berlin konferansi kararlaridir. O konferansta bugün Sirbistan topraklarinda bulunan Nis'ten Kosova'daki Metrovitsa'ya kadar uzanan bölgede yer alan 8 sehir ve 600 köyün Sirplara teslim edilmesi kararlastirilmistir. Dün oldugu gibi bugün de Batinin Müslüman Arnavutlari Balkanlardan kovmak veya diger milletlerin içinde azinlik haline getirmek istedigini görüyoruz.

Her an Kosova olaylariyla ilgili haberleri izlemek gittikçe zorlasmaktadir. Öldürülenlerin ve göç edenleriin sayisi durmadan artmaktadir. Son olarak, Islam alemini, Kosova'daki kardeslerine yardim etmeye ve arkasinda yüzbinlerce sehir birakan ikinci bir Bosna yasanmamasi için duyarli olmaya çagiriyoruz.

Kaynak: Yürüyüs dergisi, sayi 1, Aralik 1998
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
ÇAD -
Sömürgeci Fransa'nin Yok Etmeye Çalistigi Müslüman Ülke
Kitabin ilk bölümünde sömürgeci devletlerin yaptiklari büyük "yagmalama"nin Afrika ülkelerinin tüm kaynaklarini kuruttuguna ve bu ülkeleri çok büyük bir sefaletin esigine getirdigine dikkat çekmistik. Afrikali halklari "evrim sürecini tamamlamamis ilkel bir irk" olarak kabul edip, kendilerinde bu ülkeleri sömürme hakki gören Batili devletler, özellikle de Müslüman halklara karsi çok büyük bir zulüm gerçeklestirmislerdir. Bu zulüm 15. yüzyildan 19. yüzyila kadar açik bir sekilde yapilirken, 20. yüzyilda gizliden gizliye devam etmistir.
cad01.JPG
Ingiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçler, Afrika'daki kolonilerini daha fazla ellerinde tutamadiklarinda bu bölgeden çekilmis, ancak devlet yönetimini kendilerine yakin "kukla yönetimlere" devretmislerdir. Sömürgeci sistem bu politika sayesinde üstü kapali olarak sürmüstür. Günümüzde Afrika ülkelerinin bir kisminda eski sömürgeci devletlerle yakin iliski içinde olan yönetimler iktidardadir ve bu kez zulüm bu kisilerin eliyle yürütülmektedir. Bu kukla yönetimler çogu zaman ülke nüfusunun küçük bir bölümünü olusturan Hiristiyan ya da diger dinlere mensup azinliklar olmustur. Bu azinlik hükümetleri Batili devletlerden aldiklari destekle Müslüman halklara karsi çok büyük baskilar yapmaya devam etmislerdir. Bunun neticesinde de çogunlugu olusturan Müslümanlarla azinlik yönetimler arasinda büyük iç savaslar çikmis, ülkeler kaosa sürüklenmistir. Bugün pek çok ülkede bu çatismalar devam etmektedir.

Sömürgeci devletlerin izledikleri bir diger yöntem ise, dindarlik kisvesi altinda halkin sempatisini toplayan,
cad02.JPG
gerçekte ise dini degerlere karsi çok düsmanca duygular besleyen liderleri iktidara getirmek olmustur. Bu hükümetler her ne kadar Müslüman olduklarini iddia etseler de, Müslüman halka karsi çok büyük bir zulüm uygulamis ve onlarin dini gereklerini yerine getirmelerini engellemislerdir. Bu zulmün en açik örnekleri Tunus, Cezayir gibi ülkelerde yasanmaktadir. Bu ülkelerde görünüste Müslüman yönetimler iktidardadir. Oysa Müslüman halka karsi siddetli baski ve eziyetler, yine bu yönetimler tarafindan yürütülmektedir.

Çad da, Cezayir ve Tunus'a benzer bir tarihe sahiptir. Yillar boyunca süren sömürgecilik döneminin sonrasinda bagimsizlik kazanmis, ancak bunun ardindan yillarca süren iç savas ve bitmek bilmeyen bir kaos baslamistir.
Çad'in Sömürge Tarihi
1086 yilinda Kanum Kralligi'nin Islamiyet'i kabul etmesiyle
cad03.JPG
Müslüman olan Çad, 16. yüzyila gelindiginde bölgenin en zengin ve en güçlü ülkelerinin arasindaydi. Ancak 19. yüzyilda iç bölünmelerle zayiflayan krallik, 1900'de Fransizlarin isgaline ugradi ve Fransa Çad'i diger sömürgelerine bagladi.

Iste bu andan itibaren sömürgeci Fransiz kuvvetlerinin Müslüman halka ve Islam dinine karsi savasi basladi. Bu savasta her türlü insanlik disi uygulamaya, zulme, baskiya ve siddete yer vardi. Ilk hedef, Çad halkinin Islami kimligini yok etmek ve yerine daha önce üzerinde durdugumuz materyalist ve dinsiz bir kimlik yerlestirmekti. Bu amaçla bölgedeki bütün camiler, Kuran kurslari, medreseler, din egitim merkezleri, dini cemiyetler, kütüphaneler yikildi. Isgalci Fransiz güçleri Islami egitimi yasaklayarak, Müslümanlarin dinlerini ögrenmelerine engel
cad05.JPG
oldular. Bütün dini vakif ve cemiyetleri kapattilar. Burada görev yapan ögretmenler, imamlar ve ögrencilerin birçogu mahkum edildi. Bazilari yapilan baskinlarda sehit oldular, bazilari da çöle ve daglara kaçmak zorunda kaldilar. Tutuklanan din bilginlerinin çogu hapishanelerde ya bogdurularak ya da satirlarla dogranarak iskence altinda öldürülmüstü. Yeni açilan okullarda ise, sadece Fransiz askerlerinin çocuklari okuyabilmekte, onlar için dispanserler ve eglence salonlari açilmaktaydi. Halkin saglik sorunlari ile ilgilenen kimse ise yoktu.

Ülkede bulunan Müslüman aydinlar ve zulümden kurtulmak isteyen halk çesitli ülkelere siginmak zorunda kaldilar. Bazi Islam alimleri çirilçiplak sehir merkezlerinde dolastiriliyor, kadinlarin serefleri ile alay edilerek, parça parça edilip öldürülüyordu. Her türlü ibadet ve dini toplanti, rejime karsi suç kabul edilmekteydi. 1917 yilinda Çad'daki Fransiz yönetimi, alçakça bir katliam gerçeklestirdi. Dini hayatin yeniden düzenlenmesi amaciyla bir konferans düzenledigini açiklayarak ülkedeki tüm Islam alimlerini
cad06.JPG
davet etti. Davete çok sayida Müslüman alim katildi. Ancak bir Fransiz komiser, ellerinde satirlar, kiliçlar, sisler bulunan yüzlerce cellat getirmisti. Etraf sivil halktan tecrit edilmis, askeri birlikler vaziyet almislardi. Komplo anlasildiginda ise is isten geçmisti. Her taraf kesilmis ve dogranmis insan cesetleri ile doldu. Baraka kan gölüne döndü. Vahsi Fransiz askerleri ellerinde satirlarla zafer çigliklari atiyorlardi.

Halk ile Fransiz askeri kuvvetleri arasindaki çatismalar çok uzun yillar sürdü. Bu mücadeleler sonucunda 1960 yilinda, Çad bagimsizligini kazandi. Ancak bagimsizligini kazanmasi, ayni diger
cad08.JPG
Afrika ülkelerinde oldugu gibi, halkin barisa ve huzura kavusmasi anlamina gelmiyordu. Çünkü Müslüman çogunlugun yasadigi ülkenin basina, eski sömürgeci Fransa ile siki baglar içerisinde olan Çad Ilerici Partisi'den bir Hiristiyan getirildi.

Yeni yönetim baski ve zulüm konusunda Fransa'nin yolunu izliyordu. Fransa'ya yakinligi ile taninan François Tombalbaye'nin hem Cumhurbaskanligina hem de Basbakanliga getirilmesi, Müslüman halk arasinda çok büyük bir tepki olusturdu. Bu tepkiyi dile getiren Çadli Müslüman aydinlarin öldürülmesi üzerine ülke çapinda ayaklanmalar bas gösterdi. Ardindan Müslümanlara yönelik bir tasviye operasyonu basladi. Misirli yazar Imadüddin Halil, Afrika Drami adli kitabinda olaylari söyle anlatir:
... 22 Mart 1963'te Çad kabinesinde degisiklik yapilarak bütün Müslüman bakanlar görevden alinarak, yerlerine Müslüman olmayanlar atandi. Eski Disisleri Bakani ülke disina sürgüne gönderildi, ayni gün Cumhurbaskani tarafindan Bas Yargiç, Devlet Bakani, Adalet Bakani ve Vatan Dernegi Baskani ve birçok taninmis sahsiyetin tutuklanmasi için emir verildi. Bunlar tutuklamalardan 35 gün sonra mahkemeye çikarildilar. Mahkemenin verdigi karara göre, Bas Yargiç görevden alinip, asli vatandas olmadigi gerekçesi ile sinir disina sürülecek, bütün mallarina el konulacak ve diger tutuklularin da tutuklulugu devam edecekti. Bu olaylardan sonra Cumhurbaskani Islami harekete karsi baski ve siddet yöntemleri uygulamaya basladi. Bu da 1.000 kisinin ölümüne ve binlerce kisinin yaralanmasina yol açan bir halk ayaklanmasina neden oldu. Bunun ardindan formaliteyi uygulamaktan ibaret göstermelik bir mahkeme heyeti kuruldu. Burada Islami Hareketin liderleri ve eski bakanlar yargilandi. Müebbetle 15 yil arasinda degisen hürriyeti baglayici hapis cezalari verildi. Çad'daki bu huzursuzluk ve hosnutsuzluk havasi günümüze kadar sürüp gelmektedir.(I)
Israil'in Çad Iç Savasindaki Islam Karsiti Rolü
Politik istikrarsizlik, ülkenin ilk Devlet Baskani François Tombalbaye'nin 1975 yilinda bir suikaste kurban gitmesiyle büyüdü ve 1980 yilinda baslayan iç savas ile daha da kötü bir
cad09.JPG
boyuta ulasti. Bu iç savasin iki tarafi vardi: Bir tarafta ülkenin kuzeyindeki Müslümanlar yer aliyordu, diger yanda da ülkenin güneyindeki Bantu bölgesinde yasayan Hiristiyanlar ve yerel dinlere bagli kabileler... Ancak bu iç savas, çogu Üçüncü Dünya ülkesinde oldugu gibi gerçek anlamda bir "iç" savas degildi. Çünkü dis güçler aktif olarak taraf tutmaktaydilar. Bu dis güçlerin basinda ise Islam karsiti güçlerin her zaman yaninda olan Israil geliyordu. Israil Müslümanlara karsi güneydeki Bantularin yanindaydi.

Iç savasta kuzeyli Müslümanlarin lideri Goukouni Oueddie idi. Isin ilginç yani ise güneyli Hiristiyan/putperest ittifakin basinda da bir sözde Müslümanin, daha dogrusu "Müslüman kökenli" bir kisinin, Hissene Habré'nin yer alisiydi...
cad10.JPG
Israil, CIA ile birlikte Habré güçlerini destekledi ve onlara Sovyet yapimi silahlar verdi. 1983'de Çad'da Israil askeri danismanlarinin bulunduguna dair birkaç ayri kaynaktan alinan raporlar yayinlandi. Agustos 1983'de ise Israilli askeri uzmanlarin, 2.500 Zaire askeriyle birlikte Habré güçlerini desteklemek üzere Çad'a geldigi ortaya çikti. Filistin halkina yönelik katliamlarin bas aktörlerinden "Lübnan Kasabi" Ariel Saron ise, Çad'daki savas sirasinda önemli bir görev üstleniyordu. Ocak 1983'de Savunma Bakanligi'ndan ayrilmadan hemen önce, Çad'a bir ziyaret yapmisti. Hallahmi'nin yazdigina göre, Saron'un bu ziyareti, Israil'in Çad müdahalesini artirmaya hazir oldugunun bir göstergesiydi.

Görüldügü gibi, Israil yine bir Islam devletinin olusmasina engel olmaya çalismis, verdigi askeri ve siyasi destekle Müslümanlarin güçlenmesini engellemek için türlü yöntemler denemistir.
Iç savas sonrasi Çad'da bir daha huzur ve baris saglanamamistir. Gerek Fransa'nin gerekse Israil'in dis müdahaleleri iç çatismalarin siddetini her gün biraz daha artirmis, Çad adeta bir darbeler ülkesi haline gelmistir. Hükümetin, muhalif hareketleri bastirmak için yaptigi katliamlar ise ardinda on binlerce mülteci ve binlerce ölü birakmistir.
Çad'in bugün geldigi durum Islam karsiti güçlerin bir ülkeyi ne hale getirebileceginin en açik örneklerinden biridir. Tüm zenginlikler yitirilmis, istikrar ortadan kalkmis, yillarca huzur içinde yasayan halk bir iç çatismanin içine düsmüs ve Çad adeta bir yokluklar ülkesi haline gelmistir.
Ancak unutulmamalidir ki bu, umutsuzluga kapilmayi gerektirecek bir durum degildir. Çünkü bu olumsuz tablonun çok kolay bir çözümü vardir. Çözüm Islam ahlakinin insanlar arasinda katiksizca yasanmasidir. Bu gerçeklestigi zaman asirlardir hallolmayan tüm problemler birer birer çözülecek, savaslarin ve çatismalarin yerini baris ve huzur alacaktir. Islam ahlakinin hakim oldugu bir ortamda ne bir haksizligin, ne de bir adaletsizligin gerçeklesmesi mümkün olmayacaktir.
Çad'da yasanan tüm bu zulümler de, bizlere bir kez daha Islam dünyasinin mazlum durumunu göstermekte ve bu durumu degistirmek için yürütülecek fikri mücadelenin ne kadar acil ve ehemmiyetli oldugunu hatirlatmaktadir. Afrika'nin uzak bir ülkesindeki Müslümanlar, sirf Müslüman olduklari için zulüm görmektedir ve bu durum, dünyadaki tüm Müslümanlari ilgilendiren bir sorumluluktur.
Geçtigimiz yillar boyunca Müslümanlara zulmetmis olan inkarci liderlerin ve kadrolarin yaptiklarinin yanlarina kar kalmadigini da bilmek gerekir. Dünyada büyük bir iktidar sahibi olarak ölmüs de olsalar, ahirette ebedi azapla cezalandirilacaklardir. Allah'in sonsuz adaleti o inkar edenlerin üzerinde tecelli edecek ve her bir kisi tüm yapip ettiklerinin hesabini verecektir. Bu, Allah'in iman edenlere bir vaadi ve ayni zamanda da bir müjdesidir. Allah ayetlerinde söyle buyurur:
Gerçek su ki, mü'min erkeklerle mü'min kadinlara iskence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; iste onlar için, cehennem azabi vardir ve yakici azap onlaradir. (Buruc Suresi, 10)
Zulmeden her nefis, yeryüzündekilerin tümüne sahip olsa bunu (azaba karsilik) mutlaka fidye olarak verirdi. Onlar azabi görünce pismanliklarini gizlerler, oysa onlar haksizliga ugratilmadan aralarinda adaletle hükmedilmistir. (Yunus Suresi, 54)
Not:
I- Imadüddin Halil, Afrika Drami, s. 49-50, (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayincilik, Subat 1996 s.771)
Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
KESMIR

kesmir01.JPG
Müslüman Kesmir Halki Yardim Bekliyor
Asya kitasindaki pek çok Müslüman halk gibi Kesmir halki da 20. yüzyilin ikinci yarisini çatismalarla ve savaslarla geçirdi. Kesmir'in yaklasik 50 yildir barisi, huzuru ve istikrari yasayamamasinin baslica nedeni ise isgalci Hindistan yönetiminin baskilariydi.
Kesmir altin, zümrüt ve yakut madenleri bakimindan dünyanin en önemli bölgelerinin basinda gelmektedir. Hindistan'in isgali altinda bulunan bölge, yüksek daglarin üstünde oldugu için tüm bölgeyi rahatlikla kontrolü altina alabilecek stratejik bir topraktir. Iste sahip oldugu bu stratejik önem ve yeralti zenginlikleri nedeniyle Kesmir, tarih boyunca pek çok ülkenin dikkatini çekmistir. Ancak Kesmir'in, bölge ülkelerinin bu kadar dikkatini çekmesinin en önemli nedeni Müslüman kimligidir.
Bagimsiz bir Islam devleti olmayi ya da Islami bir kimlige sahip Pakistan ile birlesmeyi
kesmir02.JPG
hedefleyen Kesmir'e, ne yillardir bölgedeki Islam düsmani politikalarin mimari olan Hindistan yönetiminin ne de Rusya'nin ve Komünist Çin'in izin vermeye niyetleri yok gibi görünmektedir. Kesmir halkina yapilan ekonomik ambargolarin, siddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamalarin, iskencelerin temel nedeni de Kesmir halkinin Müslüman kimligidir. Söz konusu güçler, böylece hem ekonomik hem de siyasi açidan güçlü bir Islam devletinin olusmasini engellemeyi hedeflemektedirler. Ayni sekilde Müslüman Pakistan yönetiminin de ambargolar ve uluslararasi baskilarla Kesmir halkina destek vermesi engellenmek istenmektedir.

Kesmir Üzerinde Oynanan Oyunlar
Hint Yarimadasi, II. Dünya Savasi'nin sonuna kadar Ingiliz egemenligi altindaydi. Ingiliz sömürgeciler alt kitayi terk ettiklerinde Hintli Müslümanlar Hindulardan ayri bir devlete
kesmir03.JPG
sahip olmayi istediler ve Pakistan'i kurdular. Pakistan ve Hindistan arasinda nüfus mübadelesi yapildi; Hindistan sinirlari içinde yasayan çok sayida Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çogunlugu Müslümanlardan olusan Cammu/Kesmir eyaleti, Hint yönetiminin entrikalari ve Ingilizler'in de destegiyle Hindistan egemenliginde kaldi. O tarihten bu yana Kesmir halki Hint zulmü altinda yasadi.
Kesmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bagimsizliklarini kazanmak istediler. Buna karsin Hint güçleri tarafindan, ülkede 1947, 1965 ve 1971 yillarinda üç büyük katliam gerçeklestirildi. On binlerce Kesmirli Müslüman öldürüldü, 4.000'den fazla kadin iskenceye ve tecavüze ugradi. Islami bilincin engellenmesi için din egitimi veren okullar kapatildi. (I)

1990 yilindan sonra ise Kesmir'deki soykirim ve asimilasyon hareketi en acimasiz seklini
kesmir04.JPG
aldi. Insanlar sebepsiz yere gözaltina alinip, iskence altinda öldürüldüler.
Evler kundaklandi, savunmasiz insanlara türlü baskilar uygulandi, gazete ve okullar kapatildi. Hint yönetimi sadece silahli saldirilara basvurmakla da yetinmedi. Tarim için kullanacagini açikladigi barajlari dahi Müslümanlara karsi iskence amaçli kullandi. Barajlari agzina kadar su doldurup, muson yagmurlari ile birlikte kapaklari birden açarak, bölgenin asagi kesimlerinde bulunan özgür Kesmir ve Pakistan'i sular altinda birakti. Bunlarin sonucunda binlerce insan hayatini yitirdi ve çok büyük maddi hasarlar oldu.
1993 yili Ekim ayinda Kesmir'in baskenti Sirinagar'da Hazratbal Camisi'ne karsi büyük bir saldiri gerçeklestirildi. Hindistan makamlarinin, Müslümanlarin askeri karargahi olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklasik bir ay süre ile kusatildi. Kusatma sirasinda 100'den fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandi. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Kesmir'de, Hint yönetiminin sürdürdügü vahsetin yanisira bir de mülteci sorunu yasanmaktadir.
Asagida Kesmir'deki mülteci kamplarini ziyaret eden Kanal 7 muhabiri Sefer Turan'in
kesmir06.JPG
aktardigi izlenimlere yer verilmistir. Yalnizca bu tasvirler dahi bir insanin vicdanini harekete geçirmek için yeterlidir. Söz konusu gazetecinin yazisinda, kamptaki hayat su sekilde tasvir edilmistir:

Ambor mülteci kampi 1990 yilinda Cammu Kesmir'den kaçan Kesmirliler için kurulmus. Hayat standartlari normalin çok çok altinda. Küçük küçük toprak evlere insanlar adeta tikismis. Girdigimiz tek odali bir evde bir tek yatak var. Kaç kisi kaldigini sordugumuzda aldigimiz cevap "9 kisi". Kampta toplam 1.110 kisiden olusan 214 aile yasiyor. Hayat standartlarinin çok düsük oldugunu görmek için topraktan yapilmis evlerden bir tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odali. Odalarda birkaç tane kullanilamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak. Yataklara yatak demek için bin sahit gerekli. Kösede oturmus bir anne, kucaginda bebegi. Kimi zaman içerisinde tutusturulmus üç bes dal parçasinin bulundugu
kesmir07.JPG
toprak ocakta kaynayan bir kazan. Etrafta kuru veya yas yiyecek adina hiçbir sey yok! Ama utandigimdan hiçbir kazanin kapagini açma cesareti bulamadim. Hangi çadira girdiysek ortada ne yiyecek adina ne yatacak adina hiçbir sey görmedik! Çadirlarin birinde ortada yerde küçük eski bir bez parçasi seriliydi. Belli ki yatak olarak kullaniliyordu. "Bu çadirda kaç kisi kaliyor?" diye sordugumda aldigim cevap "11 kisi" idi... Ve disarida yine tek tük kaynayan bir saç kazan! (II)
Yukarida verdigimiz örnek dünyanin dört bir yaninda yasanan mülteci dramlarindan sadece bir tanesidir. Filistin'deki milyonlarca mültecinin, Kosova Savasi sirasinda mülteci durumuna düsen bir milyona yakin Müslümanin, yine yüz binlerce Çeçen mültecinin yasam sartlari bundan çok daha kötüdür.
kesmir08.JPG
Iste tüm bu olaylarda, Allah'a iman eden vicdanli insanlarin çikarmalari gereken hikmetler vardir. Yeryüzündeki her olay insanlarin denenmesi için bir hikmet ve hayirla yaratilmaktadir. Inananlarin, yukarida anlattigimiz denemelerden çikarmalari gereken hikmet ise, Allah'in varligini ve Kuran ahlakinin güzelliklerini tüm dünyaya anlatmanin ne kadar önemli oldugu gerçegidir. Bu gerçek karsisinda yapmalari gereken ise, insanlari kötülükten men etme, onlara iyiligi emretme ve Allah'i inkar eden her türlü akima karsi fikri bir mücadele yürütme görevlerini yerine getirmektir. Bunun neticesinde Allah'tan korkan, güçlü vicdana sahip insanlar ortaya çikacak ve tüm zalimlikler birer birer ortadan kalkacaktir. Insanlara zulmedenler ise yaptiklarinin karsiligini hem dünyada hem de ahirette eksiksiz olarak alacaklardir. Allah bu gerçegi bir ayette su sekilde bildirir:
Gerçekten Allah'a ve Resûlü'ne karsi (onlarin koyduklari sinirlari tanimayip kendileri sinir koymaya kalkismakla) baskaldiranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltilmasi gibi alçaltilmislardir. Oysa biz apaçik ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardir.
kesmir09.JPG
Allah, hepsini diriltecegi gün, onlara neler yaptiklarini haber verecektir. Allah, onlari (yaptiklariyla bir bir) saymistir; onlar ise onu unutmuslardir. Allah, herseye sahid olandir. (Mücadele Suresi, 5-6)
Bu mücadelenin temeli ise her türlü zulmün, çatismanin, kaosun altindan çikan dinsiz felsefeler ile yapilacak olan fikri mücadeledir. Barisi, uzlasmayi, sevgiyi, sefkati temel alan bu mücadele, insanlarin vicdanlarini harekete geçirecek ve mazlum insanlarin zulüm görmelerini engelleyecektir. Böyle bir mücadelenin varacagi sonucu ise Allah, Enbiya Suresi'nde bizlere söyle müjdelemistir:
"Hayir, biz hakki batilin üstüne firlatiriz, o da onun beynini darmadagin eder. Bir de bakarsin ki, o, yok olup gitmistir. (Allah'a karsi) Nitelendiregeldiklerinizden dolayi eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)

kesmir10.JPG
Dünyanin Görmezlikten Geldigi Bir Zulüm
Hindistan'in Kesmir'de bu denli büyük bir baski politikasini elli yili askin bir süredir rahatlikla sürdürebilmesi, Bati'daki bazi çevrelerden aldigi açik ve kapali destegin bir sonucudur. Kesmir'deki Müslümanlar, Birlesmis Milletler'in hiçbir güvenilirligi olmayan kararlari sonucunda Hindularin baskici yönetimine terk edilmislerdir. Nüfusunun tamamina yakini Müslüman olan Kesmir'in, bagimsiz olma çabasi ve Pakistan'in buna verdigi hakli destek, Bati'nin haksiz politikasi ile baltalanmistir.
Bati ve özellikle de Amerikan medyasi Hindistan'in yanindadir. Dikkat edilirse, büyük Amerikan gazeteleri Kesmir'deki vahsete hemen hiç deginmezler. Degindiklerinde ise, bu haberi "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanin bastirilmasi" havasinda sunarlar. Örnegin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayisinda Pakistan'i Kesmir'deki "ayrilikçi" Müslüman gruplari destekleyerek "ülkedeki istikrari bozmak"la suçlayan bir yorum yayinlamis ve Pakistanlilarin büyük tepkisini almisti. (III) Tüm Bati medyasinda bu tür yorumlara sik sik rastlamak mümkündür.
kesmir17.JPG

Son yillarda ise bölgedeki Hint yönetimi baski ve asimilasyonu siddetlendirmistir. Bir de hükümetin kontrol edemedigini söyledigi, oysa aralarindaki anlasmazligin "danisikli dövüs" seklinde oldugu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardir. Bu örgütler, Babür Sah Camisi katliaminda oldugu gibi, Kesmirli Müslümanlarin tamamen yok edilmesini
kesmir11.JPG
hedeflemektedir.
kesmir16.JPG


Peki bu durumu nasil açiklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki Birlesmis Milletler gibi Batili güçler Kesmir halkini Hindistan baskisi altinda birakmayi, Hint terörüne destek olmayi israrla sürdürmektedirler? Bu sorunun cevabi dünya üzerindeki pek çok ülkede ve uluslararasi örgütlerde mevcut olan Islam karsiti lobilerdir.
Sonuç olarak, Kesmirli Müslümanlar yarim yüzyildir yalnizca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle degil, ayni zamanda bunlari perde arkasindan destekleyen Batili güçlerle de savasmaktadir.
Batili güçlerin olaya dahli, özellikle propaganda boyutunda ortaya çikmaktadir. Kesmirli Müslümanlara karsi uygulanan vahset feci boyutlardadir. Ancak tarih boyunca oldugu gibi, günümüzde de türlü propaganda yöntemleriyle Kesmir ve bölgesinde yasananlar, insanlara çok farkli sekilde aksettirilmektedir. Uygulanan zulümler, iskenceler, masum insanlara
kesmir12.JPG
yapilan baskilar gizlenmekte, sonuçta tüm dünya olan bitenler karsisinda sessiz kalmaktadir. Insan haklari örgütlerinin hazirladiklari raporlar adeta yokmus gibi davranilmaktadir. Hint zulmüne karsi direnen, kendi topraklarinda baris içinde yasamak için mücadele veren Kesmirliler dünyaya radikal terörist gruplar olarak tanitilmaktadir. Basta da belirttigimiz gibi, Pakistan'in ise bu gruplari destekledigi, eger Pakistan'in telkin ve kiskirtmalari olmasa Kesmir ve Hindistan arasindaki sorunlarin kisa sürede asilacagi iddia edilmektedir. Bu nedenle de sorunlara neden olarak Müslüman Pakistan yönetimi gösterilmekte ve bu ülkelerin Batililar tarafindan güçlü bir sekilde baski altina alinmasinin sorunlari çözmede yardimci olacagi söylenmektedir.
kesmir13.JPG

Aslinda bu, söz konusu Islam karsiti lobilerin Kesmir üzerindeki politikalarinin yeni çizgisidir. Pakistan'in, ambargo ve terörist ülkeler listesine dahil edilme tehditleriyle ya da Batili ülkelerin yüklü kredilerini kesme dayatmalariyla Kesmir davasindan uzaklastirilmasi, yalniz kalan Islam topragi Kesmir'in de bir hamlede düsürülmesi demek olacaktir.
Oysa yarim asira yakin bir zamandir Hint zulmüyle karsi karsiya kalan Kesmir halkinin tek dilegi, dinlerini rahatça yasayabilecekleri, insanlarin sadece Müslüman olduklari için zulüm görmeyecekleri, çocuklarini baris ve güven
kesmir14.JPG
içinde büyütebilecekleri bir topraga sahip olmaktir.
Kesmirli Müslümanlarin bu en mesru haklarindan dahi yoksun birakilmalari, dahasi türlü iskencelere maruz kalmalari, dinsizlige karsi Islam'i güçlendirmenin ve vicdanli insanlari bilinçlendirmenin ne kadar acil ve önemli bir görev oldugunu bize bir kez daha göstermektedir.
Kuskusuz bu olaylar karsisinda vicdan sahibi insanlarin duyarsiz kalmasi, bunlari görmezlikten gelmesi mümkün degildir. Yasanan haksizliklarin gündemde tutulmasi, yeryüzünde huzurun, barisin ve adaletin ancak Kuran ahlakinin yasanmasi ile mümkün olacaginin tüm insanlara anlatilmasi günümüzde en önemli sorumluluklardan biridir. Ayrica inananlarin Allah'in yardimi ile müjdelenmesi, zalimlerin ise tevbe etmedikleri sürece karsilasacaklari son ile
kesmir15.JPG
korkutulmalari da Müslümanlar için bir ibadettir. Bir ayette zalimler ile iman edenlerin alacaklari farkli karsilik söyle haber verilmistir:
Süphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatinda ve sahitlerin duracaklari gün elbette yardim edecegiz. Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar saglamayacagi gün; lanet de onlarindir, yurdun en kötüsü de. (Mümin Suresi, 51-52)

Notlar:
I- Hilal ed-Dawli, Mayis 1992 (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayincilik, Subat 1996, s. 730)
II- http://www.kanal7.com/zdosya/kesmir.htm
III- New York Times, 22 Ocak 1990

Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
DOĞU TÜRKİSTAN -
Komünist Çin Yönetimi'nin Gizlediği Büyük Zulüm
20. yüzyılda dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında komünizm gelmekteydi. Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman felsefecinin fikirlerine dayanan bu ideolojinin, Lenin, Stalin, Mao gibi zalim liderler tarafından uygulanmaya konmasıyla, dünya tarihinin en büyük kıyım ve katliamları gerçekleştirildi.

d-t1.jpg
Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizmin siyasi bir rejim olarak çöktüğü kabul edilse de, komünist ideoloji ve uygulamaları -gizli veya açık- hala devam etmektedir. Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, hala Maocu Kızıl Çin rejiminin zulmü altında yaşamaktadırlar. Batılı ülkeler ise, Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir.



Doğu Türkistan'da Çin Zulmü

Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşamaktalar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anlamına gelen "Sincang" adını koydular ve burayı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in
d-t2.jpg
yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi.


Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlardaydı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından katledildi ya da rejimin doğurduğu kıtlık sonucunda öldü.

Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında söz konusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Bu kitaplarda anlatıldığına göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırpların, Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin "ceza"
d-t3.jpg
yöntemleri de son derece acımasız ve vahşicedir. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır.


Asimilasyon ve Köklü Bir Kültürü Yok Etmeye Yönelik Uygulamalar


Komünist rejim, 1949 yılından itibaren, bir yandan Müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirdi. Çin hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi son derece düşündürücüdür. 1953 yılında bölgede %75 Müslüman, %6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında %53 Müslüman, %40 Çinli'ye yükseldi. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında ulaşılan %40 Müslüman, %53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir.

Bugün ise Uygurlar köylerde oturmaya zorlanırken, Çinliler şehirlere yerleştirilmektedir. Bu sebeple bazı şehirlerde Çinli nüfus %80'lere çıkmaktadır. Hedef, şehirlerde Çinlileri çoğunluk haline getirmektir. Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistanlıları Çinlilerle evlendirmek için uyguladığı yöntemler ise bu asimilasyon çalışmalarının bir parçasıdır. Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır.

İlk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz
d-t4.jpg
etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer denemeler nedeniyle ölen Müslüman sayısının 210 bini bulduğu bilinmektedir. Binlerce insan ise ya sakat kalmış ya da kanser gibi hastalıklara yakalanmıştır.


Çin 1964'den günümüze kadar Doğu Türkistan topraklarında elliye yakın atom ve hidrojen bombası patlatmıştır. İsveçli uzmanlar, 1984 yılında yapılan yeraltı nükleer denemesinde kullanılan bombanın Richter ölçeğiyle 6.8 şiddetinde yer sarsıntısına sebebiyet verdiğini tespit etmişlerdir.

Zulmün Asıl Nedeni: İslam Düşmanlığı

Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedeni halkın Müslüman olmasıdır. Çünkü komünist Çin, bölge üzerindeki hakimiyet ve sultasını kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslami kimliğini görmektedir.

Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini kullanan Çin şovenizmi, en fanatik dönemini komünist diktatör Mao'nun 1966-1976 yılları arasında uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler Müslümanları taciz etmek için her yolu denediler. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca bütün iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri ise tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın İslami kimliği yok edilemedi.21

d-t5.jpg
Günümüzde Müslüman halka uygulanan sindirme ve baskı yöntemlerinden biri ise eğitim alanında kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çince'dir. Bu üniversitelerde okumasına imkan tanınan Müslüman öğrencilerin oranı ise ancak %20'dir. Ekonomik güçlükler ise, Müslüman halkın eğitim seviyesini düşüren önemli bir etkendir. Çince eğitim yapan orta dereceli okullar gelişmiş imkanlara sahipken, Uygur okullarında sıra bile bulunmamaktadır. Okullarda din dersi programlarının esası ateizm üzerine bina edilmiştir.


Otuz yılda dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslümanlara yapılan asimilasyon uygulamalarının bir parçasıdır. Mao, kültür devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken, Uygur alfabesini İslam harflerinden Kirilce'ye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra Latin harflerine geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar İslam harflerine dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır.

Komünist Çin'in Uzakdoğu'daki Anti-İslami Rolü

Doğu Türkistan'da Müslüman Türklere yönelik zulüm şiddetle devam etmektedir. Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadır. Gençler ise, bu zulümden kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadır.

d-t6.jpg

1996 yılından beri on binlerce Uygur Türkü, kamplarda tutulmaktadır ve bu kamplardakilere ağır işkenceler yapıldığı bilinmektedir. Bir insan hakları örgütünün resmi yazısında da belirtildiği gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte ya da meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Çünkü mahkemeler, komünist partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici olansa hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen öldürülmeleridir.

1997 yılının Şubat ayında patlak veren olaylar sırasında yaşananlar ise, Çin zulmünün bir özeti niteliğindeydi.
d-t7.jpg
Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir gecesinde, Kandil nedeniyle bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek emniyet merkezine götürdüler. Mahalle sakinleri ise merkeze giderek kadınların serbest bırakılmalarını istedi. Bunun üzerine işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı ve galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı. 4-7 Şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3 500'den fazlası kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise bayram namazı için camilerde toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç meydanlarda kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik gruplar halinde meydanlarda teşhir edildiler.


Batılı güçler ise her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisiz kaldı.

d-t10.jpg
Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar, Birleşmiş Milletler'in koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. Birleşmiş Milletler'e yapılan tüm başvurular geri çevrilmektedir. 25 milyon Doğu Türkistanlı Müslüman, halen Çin baskısı altındadır ve dünya bu zulme göz yummaktadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" durumdadır. Tutuklulara işkence yapılması ise artık sıradan bir olay haline gelmiştir.


Doğu Türkistan'daki bu vahşeti engellemek için, öncelikle Doğu Türkistan gerçeğini dünyaya duyurmak ve Çin'in bu konuda geri adım atmasını sağlayacak bir uluslararası yaptırım sağlamak gerekmektedir. Çünkü Doğu Türkistan'daki vahşetin en garip yönü, dünyada hemen hiç bilinmemesi ve anılmamasıdır. Çin, kapalı kapılar ardında katliam yapmaktadır ve mazlum Doğu Türkistan halkı dünyaya sesini duyurma imkanlarına sahip değildir. Dünya insanlarının elbirliğiyle Doğu Türkistan davasına sahip çıkması zorunludur.

Doğu Türkistan'da yaşanan bu vahşetin ve zulmün temelinde, komünist Çin'in sahip olduğu dinsiz felsefenin
d-t8.jpg
olduğu unutulmamalıdır. Savunmasız bir halka karşı yöneltilen bu insanlık dışı savaş, materyalist ve dinsiz komünist düşüncenin bir sonucudur. Komünizmin acımasız liderleri 20. yüzyılda, arkalarında kanlı bir ideoloji ve milyonlarca ölüyü bırakmış, vahşi katliamlara imza atmışlardır. Doğu Türkistan bu örneklerden sadece bir tanesidir. Bu belaların tekrar insanlığa zarar getirmelerini engellemenin tek yolu ise, komünizm gibi dinsiz ideolojilerle fikri mücadeleden geçmektedir. Komünist ideolojinin temel dayanaklarının ortadan kaldırılması, komünist zulme de dur demede ilk adım olacaktır.


d-t9.jpg
Kitabın ilk bölümünde de vurguladığımız gibi, komünist ideolojinin temel dayanağı Darwinizm'dir. Marksist felsefenin kurucusu olan Karl Marx Das Kapital adlı yapıtını hayran olduğu Darwin'e ithaf etmiştir. Dünyaca ünlü Marksist-evrimci bilim adamı Stephen Jay Gould da Ever Since Darwin adlı kitabında şunları yazmıştır:


... Marx ile Darwin yazışırlardı ve Marx, Darwin'e büyük saygı gösterirdi... Aslında Darwin ... bir devrimciydi.22

Komünist Çin'in lideri Mao ise, bir söylevinde, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve evrim teorisine dayanmaktadır" diyerek, uyguladığı vahşetin dayanağını açıkça ifade ediyordu.23

Marksizm bağlılarının bu sözleri, geçmişte Rusya, Çin gibi ülkelerde yaşanmış olan ve bugün Çeçenlere, Doğu Türkistan'daki Müslümanlara yapılan acımasız zulmün arkasında yatan ideolojinin Darwinizm olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu zulmün sona ermesi, dünyada barış ve huzurun hakim olması için Darwinist iddiaların geçersizliğinin ortaya konması gerekmektedir. (Darwinizm'in bilimsel ve ideolojik çöküşü için bkz. Evrim Yanılgısı bölümü)



Notlar:
21- İsa Yusuf Alptekin, Unutulan Vatan Doğu Türkistan, Seha Yayınları, İstanbul 1999, s. 160
22- Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin, W. W. Norton & Company, 1992, s. 26
23- K. Mehnert, Kampf um Mao's Erbe, Deutsche Verlags-Anstalt, 1977
Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
Uyandırılmayı bekleyen toprak: SİBİRYA
Ahmet Miroğlu

Uyuyan Topraklar
Bir görüşe göre Sibirya ismi Tatarca “Uyuyan Topraklar” anlamına geliyor. Bu anlam bizce çok manidar. Çünkü bazı mutasavvıflara göre isimler ezelde takdir edilmiştir ve isimle isimlendirilen şey (müsemma) arasında manevi bir bağlantı söz konusudur. Yani isim, bir noktaya kadar belli bir düzeyde insan, canlı ve cansız her ne ise “alem” olduğu o şeyin karakterini, ruh dünyasını yansıtır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz s.a.v. isimlere çok önem vermiş ve islâmî anlayışa uygun olmayan isimleri hemen güzel isimlerle değiştirmiştir. Bu açıdan, Sibirya’nın ismiyle müsemma bir yer olduğunu düşünüyoruz.
Sibirya, senenin büyük bir kısmını kar ve buz altında geçiren bir toprak parçasıdır. Bu nedenle böyle bir yere kim itibar gösterir diyebilirsiniz. İşte bu yazıda bu kar ve buz ülkesine kimlerin itibar ettiğinin cevabını bulacaksınız.
Ne yazık ki müslümanlar, İslâm’ı kuzey kutbuna kadar taşıyan kahramanlarının, onların faaliyetlerinin ve tarihlerinin bilgilerinden uzak kalmışlardır. En acısı da karlar ve buzlar arasında ve Rus baskısı altında dinlerini yaşama çabası veren kardeşlerinden habersizdirler. O kadar ki, elimizdeki rakamlar eskinin eskisidir. Yani kaç kişi olduklarını bile tam bilmiyoruz. Bununla kalsa iyi. Neye ihtiyaçları olduğundan, nasıl haberleşileceğinden, hangi konularda yardımlaşılacağından da habersiziz.
Uyuyan, topraklar mıdır yoksa müslümanların gönülleri mi? Ne dersiniz?..
Sibirya ve İslâmiyet
İslâm tarihçileri, Sibirya’dan ilk defa 14. yüzyılda söz etmeye başlamışlardır. Tarihçi Reşidüddin et-Tabib, bilim çevrelerince ilk dünya tarihi kabul edilen ve miladî 1312 yılında tamamlanan Cami’u- ’t-tevarih adlı eserinde Sibirya’dan sözeder. O zamanlarda Rusların Sibirya’dan haberleri bile yoktur. Sibirya ismini ilk defa yaklaşık yüzyıl sonra 1407’de duyacaklardır.
İslâm’ın Sibirya’da ne zaman yayılmaya başladığı ise bugüne kadar tam olark tespit edilememiştir. Fakat Batı Sibirya’nın, 9. asrın başlarından beri İslâm ülkesi olan Bulgar Hanlığı ve daha 7. asırda müslüman olmuş Harizm ile ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Karadeniz’in kuzeyini vatan edinen ve Karahanlılarla eş zamanlı kabul eden İdil (İtil, Volga Bulgar) Hanlığı ülkemizde maalesef yeterince tanınmamaktadır. 10 bin civarında mescid ve medreseye sahip bu devlet bölgeye yüzyıllarca hükmetmiştir.
Müslümanların yüzakı tüccarlar
Sibirya, samur, kara tilki, sansar ve tiyin kürkleri sağlayan bir ülke olarak çok eski zamanlardan itibaren Orta Asya ve Bulgar tüccarlarının ilgisini çekmekte idi. Harizm ve Buhara tüccarları büyük kervanlarla Kıpçak bozkırlarını aşarak Batı Sibirya’daki İrtiş, Tobol ve İşim (İçim) ırmakları boyundaki şehirlere ve göçebelerin kaleler yakınında kurdukları panayırlara giderlerdi. Bu panayırlarda kürklerin yanı sıra mors ve buzların altından çıkarılan mamut dişleri de önemli ticaret emtiası arasında yer alırdı. Ticaret amacıyla gelen tacirler bölge halkını etkilemekteydi. Hatta tuhaftır, o devre ait paraların bir yüzünde “lâ ilâhe illallah”, diğer yüzünde de Meryem Ana resimleri yer alıyordu.
İslâmiyet, Maveraünnehir ve Harizm’e yerleştikten sonra, onuncu yüzyılda kuzeye doğru Taraz (Talas) ve aşağı Sırderya’da Yenikent (Cend) şehirlerine ulaşmıştı. Sâmânoğulları’ndan İsmail Han, 280/894 yılında Taraz şehrini fethedip Kilise-i Buzurg’u (büyük kilise, dom) camiye dönüştürmüştü. Yerli yöneticiler daha o zaman müslüman olmuşlardı. Fakat yine de 13. asır başlarına kadar Cend ve Çu Irmağı Suğur-ı İslâm (İslâm serhat boyu) olarak kalmıştır. Maalesef Karahanlılar ve Harizmşahlar zamanında İslâm’ın kuzey sınırları Sâmânoğulları devrindeki hattan ileri gidememişti. Ancak Yedisu’da önemli kazanımlar olmuştu.
Buralar Nereler?
Kazakistan’ı ya da Kazan’ı şöyle ya da böyle az çok bilirsiniz. Ohotsk Denizi ile Sahalin’i de bilir misiniz? Ya Yakutsk ve Tobol’u? Omsk ve İşil (İç İl?) isimleri sizce bir anlam ifade ediyor mu?
Öyleyse bir atlas açın veya önünüze bir dünya haritası serin. Lütfen bir kez daha dikkatlice bakın. Japon Denizi’nin üstündeki Sahalin’i ve Ohotsk Denizi’ni gördünüz mü? Dünyanın öbür ucu... Şimdi biraz batıya kayın. İşte Yakutsk. Biraz daha batıya, hafif güneye gelin; işte İrkutsk da orada. Batıya kaymaya devam edin. Önce Tomsk, sonra da Omsk ve Tobolsk çıkacak karşınıza. En son da Kazan. Sibirya’yı en doğusundaki Ohotsk Denizi’nden, en batısındaki Finlandiya’ya kadar boydan boya geldiniz demektir. Müslümanlar yukarıda isimlerini sıraladığımız bu büyük şehirlerde daha kalabalık sayıda olmak üzere, daha başka irili ufaklı yerleşim birimlerine dağılmış durumdadırlar. Yani Sibirya bir uçtan öbür uca -elhamdülillah- müslüman kaynamaktadır. Ve bu müslümanlar şu veya bu şekilde 770’ten 1656’ya kadar bu topraklara hakim olmuşlardır. Bütün bunları öğrendikten sonra heyecanlanmaz mısınız?
Moğol istilası talihsizlik mi, şans mı?
İslâm’ın kuzeye doğru yayılması, esas Moğol istilasından sonra olmuştur. Cengiz, istila ettiği toprakları oğulları arasında paylaştırdığında, Batı Sibirya Çuçi’nin payına düşmüştü. Bu dönemde müslüman Bulgar ve Harizm tüccarları Sibirya’yı bir baştan öbür başa dolaşmaya başlamışlardı. İşte bu ticari kervanlarla Harizm’den gelen İslâm mürşidleri de bozkırlarda ve Batı Sibirya’da halkı İslâm’a davet ediyorlardı. Hafız olan bu kimselere yöre sakini Türkler “abız” diyorlardı.
İslâmiyet, Altınordu Devleti’nin İdil (İtil) boyundaki merkezinde yayıldığı kadar, buraya bağlı Gökordu’nun Sırderya’nın kuzeyindeki merkezi Sığnak şehrinde de yayılmaktaydı. Bu bölgeler tamamıyla Harizmlilerin kültürel etkisi altında idi. Bir asırdan beri İslâm’ı yaymaya çalışan Yesevî dervişleri de faaliyetlerine hız vermişlerdi. Altınordu Hanı Berke’nin (Börke. 1256-1266) müslüman olması, bütün bozkırlarda İslâm’ın büyük zaferler kazanmasını kolaylaştırdı.
Daha sonra Özbek Han (1312-1342), bütün Çuçi ülkesini ele geçirip İslâm’ı devlet dini ilan etti. Buralardaki Türk boyları Özbek Han’ı benimsediler. Böylece Sığnak’tan itibaren bütün İrtiş havzası, Tundıra’daki İçtekler’in (Ostyaklar) bulunduğu sahaya kadar İslâm ülkesi olmuştu. Artık Sığnak şehri tamamen bir İslâm merkezine dönüşmüştü. Özbek Han devrinde Erzene (Erdene, Ertane), Otrar, Savran, Cend ve Barçınkent şehirleri medreselerle, tekkelerle (hangâh), camilerle ve hayır kurumlarıyla bezenmişti.
Özbek Han’dan sonra Batı Sibirya, İslâm devletinin bir eyaleti haline geldi. Toktamış Han (1378-1407) Harizm’de eğitim görmüş bir müslümandı. Kendisini yenip Tümen şehrinde öldüren Emir Timur’un komutanı Edige (Edgü) Bey de kendisini evliya torunu olarak niteliyordu. Sibirya’yı Şıban oğullarından önce yöneten Taybuga soyu da müslüman bir hanedandı.
Şah-ı Nakşibend’in de hedefi Sibirya
Sibirya’da şöyle bir menkıbe nesilden nesile aktarılagelmiştir.
Nakşibendîliğin piri Muhammed Bahaeddin k.s., 797/1394 yılında 366 şeyhi İrtiş boyundaki müşrikleri irşad için kuzeye, Sibirya’ya göndermiştir. Menkıbeye göre, Kıpçak diyarında Şıban Han bu şeyhlerin emrine 1700 asker vererek gaza-yı ekbere yollamıştır. O devirde İrtiş boyunda puta tapan Tatarlar, Kara Kıpçaklar ve İçtekler yerleşikti. Mürşidlerin çoğu, İrtiş Nehri ile bu nehrin kolları olan Tobol, Vağay, Yurum ve daha başka ırmaklarda şehit oldular. Geride kalanlar İslâm’ı öğretmek amacıyla Nogay ve Kara Kıpçaklar arasına İrtiş boyuna yerleştiler. Hâlâ Tobol, Tara ve Tümen’de onların neslinden hocalar ve şeyhler vardır.
İslâm’ın Batı Sibirya’ya köklü bir biçimde yerleşmesinde rol oynayan hükümdarlardan biri de Küçüm Han (1563-1598)’dır. Hatta Rus tarihçiler, İslâm’ın Sibirya’ya onun sayesinde girdiği kanaatindedirler. Fakat biz yukarıda da anlattığımız üzere, Batı Sibirya’nın Küçüm Han’dan çok önceleri İslâmlaşmaya başladığını görüyoruz.
Fakat Sibirya yerlilerinin çoğunun Küçüm Han zamanında müslüman olduğu gerçektir. İslâmiyet’in iyice yerleştiğini gören hükümdar, Buhara’dan din adamları getirilmesini istemiştir. Buraya gelen muhacirlere (mürşidlere) “sart” adı verilmiştir.
Rus istilası biraz gecikseydi Sibirya’daki bütün Türkler ve Finler müslüman olacaktı
16. asırda başlayan Rus istilası bir asır daha gecikmiş olsaydı, belki de Sibirya’daki bütün Türk ve Fin kavimleri islâmlaşmış olacaklardı. Ruslar istila ettikleri yerlere büyük manastırlar yapıyor ve yerli halkı hıristiyanlaştırmak için yüzlerce misyoner getiriyorlardı. Üstelik müslümanlara karşı çok acımasızdılar. Buna rağmen Sibirya’da İslâmiyet sarsılmadı. Sibirya müslümanları bir asırdan fazla savaştılar. Sonunda Ruslar Sibirya’da İslâmiyet’i resmen tanımak zorunda kaldılar. 1794 yılında Tara şehrinde cami yapılmasına izin verdiler. 19. asrın başından bu yana, Sibirya şehirlerinin çoğunda cami veya mescid- mektepler yapılmaya devam etti. Bu bakımdan birçok şehir İslâm şehri niteliğine kavuştu. Troysk ve Kızılcar’da 6 cami 6 medrese, Simey’de 5 cami 5 medrese vardı. Tomsk ve Omsk gibi Sibirya’nın büyük yönetim merkezlerinde büyük ve muhteşem camiler yapıldı.
En son 20. yüzyılın ilk yıllarında Abdürreşid İbrahim Efendi adlı ünlü İslâm alimi ve idealist gezgin, Sibiryalı müslümanlar hakkında değerli bilgiler vermiştir. (Dergimizin 1999 Nisan sayısında bu zatla ilgili bir yazı yayınlanmıştı). Ona göre yerli Türkler, iç Rusya’dan gelen müslümanlarla dil birliğinin de katkısıyla kısa zamanda kaynaşmışlardır. Müslümanlar aynı köyü paylaştıkları daha kalabalık nüfusa sahip Ruslardan daha etkindirler. Bu köylerde müslümanların mescit ve mektepleri olmasına rağmen, devlet desteğini arkasına alan Rusların ne kiliseleri, ne de mektepleri var. Açinsk, İrkutsk ve Vehneudinsk gibi şehirleri gezen Abdürreşid İbrahim Efendi, müslümanların İrkutsk’ta 1000 nüfuslu bir mahalleye, muhteşem camilere, erkek ve kız öğrencilerin ayrı ayrı eğitildiği mekteplere sahip olduklarını gözlemlemiştir.
Sibirya’yı tanıyalım
Sibirya, 12.800.000 km2 alana sahiptir ve hayal edilemeyecek genişlikte orman ve tayga (özellikle sivri yapraklı ağaçlardan oluşan Sibirya’ya has bir tür orman) alanlarını kapsar. Burada yaklaşık bir milyon göl, 53.000 nehir ve engin bir doğal kaynaklar deposu vardır. Her ne kadar kışın sıcaklık sıfırın çok altına düşse de, yazları gayet sıcak olabilmektedir. Sibirya- ’yı bir baştan öbür başa aşan Trans-Siberian Demiryolu, dünyanın en uzun demiryoludur. Hat, kurak kutup alanlarını, tundra ve stepleri aşarak Batı Avrupa’dan daha büyük bir araziyi ikiye böler.
Kaynak: Semerkand dergisi, 02/2003
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
CEZAYIR -
Bitmek Bilmeyen Baski ve Zulmün Kanli Bilançosu
[SIZE=+1]K[/SIZE][SIZE=-1]uzey Afrika'da Islam'in yayilmasinda çok önemli bir yer tutan Cezayir, uzun yillardir hem toplumsal hem de siyasi açidan büyük bir kaos içinde yasamaktadir. Türk ve dünya kamuoyunun özellikle son on yildir katliam haberlerini duymaya alistigi Cezayir'de, çatismalarin kökeni çok daha eskilere dayanir.[/SIZE]
[SIZE=-1]Fransa'nin Cezayir'i Isgali[/SIZE]
[SIZE=-1]Cezayir 16. yüzyildan 19. yüzyila kadar Osmanli yönetiminde huzur, güvenlik ve baris içinde yasadi. Ancak Osmanli'nin dagilma süreciyle birlikte sömürgeci güçler de Islam topraklarini paylasmaya basladilar. Paylasilan bu topraklardan birisi de Cezayir idi. Fransiz ordulari 1827 yilinda 37 bin askerle Cezayir'i isgale basladilar. Üç yil süren askeri saldirilarin sonucunda Cezayir topraklari tamamen Fransizlarin denetimine geçti. Zengin petrol yataklarina sahip olan ve Akdeniz'de oldukça stratejik bir liman özelligi tasiyan Cezayir, Fransa için son derece degerli bir toprakti. Ülke 1830 yilinda Fransa topraklarina katildi ve 132 yil boyunca Fransa'nin sömürgesi olarak kaldi.[/SIZE]
[SIZE=-1]
yak21_1.jpg
Sömürgecilik anlayisinin bir geregi olarak kendileri disindaki milletleri ikinci sinif insanlar olarak gören Fransizlar, isgal ettikleri tüm topraklarda oldugu gibi, Cezayir'de de baskiya ve siddete dayanan bir sistem kurdular. Bir taraftan kültürel asimilasyon basladi. Ilk önce Arapça konusmak ve egitim görmek yasaklandi. Resmi konusma dili sadece Fransizca olarak kabul edildi. Bu politika halkin ulusal kimligini ve kültürel birikimini yok etmeyi hedefliyordu. Daha sonra Cezayir bir yandan ekonomik olarak tam anlamiyla Fransa'ya bagimli hale getirilirken, bir yandan da ülkenin siyasi yapisi Fransa'nin menfaatleri dogrultusunda yeniden insa edildi.[/SIZE]
[SIZE=-1]Fransa'nin 1827'de baslayan isgaline karsi Cezayir'de ilk direnis 1832'de Maskara Emiri Abdülkadir tarafindan gerçeklestirildi. Mücadele sirasinda binlerce Cezayirli Müslüman öldü ve Fransizlar da ülkeye tamamen hakim oldular. Cezayir'de ilk ayaklanma girisiminden sonraki süreç boyunca, halkin sömürgeci güçlere karsi duydugu öfkeyi tek bir semsiye altinda toplayabilecek bir güç bulunmamaktaydi.[/SIZE]
[SIZE=-1]Bagimsizlik için yapilan birtakim girisimler de uygulanan baski ve siddet politikalarinin bir sonucu olarak son derece kati bir sekilde bastirildi. 20. yüzyilin ortalarina kadar ülkedeki yapi bu sekilde devam etti.[/SIZE]
yak21_2.jpg

[SIZE=-1]
II. Dünya Savasi'nin baslamasiyla birlikte Cezayir topraklarinda yeni bir dönem basladi. Nazi Almanyasi önce Fransa'yi, ardindan da Cezayir'i isgal etti. Cezayirli vatanseverlerin pek çogu Naziler tarafindan tutuklandi, büyük kismi toplama kamplarina konuldu veya katledildi. 1942 yilinda müttefik güçlerin Alman isgaline son vermesi ile birlikte Cezayir için yeni ve demokratik bir çagin baslayacagini düsünen Cezayirli aydinlar kisa sürede çok büyük bir yanilgi içinde olduklarini anladilar.

1943'de Ferhad Abbas önderliginde bir grup, sömürgecilik döneminin sona ermesi, savasin bitiminde bagimsiz bir devlet kurulmasi, yeni bir anayasa yapilmasi, Cezayirlilerin yönetimde etkin olmasi ve tüm düsünce suçlularinin serbest birakilmasi gibi maddeleri içeren bir teklifi müttefik güçlere sundular. Müttefik güçlerle birlikte Almanya'ya karsi savasan Cezayirliler, hakli taleplerinin müttefikler tarafindan kabul görecegini sanmislardi. Oysa götürdükleri tekliflerin hiçbiri kabul edilmedi. Dahasi, Cezayir halki için yeni bir katliam kapida bekliyordu.[/SIZE]
[SIZE=-1]8 Mayis 1945'de II. Dünya Savasi'nin sona ermesi vesilesiyle yapilan kutlamalar esnasinda halk Cezayir bayragi açinca, ortalik bir anda kan gölüne döndü. Fransiz askerleri Cezayir bayragi tasiyan kutlamacilarin üzerine ates açti ve 40 kisiyi gözünü kirpmadan öldürdü. Bu vahset bölgedeki diger Müslümanlar arasinda büyük tepkilere neden oldu, gösteriler büyüdü, Fransa ise buna karsilik vahsetin dozunu artirmaya karar verdi. Ordu birlikleri sivil halkin üzerine rastgele ates açmaya basladilar. Sonunda, Amerikan kaynaklarinin rakamlarina göre yaklasik 45 bin Cezayirli Müslüman bu olaylar esnasinda can verdi. Pek çogu da yaralandi. Tarihe Setif Katliami olarak geçen bu olaylari takiben Fransizlarin kati ve baskici rejimi tekrar uygulamaya konuldu. Tüm siyasi faaliyetler yasaklandi. Binlerce Cezayirli hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklandi. Cezayirliler bir kez daha sömürgecilerin zulmünü aci bir tecrübeyle görmüs oldu.[/SIZE]
[SIZE=-1]Setif katliamindan sonra geçen on yil, bagimsizlik hareketlerinin olgunlasma süreci oldu. 1 Kasim 1954'de direnisçi güçler tarafindan yayinlanan bir bildiri ile Cezayir halki bagimsizlik ve hürriyet için ayaklanmaya davet edildi. Ayni yil içinde kurulan Ulusal Kurtulus Cephesi (FLN) ve Ulusal Kurtulus Ordusu (ALN) bagimsizlik hareketinin öncüleri oldu. Ulusal Kurtulus Cephesi homojen bir yapi degildi ve semsiyesi altinda pek çok farkli siyasi görüse sahip halk birlesmisti. FLN, Eylül 1958'de Kahire'de toplanarak Geçici Cezayir Hükümeti'ni kurdu.[/SIZE]
[SIZE=-1]Bu arada Fransa elbette zengin petrol ve dogalgaz yataklarina sahip olan Cezayir'i kaybetmek istemiyordu. Üstelik zengin dogal kaynaklari olan bir Müslüman ülkenin varligi hem Fransa'yi hem de diger Islam karsiti güçleri rahatsiz ediyordu. Böyle bir devletin diger Müslüman Afrika ülkeleri üzerinde "domino etkisi" olusturacagini hesaplayan Fransiz yönetimi, yeni katliamlara yöneldi. Cezayir, bagimsizligini ilan edene kadar pek çok köy Fransizlar tarafindan yakildi, okullar ve camiler yikildi. Binlerce insanin canina mal olan bu süreç esnasinda Fransizlar, Cezayir halkinin ekinine ve hayvanlarina da zarar vermeyi ihmal etmiyorlardi. 400 bin bag sökülürken, binlerce hayvan da bogazlandi.[/SIZE]
[SIZE=-1]Ancak yillarca Cezayir'i yakip yikmaktan, masum insanlari, kadinlari, çocuklari ve yaslilari katletmekten çekinmeyen Fransa, sonunda Cezayir halkinin bagimsizlik azmi karsisinda yenik düstü. Fransa Cumhurbaskani Charles De Gaulle 1959 yilinda Birlesmis Milletler'de yaptigi bir konusmada Cezayir'e bagimsizlik taninacagini açikladi. Tarihe Evian Anlasmasi olarak geçen anlasmayla FLN ve Fransa ateskes ilan etti ve 1962 yilinda Cezayir bagimsizligina kavustu. Sömürgeci Fransa'ya karsi 7.5 yil boyunca verilen bagimsizlik mücadelesi, ardinda çok agir bir bilanço birakmisti: 1.5 milyon Cezayirli Fransa'nin siddet uygulamalari sonucunda yasamini yitirmisti.[/SIZE]
[SIZE=-1]Fransa'nin uyguladigi tüm bu vahsetin, Allah'in bizlere Kuran'da bildirdigi inkarci ve bozguncu karakterin bir tekrari olduguna da dikkat etmek gerekir. Bir savas sirasinda savunmasiz halkin tüm geçim kaynaklarini yok etmek, hayatlarini dahi devam ettiremeyecekleri bir kitlik olusturmak, onlari yokluk ve sefalet içinde birakmak, tarih boyunca tüm zalim yöneticilerin uyguladiklari bir yöntem olmustur. Allah Bakara Suresi'nde geçmiste ve günümüzde tüm zalim ve baskici yöneticilerin ayni yöntemi izlediklerine söyle isaret etmektedir:[/SIZE]
[SIZE=-1]O, is basina geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çikarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculugu sevmez. (Bakara Suresi, 205)[/SIZE]
[SIZE=-1]Ancak unutulmamalidir ki, bu bozgunculugu yeryüzünde uygulayan insanlar ahirette hüsranla karsilasacaklardir. Kuran'da tüm Müslümanlar söyle müjdelenmistir:[/SIZE]
[SIZE=-1]Iste ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armagan) kilariz. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)[/SIZE]
[SIZE=-1]Fransizlarin Cezayir Halkina Uyguladiklari Iskence[/SIZE]
[SIZE=-1]Fransiz yönetiminin Cezayir'de uyguladigi politikayi dönemin Olaganüstü Yönetim Komutani Jacques Massu'nun sözleri çok özlü bir sekilde ortaya koymaktaydi:[/SIZE]
yak21_3.jpg

[SIZE=-1]Iskence mi? Elbette iskence uyguluyoruz. Basinin belli bir kesimi bu konuyu isleye isleye bizi biktirdi. Fakat baska nasil davranmamizi istersiniz?24[/SIZE]
[SIZE=-1]Dönemin La Croix dergisi muhabirlerinden Jacques Duquesne'nin dile getirdigi izlenimler ise çok daha tüyler ürpertici idi:[/SIZE]
yak21_4.jpg
[SIZE=-1]Iskence ve insanlarin kaybolmasi sorunlari zihinleri devamli bir sekilde mesgul etmekteydi. Erkekler, bazen de kadinlar tutuklaniyor ve daha sonra kendilerinden hiç haber alinamiyordu. Cesetlerinin tas baglanarak denize atildigi biliniyordu. Sayilarinin genellikle 3 bini buldugu ileri sürülüyordu, ama Cezayir Belediye Baskani Jacques Chevallier, 5 bin gibi bir rakamdan söz açmisti. Fransiz askerlerin baski ve sindirme yöntemlerine irza saldiri ve köyleri ortadan kaldirma uygulamalari da dahildi. Bir askerin anlattigina göre, hastabakici olarak görev yaptigi birliginde hemen hemen her sabah gece boyunca iskence gören kisileri tedavi ediyordu. Hemen hemen her yerde en çok uygulanan iskence sekli ise bazen kadinlarin cinsel organlari da dahil olmak üzere vücudun her yerine elektrotlar yerlestirilerek cereyan vermekti. Diger iskence yöntemleri ise insani yok etme amacini tasiyordu. Kurbanin ya hortumla agzinin içine su sikiliyor, ya tirnaklari sökülüyor, ya basi su dolu küvete daldiriliyor ya da ayaklari zorlukla yere degecek sekilde saatlerce bileklerinden asili tutulmasi saglaniyordu. Ve daha baska yöntemler. Bütün bunlari yazmak kolay degil. Ben bildiklerimin sadece çok az kismini söyledim.25[/SIZE]
yak21_5.jpg


[SIZE=-1]Bagimsizlik Ne Degistirdi?[/SIZE]

[SIZE=-1]Cezayir görünüste 1962 yilinda bagimsizligini kazandi, ancak Müslüman halk için degisen pek birsey olmadi. Bagimsizligin ilani ile birlikte iktidari ele geçiren Ulusal Kurtulus Cephesi (FLN) tam anlamiyla sömürgeci Fransa'ya bagli bir organizasyona dönüstü. Bu parti 20. yüzyilda Islam dünyasinda sikça karsilasilan bir gelenegi sürdürdü ve baskici bir rejim olusturdu. Bu baskici rejimin yöneticileri iktidarlari boyunca ülkenin basta dogal gaz ve petrol olmak üzere zengin dogal kaynaklarini sömürdü. Bu nedenle iktidarlari boyunca FLN yöneticileri ve onlarin yandaslari büyük servet elde ederken halk da gittikçe fakirlesti. Öyle ki 1990'li yillarda ülkedeki issizlik orani %70'lere tirmanmisti. Ancak Müslüman halka karsi uygulanan tüm bu baski ve sömürü politikasi bir yandan da kendi sonunu hazirliyordu.[/SIZE]
yak21_6.jpg

[SIZE=-1]Cezayir'deki tüm bu gelismeler halkin bir dizi gösteri, boykot ve protesto ile kizginligini dile getirmesine ve iktidari zorlamasina neden oldu. Tek partili sisteme karsi, çogulculuk ve serbestlik isteyen sesler yükseldi. Bunun sonucunda 1989 yilinda çok partili sisteme geçildi. Bunun ardindan yapilan yerel seçimlerde Islami Kurtulus Cephesi (FIS) büyük bir basari kazandi.[/SIZE]

[SIZE=-1]Genel seçimler 26 Aralik 1991 tarihinde yapildi. Seçim iki turluydu. 30 Aralik 1991 günü sonuçlar açiklandi. FIS 232 sandalyeden 188'ini kazanarak ezici bir üstünlük saglamisti. Iktidar partisi FLN ancak 15 parlamenter çikarabilmisti. Seçimlerin ikinci turu yalnizca bir formalite olarak gözüküyordu. Ikinci turdan da FIS'in zaferle çikacagi kesindi.[/SIZE]

[SIZE=-1]Ancak ülkedeki baskici yönetim buna müsaade etmedi. Genelkurmay Baskani Halid Nezzar'in önderligindeki ordu, birbirini izleyen ilginç olaylar sonucunda bir askeri darbe ile iktidari ele aldi. Bu arada darbeyi sözde mesrulastirmak için pek çok provokasyon ve yalan haber de üretilmisti. Basbakan, seçim sonuçlari belli olmadan önce "seçimler sükunet ve güven içerisinde geçti" gibi açiklamalar yaparken, sonuçlar belli olduktan sonra "seçimler yeteri derecede özgür ve hilesiz geçmedi" seklinde bir açiklamada bulunarak kendince FIS'in seçimde hile yaptigini ya da zor kullandigini ima etmisti.[/SIZE]

[SIZE=-1]Darbenin gelisimi de oldukça ilginçti. Birbirini izleyen olaylar darbenin önceden planlanmis ve uygulamaya konmus bir senaryo oldugunu gösteriyordu. Darbeden sonra ise dünyaya verilen telkinin aksine, Müslümanlar bir "iç savas" baslatmadilar. Iç savasi baslatanlar, darbeyi yapanlardi. Islami Kurtulus Cephesi, bütün taraflari güç kullanmaksizin, barisçi ve saglikli yollara basvurmaya davet etti. Ancak iktidarin cevabi FIS'in binlerce üye ve taraftarini tutuklayip, hapishanelerde onlara en agir iskenceleri yapmak oldu.[/SIZE]

[SIZE=-1]Aradan geçen yillar ise Cezayir halki üzerinde uygulanan baskida hiçbir degisiklik yapmadi. Müslümanlarin üzerine atilan provokatif eylemlerden sonra olaganüstü yetkilerle donatilmis mahkemeler kuruldu ve Müslümanlar kogusturmaya ugradi. Baslangiçta olaylara barisçi yollardan, serinkanli bir sekilde yaklasan FIS ve taraftarlari artan baski ve adaletsizlikler dolayisiyla bu tutumlarini terk etmeye basladilar. Bir grup kendilerine karsi güvenlik güçlerinin düzenledigi silahli saldirilara karsi silahla kendilerini savunmaya basladilar. Sonuçta Cezayir bir iç savas yasamaya basladi.[/SIZE]
yak21_7.jpg

[SIZE=-1]Cezayir Iç Savasi'ni Kim Yönetiyor?[/SIZE]

[SIZE=-1]Cezayir'deki iç savasta tek bir hedef vardi: Müslümanlarin gücünün gerekirse fiziksel imha yoluyla ortadan kaldirilmasi. Bunun için "anti-terör timleri" adi altinda ölüm mangalari olusturuldu. Bu mangalar hedef olarak seçtikleri Müslümanlari fail-i meçhul yöntemiyle öldürdüler. Itirafçi bir Cezayir polisi bu "fail-i meçhul" yönteminin örneklerini anlatmis, özel timlerin hedef Müslümanlarin kapisini çalip, kapiyi açana kursun bosalttiklarini haber vermisti.26 1984-88 yillari arasinda Cezayir'de basbakanlik yapan Prof. Dr. Abdülhamid Ibrahimi de Müslümanlara karsi girisilen savasin yöntemlerini söyle anlatmisti:[/SIZE]
[SIZE=-1]Ocak 1992'deki hükümet darbesinden beri pek çok masum insan aralarinda ögretmenler, mühendisler, avukatlar, doktorlar, ögrenciler olmak üzere keyfi olarak tutuklandilar, insanlar yargilanmadan gözetim kamplarina gönderildiler veya insanlik disi sartlar altinda hapishanelere atildilar. Daha da ötesi her gün genç Cezayirliler hiçbir sebep olmaksizin idam mangalari tarafindan öldürülüyor. Tek sebep rejim için potansiyel bir tehlike olarak görülmeleri.27[/SIZE]
[SIZE=-1]Ingiliz The Observer gazetesi yazarlarindan John Sweeney'nin gazetenin 16 Kasim 1997 tarihli sayisinda yayinladigi "We accuse 80.000 times" (80.000 kez suçluyuz) baslikli makalesi de eski basbakan Abdülhamid Ibrahimi'nin sözlerini destekler nitelikte idi. Cezayir konusuna özel ilgi duyan Sweeney, ülkedeki katliamlara bizzat sahit olan kisilerle yaptigi görüsmeler sonucunda katliamlar hakkindaki görüslerini su sekilde dile getirmekteydi:[/SIZE]

[SIZE=-1]... Ancak delillerin agirligi Cezayir Devleti'ni mahkum ediyor. Generallerin 1991 seçimlerini iptal edip, halki aldatmasindan bu yana yaklasik 80 bin kisi öldürüldü. Hükümet, hakim güç yolsuzluklara batmis, nefret ediliyor ve ancak terörün hükümranligi sayesinde ayakta kaliyor. Uluslararasi Af Örgütü'nün, Insan Haklari Örgütü'nün, Uluslararasi Insan Haklari Federasyonu'nun, Sinir Tanimayan Gazeteciler Dernegi'nin delillerine olsun veya Cezayir'in kendi devlet kontrollü medyasinin delillerine olsun bir bakin...[/SIZE]

[SIZE=-1]Cezayirli bir gizli polis ile yaptigi röportaj ile tüm dünyada büyük yanki uyandiran John Sweeney, acimasizca katledilen masum insanlarin ölümlerinden basta Fransa olmak üzere pek çok Batili ülkeyi sorumlu tutmakta idi. Çünkü yaptigi röportajlar ve edindigi izlenimler Cezayir'de sürdürülen terörün devlet destekli oldugunu göstermekteydi. Ve bu tüm dünyaca biliniyor olmasina ragmen hiç kimse buna "dur" demiyor, hatta mümkün oldugunca bu konudan bahsetmemeyi tercih ediyorlardi. Diger bir deyisle "Cezayir Devleti ve Bati'daki dostlari karanlikta is yapmayi tercih ediyorlardi."[/SIZE]


[SIZE=-1]Cinayetlerin Gerçek Failleri[/SIZE]

[SIZE=-1]John Sweeney bu yazisinda üç ayri katliam olayini da örnek olarak veriyor ve Müslümanlara mal edilen cinayetlerin gerçek failinin kim oldugu sorusunun cevabini gözler önüne seriyordu. Bu olaylardan birincisi Temmuz 1994'de gerçeklesmisti. G-7 liderlerinin Napoli'de toplandiklari gün yedi Italyan denizcisi Cezayir'in Cicel yakinlarindaki Cencen limaninda, iddiaya göre "asiri Islamcilar" tarafindan bogazlari kesilerek öldürüldüler. Bati basini tarafindan saldiriyi gerçeklestiren "radikal Islamcilar" hemen siddetle kinandilar, hatta ABD eski Baskani Clinton da Islamcilari kinayan bir bildiri yayinladi.[/SIZE]


[SIZE=-1]Ancak Sweeney'nin yazisinda kaynak olarak kullandigi Cezayir Gizli Polisi üyelerinden Joseph ise bu saldiri hakkinda Batili kaynaklar gibi düsünmüyordu. Joseph olaydaki katillerin gizli polisteki mesai arkadaslari oldugunu söylüyordu. Isin ilginç yani Cencen limani bu saldirinin gerçeklestirildigi esnada askeri bölge sinirlari içerisindeydi ve oldukça siki korunan bir donanma limaniydi. John Sweeney de olaydaki siradisi gelismelere yazisinda su sözleri ile dikkat çekmekteydi:[/SIZE]

[SIZE=-1]Donanmanin kislasi Italyan askerlerin öldürüldügü geminin birkaç metre yanindaydi. Eger katiller Islamci asirilar ise, askeri giris kapisindan geçmeleri, usulca kislayi asmalari, Italyan mürettabatin bogazlarini kesmeleri, sonra ortadan kayboldugu anlasilan 600 tonluk yükü bosaltmalari ve sonra da yine kimseye görünmeden parmak uçlari üzerinde usulca geri dönmeleri gerekiyordu.[/SIZE]

[SIZE=-1]Sweeney'nin yazisinda örnek verdigi ikinci olay da en az birincisi kadar ilginçtir:[/SIZE]

[SIZE=-1]... 1995 yilinda Paris'te arka arkaya patlayan bombalar sonrasinda yine Islamci çevreler suçlanmis ve Bati da buna destek vermisti. Oysa Gizli Polis Üyesi Joseph bombalarin planlayicilarinin Cezayir gizli polis komutanlari General Tevfik ve General Smain oldugunu ve operasyonun Cezayir'in Paris Büyükelçiligi'nden yürütüldügünü anlatmakta idi. Nitekim bu bombalama olaylarinin ardindan dönemin Fransa Içisleri Bakani Jean-Louis Debré'ye bir yemek sirasinda bombalarin ardinda Cezayir gizli polisi olma ihtimali soruldugunda, Bakan su sekilde cevap vermisti: "Cezayir askeri istihbarati bizi yanlis yöne sevk etmek, böylece onlari rahatsiz edenleri ortadan kaldirmamizi saglamak istiyorlar."[/SIZE]

[SIZE=-1]Söz konusu yazida örnek verilen üçüncü olay da son derece esrarengiz bir sekilde gerçeklesmistir. John Sweeney bu olayi söyle anlatiyor:[/SIZE]

[SIZE=-1]1997 yilinda Cezayir'in güneyinde dev boyutlarda üç katliam yapildi. Her üçü de kislalarla çevrili yogun koruma altindaki bir bölgede gerçeklestirildi. 200 kisinin girtlagini kesmek uzun zaman alir. Cezayir mahkemelerine bu büyük katliamlarin herhangi biri için kimse çikarilmadi. Katiller rejimin itirafina göre rahatsiz edilmediler.[/SIZE]

[SIZE=-1]John Sweeney'nin anlattigi olaylardan bir benzeri de Jeune Afrique dergisinde yayinlandi. Dergi Cezayir'in Seydi Musa bölgesinde gerçeklestirilen ve 300 kisinin katledilmesiyle sonuçlanan vahsetle ilgili olarak görgü taniklarinin söylediklerine yer vermekteydi. Bu olay Cezayir gerçegini görebilmek açisindan son derece önemlidir:[/SIZE]
yak21_8.jpg

[SIZE=-1]Seydi Musa'da ordu karargahinin hemen yakininda gerçeklestirilen ve bes saat süren katliama hiçbir askeri müdahalenin yapilmamasi en çekici husus olarak gösterilmekte. Katliamdan kurtulan kisilerin 'yardim için bagirdik, güvenlik güçleri yakinimizdaydi, ancak sabah saatleri ile birlikte ilk gelenler itfaiye ekipleri oldu' seklindeki açiklamalari, evlerden çikan alev ve dumanin, saldirganlarin otomatik silahlarindan yayilan sesin güvenlik güçlerinin dikkatini çekmemesi Cezayir'deki katliamlarin arkasindaki güçlerin kimler oldugu hakkinda yeterli bilgi veriyor.28[/SIZE]

[SIZE=-1]Cezayir'de olup bitenler hakkindaki düsüncelerinde Abdülhamid Ibrahimi ve John Sweeney yalniz degiller aslinda. Cezayir'deki gelismeleri yakindan takip eden pek çok uzman, yasanan katliamlarin ve terör olaylarinin ardinda cunta destekli Cezayir hükümetinin oldugu konusunda hemfikirdirler. Bu kisilerden birisi de RAND Corporation adina çalisan eski CIA ajanlarindan Graham Fuller'dir. Fuller hem Cezayir'deki terörist faaliyetlerin, hem de Paris'te patlayan bombalarin sorumlusunun cunta adina çalisan askeri birimler oldugunu belirtmekte ve amaçlarini söyle dile getirmektedir:[/SIZE]

[SIZE=-1]Dünya kamuoyunu manipüle etmek. Bu konuda Batili istihbarat birimlerinin bilgisi var. Yanlis bilgilendirme yoluyla kamuoyunu etkilemeye çalisiyorlar.29[/SIZE]
[SIZE=-1]Öte yandan katliamlardan sorumlu tutulan cuntada yer alan generallerin pek çogunun geçmiste Fransa ordusunda görev yapmis olmalari da bizlere çok önemli ipuçlari vermektedir. Bu kisiler Cezayir'in bagimsizlik savasi esnasinda Fransiz ordusunda görevliydiler, yani Fransa'nin isbirlikçileriydiler. Örnegin Genelkurmay Baskani Muhammed Amari, Fransa ordusunda subaydi. Cezayir'in bagimsizligini kazanmasindan çok kisa bir süre önce Cezayir ordusuna katildi. Istihbarat Daire Baskanligi'ni yürüten General Tevfik ve askeri darbenin lideri ve eski Savunma Bakani General Halid Nezzar da Fransa ordusunun subaylari arasinda yer almaktaydirlar.30[/SIZE]
[SIZE=-1]Tüm bu yasananlarin yani sira eski basbakan Abdülhamid Ibrahimi'nin "Tüm terör olaylari hemen Müslümanlarin üzerine atiliyor. Oysa Müslümanlar katliamlarla hedefe ulasamayacagini biliyorlar" sözleri ile birlikte dikkat çektigi bir baska husus daha var. Ibrahimi bu sözlerinin ardindan Cezayir'deki devlet terörünün asil olarak Fransa'dan yönetildigini ve 1962'de Cezayir bagimsizligina karsi kurulan kontrgerilla örgütü OAS'in eski elemanlari tarafindan örgütlendigini vurgulamisti.31[/SIZE]
[SIZE=-1]Bugün ise petrol ve dogal gaz yataklari gibi zengin dogal kaynaklara sahip olan Cezayir'de hala huzur ve baris saglanmamistir.[/SIZE]
[SIZE=-1]Notlar:[/SIZE][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif][SIZE=-2]

24- L'Express, 30 Kasim 2000
25- L'Express, 30 Kasim 2000
26- Le Monde, Mart 1995
27- EIR Executive Intelligence Review, 8 Aralik 1994
28- EIR Executive Intelligence Review, 8 Aralik 1994
29- Altinoluk, Ekim 1997
30- http://www.kanal7.com/zdosya/cez.htm, Cezayir Gerçegi, Kanal 7 Haber Programi, 6 Nisan 1998
31- http://www.aitco.com/~sonuyari/ eskiler/su97e/sm315.htm
[/SIZE][/FONT]
Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
PERU'DA ISLÂMIYET
AHMET MIROGLU

“Bolluk ülkesi”

Islâm'in dogdugu Arabistan nere, Güney Amerika nere?.. Arada binlerce kilometrelik mesafe, derin, karanlik, kabardi mi önünde durulmaz okyanuslar...

Ve bati sahillerinde kitanin üçüncü büyük ülkesi. Büyük Okyanus kiyisinda And daglari boyunca uzanan 1.285.216 km²'lik bir ülke. Kuzeybatidan Ekvator, kuzeydogudan Kolombiya, dogudan Brezilya ve Bolivya, güneyden Sili, batidan da Büyük Okyanus ile çevrili. Adini Keçuva yerli dilinde “bolluk ülkesi” anlamina gelen bir sözcükten alir.

12. ve 16. yüzyillar arasinda And daglarinda büyük bir imparatorluk kuran Güney Amerika'nin yerli halki ünlü Inkalar'in besigi olan ve bu imparatorlugun “Kayip Vadi”sinin kalintilarini barindiran bu ülkenin adi Peru'dur.

Simdilik bizi Peru'nun tarihi geçmisinden çok, Islâmi kimligi ilgilendiriyor.

Ne mutludur ki, okyanus asiri, binlerce kilometre uzakliktaki bu ülke de Islâm'la tanisma serefine ermistir. Hem de günümüzden yüzyillar önce.

Hilal parki

Su anda önümde, herhangi bir Islâm ülkesinden alinmis gibi duran ve küçük bir açik hava mescidini veya minyatür bir sadirvani andiran bir yapinin fotografi var. Yerden birkaç basamakla yükselen parmaklikli haremiyle, Endülüs Islâm mimarisinin gözde renklerini andiran renkleriyle, piril piril güzelim mermer sütunlar üzerine kurulmus at nali kemerleriyle, kubbemsi sekizgen mimari biçimiyle, tepesini taçlandiran Islâm'in simgesi hilaliyle gözlere ziyafet çeken söz konusu bu fotograf acaba nerede çekilmis dersiniz?

Peru'da çekilmis ve baskent Lima'da bulunan parkin bir bölümünü gösteriyor. Resmi, Perulu bir müslüman yayinlamis. Park, okyanusa çok yakin bir mevkide, Magdalena del Mar semtinde yer aliyor. Yapinin kesin insa tarihi maalesef bilinmiyor. Fakat Peru'ya yerlesen müslümanlarin geride biraktigi çok sayidaki tarihi mirastan birisi oldugu açik. Park bugün halen “El Parque de la Media Luna” (Hilal Parki) olarak aniliyor.

Okurlarimiz, Amerika'yla Afrika arasinda Islâm'in neredeyse ilk çaglarindan itibaren yakin iliski ve baglantilar bulundugunu, müslümanlarin Amerika'yi Kristof Kolomb'dan çok uzun zaman önce bildigini, buraya dinî ve ticari amaçli ziyaretler yaptigini açikça ispatlayan bazi delillere kismen yer verdigimiz yazilari (mesela, Uzak Kita Amerika) hatirlayacaklardir. Bu açidan Peru'daki Islâm varliginin temellerini çok eski tarihlere indirgemek mümkündür. Fakat biz biraz daha yakin çaglara deginmek niyetindeyiz.


Ilâhi tecelliler

Ölüm gecesine “seb-i arus” (dügün gecesi) adini veren meshur sufi Mevlâna Celaleddin Rumi k.s., “Burada ölmeyi gördün ya, oradaki dogmayi da seyret!” buyurmustur. Insan, ilâhi tecellilerle karsi karsiya kalinca, gerçekten her ölüm bir dogus, her yikim bir yapim, her tahrip bir insa midir diye düsünmeden edemiyor. Peru'da Islâm'in ve müslümanlarin izini takip ederken, üç tatsiz olayin Islâmiyet'in Güney Amerika'ya yayilisina hizmet ettigini gördük.

Insanlik tarihi, herhalde Ispanya Engizisyon mahkemelerinin müslümanlara yaptigi türden bir soykirim ve katliama nadiren sahit olmustur. Ölümün, yikimin, tahribatin ayyuka çiktigi korkunç karanlik bir dönemdi.

Endülüs'ten adeta sökülüp atilan müslümanlarin neredeyse tamami Kuzey Afrika ve Osmanli topraklarina göç edip tasinirken, bir kisim müslüman da 15. yüzyildan itibaren saklica, kimliklerini gizleyerek, Islâm disi adlarla yeni kita Amerika'ya hicret etti. Bunlardan bir kismi da Peru topraklarina yerlesmis olmali. Kesin sonuçlara ulasmak için uzun ve yorucu bir dizi ciddi arastirmaya ihtiyaç var. Fakat Islâm'in Peru'daki bilinen tarihi, genelde Endülüslülerin gelisine endekslenmistir.

Peru'ya damgasini vuran müslümanlar

Müslümanlar, o dönemde “Moro” olarak adlandiriliyordu. Zamanla ülkenin giysi ve yemek kültürü, mimari unsurlari, siyasal ve sosyal sistemi üzerinde çok etkili oldular. Birçogu toplumda etkin konumlara yükseldi. Yakin dönemlere kadar müslüman kadinlar, mahalli dilde “las tapadas limeñas” (Limali Örtüsü) ismi verilen bir basörtüsü örterdi. Bu, sosyal eliti (yüksek sosyete) temsil eden Endülüs göçmeni müslüman hanimlarin ayirdedici özelligi idi.

Bugün Lima'da meshur Limeños balkonlari da hâlâ mevcuttur. Söz konusu balkonlar, Arabesk stilde insa edilmistir. Bina cephelerinden disa tasan bu ahsap cumbalarin en büyük özelligi, müslüman hanimlara mahremiyeti zedelemeden (yabancilarca görülme endisesi olmadan) disariya bakma imkani sunmasidir. Lima caddelerinde gezinirken, insan Endülüs sokaklarinda yürüyor hissine kapilabilir. Islâm mimarisi sehre damgasini bu denli vurmustur.

Endülüslülerin ardindan Afrika'nin kuzey ve bati bölgelerinde yakalanip kölelestirilen müslümanlar geldi. Buralara yerlesmek ellerinde degildi. Çünkü köleydiler. Inançlarini açiklayamayan ve ibadetlerini yerine getiremeyen bu müslümanlar arasinda, bir iki nesil sonra maalesef Islâm'dan eser kalmadi.

Lima'daki hayat tarzi Islâm'dan çok etkilenmesine ragmen, birçok müslüman dinî kimligini saklamak zorunda kalmis, ibadetine kiyida kösede devam etmis ve hiristiyanlarin tarifiyle “gizli müslüman” olarak varligini sürdürmeye çalismistir. Zamanla bu gizli mensubiyet de kaybolmus ve Islâm Peru'dan tamamen silinmistir.

Tarihi belgelere göre, birkaç yüzyil sonra (1850-60 arasi) Latin Amerika kiyilarina çok sayida müslüman Arap akin etti. Bunlarin bir kismi da Peru'ya yerlesti, taninip sevildi, kisa zamanda kamusal ve resmi alanda etkin faaliyet göstermeye basladi.

Islâmiyet, Peru'ya daha sonra 1940'larda öz vatanlarinda ugradiklari yahudi zulmünden kaçan Filistinli ve Lübnanli göçmen müslümanlar vasitasiyla ulasmistir. Bu müslümanlar genelde tüccardilar. Zamanla hatiri sayilir zenginler arasina karismis, fakat bu arada islâmî kimliklerini yitirmislerdir. Söz konusu göçmenlerin çocuklari ve torunlari bugün Peru'da hâlâ kalabalik bir nüfus teskil etmelerine ragmen, ne yazik ki çogunda Islâmiyet'ten eser yoktur.

Islâm'la yeniden tanisma

1980'lerin baslarinda yurt disi seyahatlerine çikan ve müslümanlarla karsilasan Latinler, Islâm'a girmeye baslamislardir. Yeni müslümanlar kisa zamanda müslüman göçmenlerle, Latin topluluklari Islâm'a davet eden etkili birer tebligci halini almislardir. Ekonomik zorluklarla bas etmeye çalisan Latin müslümanlarinin mali kaynaklari sinirlidir.

Lima'da yaklasik olarak 100 kadar Perulu yerli müslüman mevcuttur. Bu müslümanlar, son zamanlara kadar namaz kilabilecekleri ve diger Islâmî gerekleri yerine getirebilecekleri bir yere sahip degildiler. Daha önceleri Lima'nin varoslarindan Villa El Salvador'da bir mescit ve San Borja'da bir Islâm Okulu açmislardi, fakat söz konusu mescit bir yil kadar sonra mali yetersizlikler sebebiyle kapandi. Okul ise mutaassip bir hiristiyan olan sahibinin binasini müslümanlara kiralamak istemeyisi yüzünden kapanmak zorunda kaldi. Ardindan Jesus Maria semtinde ikinci bir mescit açmayi basardilarsa da, bir öncekinde oldugu gibi o da finansal sorunlar yüzünden kapandi.

Müslümanlar yilmadilar ve sonuçta LAMU (Latin Amerikan Müslümanlar Birligi), onlara cemaatle ibadet edebilecekleri bir mescit açti. LAMU yetkilileri, bu mescide bir bilgisayar, faks, fotokopi makinasi, kaset çalar, televizyon, video kaset kayit cihazi, bir miktar mobilya saglayarak ve küçük bir kütüphane kurarak fonksiyonel bir büro eklemislerdir.

LAMU yetkilileri, Lima cemaatine yardimci olma ve destekleme sözü de vermislerdir.

Ayrica Tacna müslümanlari da kitap ve Islâmî materyal destegine ihtiyaç duymaktadirlar.

***

Orasi Nere?

Peru, genelde Costa (kiyi), Sierra (daglik) ve Montaña (ormanlarla kapli genis ovalik) diye üç cografi bölgeye ayrilir. Ülke topraklarinin beste üçünden fazlasini Montaña bölgesi teskil eder.

Depremler ve yanardag patlamalari Peru'nun basini agritan dogal afetlerdir.

Büyük Okyanus'a dökülen kisa irmaklari düzensiz akisa sahiptir. Ama bu çok sayidaki irmaklar, ünlü Amazon'u besler.

Peru, koloni dönemindeki göçlere ve etnik karisima ragmen yerli nüfusun hâlâ agirlikta oldugu bir ülkedir. 28 milyon dolayindaki toplam nüfusun yüzde 47'sini daglik bölgede yogunlasmis olan Keçuva yerlileri olusturur. Aymaralarin (yüzde 5,4) yani sira, Amazon Havzasinda da çesitli yerli topluluklari yasar. Öteki iki büyük etnik topluluk ekonomik ve siyasal yasama egemen olan Iber-yerli karisimi (yani Müslüman Endülüs bakiyesi) Mestizolar (yüzde 32) ve beyazlardir (yüzde 12). Siyahlar ve Asyalilar (özellikle Japonlar) küçük azinliklar olarak varliklarini sürdürmektedir.

Ispanyolca'nin yani sira Keçuva dili de resmi dil olarak taninmistir. Toplam nüfusun yüzde 70'i Ispanyolca konusur. Aymaralarin büyük çogunlugu kendi dillerini korumustur.

Nüfusun yüzde 90'dan fazlasi Katolik mezhebine baglidir. Yerliler arasinda eski dinî geleneklerin izlerine hâlâ rastlanir.

Peru, yeralti kaynaklari bakimindan son derece zengindir. Amazon Havzasi, kuzey kiyilarindaki çöller ve dar kita sahanligi, büyük petrol ve dogalgaz yataklarini barindirir. Titicaca Gölünün kuzeyinde zengin uranyum yataklari saptanmistir. Peru; demir, çinko, bakir, bizmut, kursun ve gümüs üretiminde dünyada ilk siralarda yer alir. Öteki önemli madenler arasinda altin, fosfat ve manganez sayilabilir.

Okur yazarlik orani yüzde 80-90'lar civarinda, yüksek sayilabilecek bir düzeydedir. Egitim, okul bulunan yerlerde 6-15 yaslari arasinda zorunlu ve parasizdir. Yetiskinlerin egitimine ve teknik ögretime büyük önem verilmektedir. Ülkedeki üniversitelerin sayisi hayli fazladir. Lima'da bulunan San Marcos Üniversitesi (1551) Güney Amerika'nin en eski yüksek ögretim kurumudur.

***

Peru Gezisi

Asagida, San Fransisko'da egitim gören bes müslüman üniversite ögrencisinin baskent Lima'ya düzenledigi gezide edindikleri izlenimleri bulacaksiniz.

“Lima'da bir mescit vardi. Mescit olarak kullanilan bina, müslümanlarca donatilmis, 20 odali büyük bir evdi.

Baskent Lima'da tahminen 400 müslüman yasamaktadir. Peru'daki müslümanlarin çogu, ailelerine daha iyi ekonomik imkanlar saglamak ugruna vatanlarindan çikmis Filistinliler'le Suriyeliler'den meydana gelmektedir. Bunlar aradiklarini fazlasiyla bulmus gibidirler. Zira Peru'daki müslümanlarin çogu sanayicilikle ugrasan zengin kimselerdir. Fakat dinlerini tam yasamamalari sebebiyle Islâm'dan uzak bir görüntü sergiliyorlar ve çocuklari da ya gayri müslim veya sadece ismen müslüman. Genelde iyi yürekli ve misafirperver insanlar. Ama maalesef kendilerini Islâm'dan uzaklastirmislar.

Bazi müslümanlar çok uzak yerlerden, mesela iki saatlik bir uçustan sonra gelinebilen, Sili yakinlarindaki Tacna'dan sirf bizleri görmek amaciyla geldiler. Yirmiden fazla Pakistanli müslüman, esleriyle birlikte bir otobüsle gelmislerdi. Hanimlar tesettüre uygun giysiler giymisler.

Cuma namazinda hutbe genelde iki dilde, Arapça ve Ispanyolca okunuyor. Peru'da yasayan birçok müslüman, baslarindan geçenleri ve karsilastiklari güçlükleri asarak nasil müslüman olduklarini anlattilar. Bunlardan çogu, Islâm'in yayilmasi ugrunda samimiyetle mücadele edeceklerini belirttiler. Içtenlikleri hayranlik uyandiriciydi.

Yeni müslüman olan Perulular ise, ülkelerinin islâmlasmaya ne kadar yatkin oldugunu anlatmaya çalisiyorlar. Islâm'i kabul etmis birkaç Perulu hanim da, modern dünyada Islâm'in kadinlara neler sunduguna dair sorular yönelttiler.

Öte yandan, Peru'ya dünyevi gayelerle göç eden müslümanlarin, kendilerini buna fazlasiyla kaptirmalari sonucu, baskalariyla aralarinda hemen hiç fark kalmamis gibi. Filistin ve Suriye asilli bu insanlar, islâmî kimliklerini kaybedecek derecede erimisler. Islâmî yasantidan uzaklastiklari için bunlarin çocuklari da neredeyse gayri müslim haline dönüsmüsler.

Son gün bir piknikte bulustuk. Gelenler, gayri müslim komsularini da çagirmislardi. Hosça zaman geçirdik. Iyi bir deneyim yasadik. Perulu müslümanlar bizlerden ayrilacaklari için üzgündüler. Ama elbette dünyada her seyin bir sonu vardir. Gezilerin de...”
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
HABERSIZ OLDUGUMUZ ISLÂM DIYARI: FILIPINLER

AHMET MIROGLU

Enformatik cehalet ve Islâm dünyasi...

Büyük bir enformatik cehalet içinde yasiyoruz. Kitle iletisim ve hizli ulasimla dünyanin küçük bir köy haline gelmis olmasi, sanilanin ya da iddia edilenin aksine her seyden haberli olmak anlamina gelmiyor. Tam tersine gerçeklerin çarpitilma ihtimalinin yükselmesi, göz önünde olanlarin gizlenmesinin artmasi anlamina geliyor. Genelde itis-tikis esya doldurulmus karmakarisik bir odada, en orta yerde duran bir seyi arayip da bulamamak gibi bir hal yasiyoruz.

Iste tam o anda hatalari ayiklama sansi elimizden uçup gidiyor ve gerçegi bir türlü ayirt edemiyor, çaresiz kendimizi enformasyon agini eline geçirmis sebekenin yönlendirmesine birakiyoruz. Ama farkina varmadan. Yönlendirme tipki harami gibi usulca, alabildigine sessiz geliyor.

Mesela Filipinler desek, ne gelir akliniza? Uzakdogu Asya'da bir ülke oldugunu belki bilirsiniz. Yine belki Marcos'u da hatirlayabilirsiniz. Ya da magazinciler (yoksa çogunlukla kendileri de birer kurban olan “haberciler” mi demeli?) tarafindan yönlendirilmissek, Marcos'un karisi hakkindaki gereksiz bilgilerle donatilmis da olabiliriz: Kadinin eski bir güzellik kraliçesi olmasi, bir zaman fotomodellik ve mankenlik yapmasi, Marcos'un aklini basindan almasi, diktatörle yaptigi evlilik ve gardrobunu devlet parasiyla temin edilmis yüzlerce çift ayakkabi ile doldurmasi... gibi.

Halbuki Filipinler genis anlamda müslümanlasmis , özellikle iki adasi (Sulu ve Mindanao) Islâm'in hakimiyetini ve devletlesmesini son dönemlere kadar getirebilmis sancili bir ülkedir. Islâm dini mensuplarinca 1450'de (Istanbul'un fethinden 3 yil önce) kurulan Sulu Devleti, 20. yüzyila dek ayakta kalma basarisini göstermistir. Günümüzde müslüman nüfus hâlâ bu iki adada yogundur.

Müslümanlardan çok sonra buralara gelen Portekizliler, Ispanyollar, Ingilizler, Ruslar ve nihayet Amerikalilar... hiristiyanligi getirmis ve hakim kilmistir. Islâm ve müslümanlar niye gerilemis, bunlar neden ilerlemis?..

Gerçek nerede, dünya nerede? Ya biz neredeyiz?..

***

Bir ülke, iki mevsim

Resmi adi Filipinler Cumhuriyeti. Pilipino dilinde “Republika Ng Pilipinas”. Büyük Okyanus'ta 7100 dolayinda ada ve adacik üzerine kurulu ülke. Adalari Luzon, Visaya grubu ve Mindanao adasi olarak üç gruba ayirmak mümkündür. Adalarin en büyükleri kuzeyde Luzon ve güneyde Mindanao'dur.

Bu takimadalar ülkesine tropik iklim hakimdir. Güney Çin Denizi'ne bakan bati kiyilarinda her yil bir kuru, bir de yagmurlu iki (dört degil) mevsim yasanir. Kuru mevsim, Aralik-Mayis arasi dönemi, yagmurlu mevsim de yilin geri kalan bölümünü kapsar. Havanin en iyi oldugu dönem Aralik-Subat arasidir.

Ülkenin toplam kara alaninin yaklasik yarisi ormanlarla kaplidir ve bunun büyük bölümünü de ticari deger tasiyan agaçlar olusturur. Filipinlerde 220 hayvan, 500 kus türü tespit edilmistir. Denizleriyle iç sularindaki balik çesitlerinin sayisi da en az ikibindir .

Verimli topraklariyla Filipinler temelde bir tarim ülkesidir. Ekim alanlarinin büyük kismi pirinç üretimine ayrilmistir. Ikinci ürün büyük oranda ABD'ye ihraç edilen sekerdir. Filipinler metalik ve metal disi mineral kaynaklar açisindan zengindir.

Filipinlerin Malay irkindan olan atalari, takimadaya kara Asya'sinin güneydogusundan ve bugün Endonezya'nin bulundugu bölgeden gelmislerdir. Ülkede ayrica küçük bir azinlik durumundaki Çinliler, Ispanyollar ve Hint kökenliler yasar. Yerli halk ise Aytalar ya da Balugalar adiyla da bilinen Negritolar idi. Filipinlerde 70-75 dolayinda dil ve lehçe konusulmaktadir. Bu diller geleneksel olarak 8 grupta toplanmistir.

Filipinlerdeki en genis dinî grup olan Katolikler (yüzde 85-90), Filipin Bagimsiz Kilisesi'ni olusturan Aglipayanlari da kapsar. En büyük dinî azinliklar müslümanlar (% 4-15) ve Iglesia ni Kristo (Isa Kilisesi) adli mezhebin de içinde bulundugu protestanlardir. Budistler ve animistler küçük topluluklar olusturur.

Adalar üzerinde rahmet esintisi

Filipinlerin Islâmiyet'le ilk temasi 9. ve 10. yüzyillarda Kizildeniz'den Çin Denizi'ne kadar uzanan ve esas itibariyla müslümanlarin denetiminde bulunan milletlerarasi deniz ticaretine katilmasiyla baslar. Bu dönemde müslüman Arap tacirler inci, baharat, baga gibi mallari almak ve Borneo'dan Çin'e yaptiklari yolculuk sirasinda konaklamak için bazi Filipin adalarina ugruyorlardi.

Tersila veya Silsila adi verilen Sulu secere kaynaklari, Tuan (Malayca “hoca efendi”) Mesaika adinda bir Arap tüccarinin Jolo (Colo) adasina geldigini ve burada idareci sinifa mensup bir ailenin kiziyla evlenerek putlara tapan yerli halkin Islâmiyet'i kabul etmelerini sagladigini belirtmekte, ancak bu konuda herhangi bir tarih vermemektedir.

Islâmiyet'in Sulu'ya girisiyle ilgili ilk belge, Jolo (Buansa) adasindaki Jolo sehrinin birkaç mil uzaginda, eskiden Sulu sultanlarinin taç giydikleri Bud Dato'da bulunan ve Tuan (hoca) Makbalu adinda yabanci bir müslümana ait oldugu sanilan 710/1310-1311 tarihli bir mezar tasidir.

Yine Tersilalar, Tuan Serif Evliya da denilen Kerim el-Mahdum adinda sufi bir Arap davetçisinin 1380 yilinda Jolo'ya gelerek mahalli idarecilerin izniyle diger Sulu adalarini gezip Islâm'i yaydigini ve Simunal adasindaki Tubig-Indangan sehrinde bir cami yaptirdigini belirtir.

15. yüzyil baslarinda Raca Baguinda Ali adinda Sumatrali müslüman bir prens küçük donanmasiyla Jolo'ya gelmis ve yerli bir prensesle evlenerek burayi ve çevresindeki diger adalari idare etmeye baslamistir.

Onun ölümünden sonra damadi Serif Ebu Bekir el-Hasim yönetimi üstlenmis ve bassehri Jolo olan Sulu Sultanligini kurmustur (1450). Böylece siyasi güç kazanan Islâmiyet, kisa sürede Sulu takimadalarinin diger adalarina da yayilmistir.

Tersilalar, Mindanao adasinin islâmlasmasini da bir Arap baba ile Johorlu bir Malay prensesinin oglu olan Serif Muhammed Kabungsuvan adindaki bir davetçiye baglarlar. 16. yüzyilin baslarinda Malay yarimadasindan Pulangi'ye (Cotabbato) gelen bu zat, bölgeye daha önce ulasmis olan baska davetçilerle birlikte datularla (yerli yöneticiler) isbirligi yaparak fetihler, diplomasi ve evlilikler yoluyla bölgedeki halki müslümanlastirmis, arkasindan da Mindanao adasinda Maguindanao Sultanligi'ni kurmustur (1515).

Ayni yüzyilin son çeyreginde Sulu Sultanligi ve Filipinler'in güneyindeki Ternate sultanligi gibi devletlerle iliskilerin artmasi, hanedanlar arasinda evlilik baglarinin kurulmasi ve Arap, Borneolu , Ternateli davetçilerin bölgeye gelmeleriyle Islâmiyet güçlendi ve 18. yüzyil baslarinda, Ispanyollarin giderek artan sömürgelestirme ve hiristiyanlastirma faaliyetlerine karsilik özellikle Maranao bölgesinde yayildi.

Islâm, Filipin adalarinin güneyinde genelde barisçi yolla yayilmistir. Adalarda yayilmaya baslayan Islâm dini, yeni siyasal ve toplumsal örgütlenmeleri de beraberinde getirmis, hatta ülkenin tamami islâmlasma süreci içine girmisti. Ama Ispanyollarin gelisi Islâm'in güçlü biçimde kurumsallasmasini, yayilmasini ve iyice yerlesmesini önledi.

Islâm'i engelleme çabalari

Ispanyollar takimadaya ilk kez Portekizli denizci Fernao de Magalhaes (Macellan) önderliginde bir kesif heyeti vasitasiyla geldiler (1521). Birkaç basarisiz seferin ardindan 1542'de buraya ulasan denizci Ruy Lopez de Villalobos, adalara dönemin veliaht prensi ve gelecegin Ispanya krali ‘Krallarin en Katoligi' II. Felipe'nin onuruna Filipinler adini verdi. Ondan sonra acimasiz bir katoliklestirme politikasi uygulandi. Hiristiyanlastirma islemi Agustinien, Dominiken, Fransisken ve Cizvit misyonerleri tarafindan yürütüldü. Ama Mindanao ve Sulu'daki müslümanlar hiçbir zaman tam olarak Ispanyol denetimine girmediler.

Ispanyollarin önceleri yalniz Faslilar ve Endülüs müslümanlari , sonra da bütün müslümanlar için kullandigi “Moro” adiyla taninan müslümanlar, ülkenin güneyindeki Mindanao, Sulu ve Palavan gibi adalarda yasamakta ve bölgedeki bes vilayette (Tavi-Tavi, Sulu, Basilan, Maguindanao ve Lanao del Sur) halkin çogunlugunu olusturmaktadir. Sayilari hakkinda maalesef kesin bilgi bulunmamaktadir. Sosyal, dinî ve kültürel bakimdan farkli bir kimlige ve hiristiyanlardan çok daha eski bir tarihe sahip olan müslümanlar, dil ve etnik yapi bakimindan 12 gruba ayrilir.

Moro demek, müslüman demek

Ispanyollarin kültürel hedefi adalari tümüyle hiristiyanlastirmak ve Ispanyollastirmakti. Hiristiyanlastirma çabalari, müslümanlarin Islâm'a ve kendi kültürlerine sarilip sürekli mukavemet göstermeleri karsisinda sonuçsuz kaldi. Müslüman davetçilerin belli bölgelere girmesi, faaliyette bulunmasi yasaklandigi gibi, yakalananlarin cezalandirilmasi, hatta camilerin yikilmasi gibi zecri tedbirler alindi. Bunun üzerine “ Moro (Müslüman) Savaslari” adiyla geçen 3 asirlik savaslar basladi. Söz konusu düsmanlik hâlâ sürmektedir.

Müslümanlar, degisik dönemlerde Filipinler Cumhuriyeti hariç, tarihin Filipinliler tarafindan kurulan en genis devletlerine sahip oldular. Hanedan mücadeleleri sirasinda ihanetler yasadilar. Hiristiyanlarca vaftiz edilen devrik sultanlar bile oldu. Ingilizlerin güçlenmesi, Ispanyollarin zayiflamasi sonucunu dogurdu. Müslümanlar Ispanyollarca Juramentado (Juramentado enemigo “ölünceye kadar savasacagina and içmis ezeli düsman”) olarak adlandirilmislardi.

1898'de Ispanyol-Amerikan savasi sonucu, bütün Filipinler ABD'ye devredildi. Amerikan ordusu barisi ve huzuru saglamak, kaçakçilik, korsanlik ve köle ticaretini önlemek adi altinda müslüman bölgelerde seri askeri operasyonlar düzenledi. En siddetlisi, binlerce müslümanin katliamiyla sonuçlanan “bud dajo” harekâtidir (1906). 1915'te Sulu Sultani II. Cemal el-Kiram, idaresi altinda bulunan bölgelerin hakimiyet hakkini resmen ABD'ye devretti. Ancak kendilerini hiristiyan Filipin halkindan ayri gören müslümanlar, Bangsa Moro (Müslüman Cemaat, Morolar) adini siyasi anlamda kullanmaya basladilar. Filipin bagimsizlik mücadelesi boyunca islâmî kimlige sahip ayri bir bagimsiz devlet olma yolunda çabalarini sürdürdüler.

4 Temmuz 1946'da bagimsizligin ilan edilmesiyle, müslümanlar kendilerini bir oldu-bitti karsisinda buldular. Müslüman bölgelere yapilan bilinçli hiristiyan iskâni, zamanla müslümanlari azinlik durumuna düsürdü. Egitimsiz, yardimsiz, issiz birakilan ve güvenlik güçlerince hasimlari karsisinda daima mahkum edilen ve çaresiz durumlara düsürülen, itilip kakilan, ikinci sinif muamelesi gören müslümanlar hosnutsuzdular.

1968'de Coregidor'da 30 müslüman askerin hiristiyan subaylarca, üstlerine itaatsizlik gibi sudan bir bahaneyle katledilmesi, 1971'de bir caminin kundaklanarak 70 kisinin diri diri yakilmasi bardagi tasiran son damla oldu. Olaylarin tirmanmasi üzerine 1972 Eylülünde sikiyönetim ilan edildi.

Umutlari gelecege tasimak

Müslümanlar, bir süre Filipinler Üniversitesi'nde ögretim üyeligi yapan Nur Misuari önderliginde Moro National Liberation Front'u (MNLF, Moro Milli Bagimsizlik Cephesi) kurdular (1969). Kisa sürede Islâm Konferansi Teskilati'nin (IKT) destegini aldilar.

1976'da MNLF ile hükümet temsilcileri, müslümanlarin yasadigi 13 vilayeti içine alacak özerk bir bölgenin kurulmasini öngören Trablus (Tripoli) Anlasmasi'ni imzaladilar. Hükümetin bunu 10 vilayeti kapsayacak sekilde daraltmasi, çatismalari yeniden baslatti.

Bunun üzerine hükümet, yumusayarak dinî bayram günlerini resmi tatil kabul etti, medeni hukukta müslümanlarla ilgili düzenlemeler yapti. Dinî egitimin saglanmasina yönelik tedbirler aldi. Amanah (Emanet) Bank adinda faizsiz bir banka kurulmasina izin verdi. Müslümanlara idari mevkilerde görev verdi. 1981'de Müslüman Isleri Bakanligi kuruldu. Bu bakanligi1984'te Office of Muslim Affairs and Cultural Communities'e (Müslüman Isleri ve Kültürel Cemaatler Dairesi) dönüstürdü.

1986'dan sonra MNLF ile görüsmeler tekrar basladi. Polis ve askeri güçlerin olusturulmasindaki oranlar ve özerk bölgeye dahil edilecek vilayetlerin sayisi hakkinda anlasma saglanamadi. 1989'da ve 1992'de olumsuzlukla sonuçlanan iki girisim daha oldu.

Müslümanlar daha sonra Islâmî Kurtulus Cephesi adinda ikinci bir teskilat daha kurdular. Bir süre sonra bu iki teskilat birleserek bagimsizlik mücadelesine birlikte devam ettiler. Su anda özerk, Islâm'i daha serbest yasama imkanina kavusmus durumdalar.

Mücadele hâlâ olanca hiziyla sürmektedir. Fakat Islâm dünyasi ve müslümanlar Kibris, Filistin, Bosna Hersek, Çeçenistan, Afganistan ve Irak'taki sicak gündemle; Islâm dünyasinin yeralti ve yerüstü zenginliklerini sömürmeye yönelik soguk (psikolojik) savasla o kadar yogun bir mesguliyet içindeler ki, ne Filipinleri, ne de oradaki Morolari (Müslümanlari) düsünecek haldeler.

Bu vesileyle birazcik gündeme getirme sansi bulabilmissek ne mutlu bize.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
DÜNÜN MÜSLÜMAN VILAYETI: MACARISTAN

AHMET MIROGLU

60 Yillik Nafile Ibadete Denk Adalet

Serdar-i Ekrem Ibrahim Pasa, sehri kusatmaya aldiginda Kurban Bayrami'nin üçüncü günüydü. Düsman eman dilemek zorunda kalmisti. Pasa, kale anahtarlarini padisaha gönderdi. Bunun üzerine padisah kalenin zapti ve hazinenin muhafazasi için on bin asker yolladi. Ertesi gün de bizzat kendisi sehre girdi.

Böyle bir kaleyi gözler görmüs degildi. Çarsi pazari zengin ve ferahti, evleri saray gibiydi, sokaklari ise genisti ve mermer döseliydi. Padisah yürüdü, kral sarayina girdi. Saatlerce seyrettikten sonra dedi ki:

- Ah n'olaydi, bu saray Istanbulumuzda, Sarayburnu'nda olaydi!

Ve ardindan ekledi:

- Allah ile ahdim olsun, bu gaza mali ile Kudüs'e ve Medine'ye birer kale yaptirayim ve Istanbul'a kemerlerle su getireyim.

Kudüs'te ve Medine'de kale kalmadiysa da, ahdini yerine getirdigine Kemerburgaz su kemerleri sahittir.

Padisah gezintisine devam ederken sehir halkindan biri yanina yaklasti ve saray disinda bir kisim askerin halka zulmetmekte oldugunu bildirip yardim istedi. Bunun üzerine koca sultan sarayin duvarina kendi el yazisi ile bir beyit yazdi. Beyit, sehir 150 yil sonra elden çikana kadar o duvarda durdu.

“Gâziler meskenidir, bunda bey'im gayrulmaz / Bunda zulmedenin âkibeti hayrolmaz.”

Zira adalet karsisinda bey de, pasa da birdi, hiç kimse kayrilmazdi ve zalimin sonu kendisi için asla hayirli olmazdi.

Aradan yillar geçti. Ünlü seyyah Evliya Çelebi bu sarayi ziyaret etti. Hâlâ orada durmakta olan sultan gönlünden ve kaleminden çikma o beytin altina “Bir saat adalet etmek, yetmis sene (nafile) ibadetten efdaldir.” hadis-i serifini yazdi.

Kale Budin kalesi idi, padisah da Batililarin Muhtesem Süleyman dedikleri Kanuni...

Budin, Evliya Çelebi'nin yazdigina göre, Osmanli'nin 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 10 tekke/türbe, 2 hamam, 9 han, 8 ilica, 75 sebil, 3500 ev, 1 çesme, 1 baruthane, 1 saat kulesi, 1 bedesten insa ettikleri 24 mahalleli ve bizzat Evliya Çelebi'nin ifadesiyle “Macari az bir Türk sehri” idi. Osmanli mülkünde Istanbul, Bursa ve Edirne'den sonra en sevilen sehir burasiydi. Çok sevildigi, için “Nazli Budin” denirdi.

Yani böylesine mamur, böylesine bayindir bir yerdi. Nasil öyle olmasin ki? Bu ülkenin Ilimler Akademisi tarafindan ortaya çikartilip yayinlanan bir belgeye göre, Osmanli Devleti bu topraklara hakim oldugu devirlerde, halktan yillik 7 milyon akçe vergi toplayip, yine yillik 7 milyon akçe yatirim yapiyordu.

Budin neresi çikartamadiniz degil mi? Macaristan'in ortasinda, Tuna nehrinin üzerinde iki büyük ve güzel sehir vardir. Buda ve Peste. Iki sehir, 19. yüzyilda birlesmis, Budapeste adiyla Macaristan'in baskenti olmustur. Iste Macarlarin Buda dedikleri nehrin batisindaki yer bizim “Budinimiz”dir.

Peki ya Budin'in kuzeyinde bir sinir kalesi olan Estergon'u bilir misiniz?.. Hani su marsi, mehter kösünü gümbür gümbür gümleten, akincilarin cirit attigi, Viyana'nin bir adim berisindeki Estergon'u? Ya da Kanije'yi veya Mohaç ovasini... Ve dahi Kanuni'nin iç organlarinin defnedildigi, sonradan Avrupalilarin üzerine kilise diktikleri Zigetvar'i?

Üzerine türküler yakilmis, siirler yazilmis, ask hikayeleri anlatilmis güzel Tuna'nin ortasindan aktigi bir ülkeden söz ediyoruz. Osmanli'nin uzun süre Engürüs olarak andigi, yönettigi, imar ettigi ve Nemçeli'ye (Avusturyalilar) kaptirdigi Macaristan'dan. Bugün itibariyle 3 bin (Patrick Burke-Texas Austin, Eastern Europe, Raintree Steck-Vaughn Publishers, 1997, s. 25.), veya 10 bin (Macar Islâm Cemiyetinin iddiasina göre) müslümanin yasadigi eski ihtisamli imparatorluk günlerini arayan bir ülkeden...

-----------------------------------------------------------------------

Macaristan nere, Macar kim?

Macaristan, Orta Avrupa'da, Tuna nehri havzasi üzerinde yer alan bir ülkedir.

Macaristan'in tarihi, göçebe Macar kabilelerinin 895-896 yilinda Karpatya bölgesine gelip bölgeyi ele geçirmeleri ile baslar.

Macar kavimlerinden ilk söz eden yazili tarihi kaynak, 9. yüzyilda Arapça kaleme alinmis bir kaynaktir. Ibn Ruste ve Gerdizi, Buharali bir alimden naklen Macarlari orta Volga boylarinda yasayan bir “Türk kabilesi” olarak tanimlayan kayitlar düsmüslerdir.


Ne yazik ki, resmi tarih Macarlari Fin-Ugor ailesine dahil etmistir.

Elbette Islâm'in kav imlere ve milletlere bakis açisi bellidir. Insanlar, kavmiyetlerine göre degil, imanlarina ve amellerine göre ödüllendirilecek veya cezalandirilacaklardir. Ne var ki, Batililar Macarlarin Müslüman Türklere yakinligini degil, Hiristiyan Finlere yakinligini ispatlamak için özel bir çaba harcamislardir.

Halbuki Macar krali Geza (927-997)'ya Bizans imparatoru tarafindan verilen tac üzerinde “Ki Ovtis Despotis Pistüs Kralis Türkiyas”, yani “Lütufkâr Hükümdar Türkiya Krali'na.” yazmaktadir.

Dillerinin Avrupa dillerine benzemedigini 17. yüzyilda fark eden Macar bilim adamlari yogun bir arastirma içine girdiler. Sadece bilim adamlarinin degil, halkin da yakindan izledigi tartismalarda güçlü taraf Türkçe yanlisi tarafti. Ancak, tartisma Fin-Ugor yanlisi tarafin zaferiyle kapandi. Çünkü Katolik kilisesi, Macar milletinin Müslüman Türklere degil, Hiristiyan Finlere akraba olmasini istemisti.

Islâmiyet'le tanisma

Orta Avrupa'nin ve dolayisiyla Macaristan'in Islâmiyet'le temasi, Islâm'in batida Endülüs ve Sicilya'daki varliginin devam ettigi dönemde gerçeklesmeye baslamistir. 10. ve 12. yüzyillarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonucu Tuna nehri boylarinda bazi müslüman topluluklar olustu. Bunlar genelde Türk göçebelerdi. Islâmiyet'i Arap tüccar, alim ve seyyahlardan ögrenmis bu kavimler, Eflak, Bogdan, Sirbistan, Bosna ve Macaristan'a yerlestiler.

10. ve 11. yüzyillarda müslümanlarin özellikle askeri alandaki becerileri Macar krallarinin dikkatini çekmis ve onlara Macar ordusunda görev verilmesini saglamistir.

Endülüs'ten Macaristan'a göç etmis ve yüksek düzeyde görev yapmis olan Ebu Hamid el-Girnatî (öl.1170), Tuhfetü'l-Elbab ve Nuhbetü'l-A'cab adli eserinde Macar kralligi sinirlari içerisindeki müslümanlardan söz ederken, onlari Magribîler ve Harizmîler diye ikiye ayirmistir. Ona göre, devrin Macar krali “müslümanlari seven hükümdardi.”

Kayitlarindan anlasildigi kadariyla Girnatî, müslümanca bir merakla bu kimselerin Islâm'i ve Arapça'yi ne kadar bildiklerini tespit etmeye çalismistir. Tespitlerini, kivançla “Bugün itibariyle böyle bir ülkede 10 binden fazla yerde Cuma namazi kiliniyor olmasi muazzam bir olaydir.” diye tescil eder.

Abarti payi bir yana, bizzat dönemin Macar kaynaklari da vergi memuru veya kraliyet muhafiz kitasinda profesyonel asker olarak hizmet veren, ticari ve mali faaliyetlerde bulunan Sarasenlerin (müslüman anlamina) ve Ismailîlerin varligina deginmektedirler.


Bunlar o kadar önemli ayricaliklara ve ticari pazara sahiptiler ki, kilise ve asiller, 1222'de Kral Andrew tarafindan yayinlanan ve 1231'de yenilenen bir fermanla, kendilerine karsi bir dizi ekonomik kisitlama getirilmesini saglamislardi. Hatta 1232 yili baslarinda Baspiskopos Robert, Papa'dan aldigi yetkiyle müslümanlari ülkesinde barindirmaya ve kendilerine is vermeye devam ettigi için, kral Andrew'i aforoz etmisti.

Müslümanlar bundan sonraki üç yüzyil içinde yavas yavas sahneyi terk ettiler. Büyük ihtimalle yine Macaristan'da idiler, fakat hiristiyan baskisi ve haçli ruhu sebebiyle asimilasyona ugramislardi. 11. yüzyil sonunda yasalar onlari “domuz testi” denilen bir imtihana zorluyordu. Domuz eti yemeyi reddettiklerinde idam ediliyorlardi.

Müslümanlarin inançlarini gizlemelerinin sebebi bu yasal terördü. Sonuçta Islâm'in gereklerini yerine getiremez olmuslardi.

Macaristan müslümanlarindan söz eden bir baska Islâm cografyacisi, Yakut el-Hamevî'dir (öl. 1229). O, Mu'cemü'l-Büldan adli eserinde Halep'te rastladigi müslüman Macar ögrencilerden ülkeleri hakkinda bilgi aldigini ve orada otuz müslüman köyünün bulundugundan bahsettiklerini yazmaktadir. Verdigi bilgilere göre, müslümanlarin güçlenmelerinden korkan Macar krallari, yerlesim bölgelerinin surlarla çevrilmesini yasaklamislar ve II. Andre, müslüman tebaanin devlet islerinde istihdamini engelleyici fermanlar çikarmistir (1233). Müslümanlar, diger halktan daha kolay ayirt edilmeleri için özel elbise giymeye zorlanmislardir.

Hamevî'nin görüstügü Macar Müslümanlarin verdigi bilgilerde ipuçlarini buldugumuz baskilar zamanla artmis ve sonuçta müslümanlarin varliklari ve etkinlikleri kaybolmustur.

Bölgede müslümanlarin tekrar varlik göstermesi, 1526 yilinda Osmanlilarin Macaristan'i fethiyle gerçeklesmistir. Bu hakimiyet ise ancak 1699'a kadar sürmüstür.

Osmanlilar devrede

Osmanlilar Rumeli'ye geçtikten sonra karsilarinda daima Macarlari gördüler. 1364 yilinda baslayan Osmanli-Macar savaslari, 150 yillik büyük bir mücadeleden sonra Macarlarin Mohaç meydaninda yenilgisiyle noktalandi (1526).

Osmanlilarin bölgedeki hakimiyeti 150 yil sürmüs, onlarin çekilmesinin ardindan Macaristan, Habsburg hanedaninca yönetilmistir.

Olmus idim bir zaman ben sedd-i Islâm'a kilit,

Nice canlar din yolunda ugruma oldu sehit,

Taa kiyamet hasr olunca kesmezem ümit,

Bir gün ola açila baht-i siyahim der Budin.

Macarlar Avusturya boyunduruguna karsi 16. 17. ve 18. yüzyillarda isyan ettiler ve her defasinda agir bozguna ugradilar. Osmanli devleti Nemçelilere karsi Macarlara büyük destek vermistir. Uzun yillar süren bagimsizlik mücadelesi sonucunda Avusturya-Macaristan Imparatorlugu kurulmustur.

Birinci Dünya Savasi'nin baslangicinda Imparatorluk dagilmis ve gerek bu esnada gerek savas boyunca Macaristan, topraklarinin üçte ikisini kaybetmis ve sonuçta denizden yalitilmis, 93,000 km2 genisliginde bir yüzölçümüyle sinirlanmistir.

Bu dönemde Macar vatandasligina geçip asil bir Macar hanimla evlenen Bosnak Hüseyin Hilmi Durics'in (öl. 1940) Islâmiyet'in yayilmasi ugrunda verdigi mücadeleler ve kendisini uluslararasi platformlarda “Islâm askerleri imami, müftü, bas müftü” gibi sifatlarla takdim etmesi kayda deger hususlardandir. Durics, Saraybosna Gazi Hüsrev Bey medresesinde, Istanbul'da ve Kahire'de dinî egitim almis ciddi bir müslüman alimdi. Islâmî teskilatlanma ugruna bazi girisimlerde bulundu ise de çabalari çok olumlu sonuçlar vermedi. 1920'lerde Macaristan'a siginan Bosnak mülteciler de dil sorunu sebebiyle faydali olamadilar. 1930'larda ülkede bulunan iki yüz kadar Türk'ten birisi liderligini ilan ederek kendisine “Islâmî Türbeler Türbedari” unvanini verdi. Maalesef Türklerle Bosnaklar birlikte hareket edemediler, hatta kendi aralarinda didistiler. Sonuçta bu ayrilik güç dagilimina sebep oldu.

Müslüman Macarlar, vefatlarindan sonra yerlerini alacak nesiller birakamadilar. Sicil ve kayit altina alinmamakla birlikte, bunlarin sonuncusu 1977'de hayata gözlerini yuman Abid Csátics olmalidir.

Zaman zaman yurt disina çikan Macarlardan Islâmiyet'i benimseyenler de olmustur. Belki de bunlarin en ünlüsü Sharif (Stefen) Horthy'dir.

Bir de 1930'larda müslüman olup Haci Abdülkerim adini alan, birkaç kez hacca giden, Islâm dünyasinca alim olarak söhret bulan Yahudi asilli Julius Germanus'un (1884-1979) Macaristan'da Islâm'i yaymak için giristigi yayincilik çabasina deginmek gerekir. Bu ugurda çok sayida kitap ve makale yayinlamistir. En son görevi Budapeste Üniversitesi Arapça Arastirmalar sefligi idi. 1958-1966 yillarinda milletvekilligi yapmistir.

Sosyalist dönem boyunca bazi Arap ülkelerinin sosyalizme sempati duymalari sayesinde Macarlar Arap Müslümanlari tanisalar da, yaklasik 40 yil ülkede Islâmiyet'ten söz edilmemistir.

Sovyetler'in dagilmasindan sonra 1990'larda çikarilan yasalarla müslümanlar da bazi hak ve özgürlüklere kavusmuslardir. Bu arada bizzat hükümet Islâm ülkeleri ile ticari iliskileri gelistirmede bir vasita gözüyle baktigi Macar Islâm Cemiyeti'ni kurmustur. Cemiyet kismen güzel faaliyetler icra etmektedir. En önemli hedeflerinden birisi, Macaristan'da yeni bir cami insa etmektir.

-----------------------------------------------------------------------

“Kahraman Düsmandi, Rahat Uyusun!”

145 sene eyalet merkezimiz olan, 6 defa muhasara edilip bizde kalan Budin'in son Osmanli valisi Arnavut Abdi Pasa idi. 1686 Eylül ayinin ikinci günü, 2 ay 14 gün dayandiktan sonra düsen Budin'de Osmanli'nin hiç esiri ve yaralisi yoktur. Basta 70 yasindaki kale kumandani Abdi Pasa olmak üzere, hepsi Bali Pasa Meydani'nda vurusa vurusa sehit olmuslardir. Kanuni'nin ilk girisinden itibaren sayarsaniz 160 sene, resmi egemenligin baslamasindan 145 yil sonra Budin kalesi düser. Macarlar bu kahramanliga hayran olmus, Abdi Pasa'yi sehit düstügü yere defnederek mezar tasina Macarca ve Türkçe söyle yazmislardir: “145 yillik Türk egemenliginin son Buda valisi Abdi Arnavut Pasa, bu yerin yakininda, 1866 Eylül ayinin ikinci günü ögleden sonra yasaminin yetmisinci yilinda maktul düstü. Kahraman düsmandi, rahat uyusun.”

-----------------------------------------------------------------------

Budin Destani

Budin’in Avusturyalilarca isgali üzerine asker sairlerden Gâzi Asik Hasan’in yazdigi “Budin Destani” söyledir:

Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu,
Bülbülün figani bagrimi deldi,
Gül alip satmanin zamani geldi,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Çesmelerde abdest alinmaz oldu,
Camilerde namaz kilinmaz oldu,
Mamur olan yerler hep harap oldu,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Budin’in içinde uzun çarsisi,
Ortasinda Sultan Ahmet Camisi,
Kâbe suretine benzer yapisi,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Budin’in içinde serdar kiziyim,
Anamin babamin iki gözüyüm,
Kafeste besli kinali kuzuyum,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Cephane tutustu, aklimiz sasti,
Selâtîn camiler yandi tutustu,
Hep sabi sibyanlar atese düstü,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Serhatlar içinde Budin’dir basi,
Kan ile yogrulmus topragi tasi,
Çerkez Alemdar sehitler basi
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i.

Kible tarafindan üç top atildi,
Persembe günüydü, günes tutuldu,
Cuma günü idi, Budin alindi,
Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
UNUTTUGUMUZ GALIÇYA

MUZAFFER TASYÜREK

“Bu siperleri biz yaptik, hepimiz ölürüz, yine düsmana vermeyiz!” diyen Çineli Ali oglu Mehmed bir müslümanin elinin degdigi yerin mübarekligini bildiriyor adeta. Emek verdigimiz her is, isledigimiz her amel korunmasi gereken bir bahçe oluyor bizim için. Ayagimizi bastigimiz yer vatana dönüsüyor. Nerede duruyorsak, orasi bizimdir. Gülümüz sevgili için yetisir ancak.

Cihan devleti Osmanli'nin muhtesem asirlarinda, nimeti bölüstügümüz müslim ve gayri müslim reaya ve tebayi zor zamanlarinda bir baslarina birakmak, devlet gelenegimize, milletimizin insanlik anlayisina aykiri idi. Bu nedenle milletimiz, mazisinde irtibat kurdugu topraklara ve insanlara el uzatmaktan asla geri kalmadi.

Büyük olmanin, dost olmanin bir bedeli vardir. Yeri geldiginde dost için atese atilmayi becerebilmek büyüklügün alametidir. Milletimiz, bugün çok farkli bir konjonktürde de olsa, Afganistan'da, Bosna'da, Sudan'da, Kosova'da yardimina kostugu insanlara, dün Galiçya'da , Tarblusgarp'ta , Balkanlar'da el uzatmisti. Hem de tarihinin en bunalimli dönemlerinde...

Galiçya ile, büyük bir tarihin vârisleri olarak hafizalarimizi yenilemek için tarihin unutulmus bir sayfasini önünüze açmak istedik.

Esasen Galiçya'yi unutmak, Yemen, Çanakkale, Sakarya, Dumlupinar, Allahuekber Daglari sehitlerini unutmakla es degerdedir.

Baskalarinin savasina ortak olmak

Yil 1914. Osmanli Devleti'nin basinda Sultan Resad bulunmaktadir. Hükümet Ittihat Terakki Partisi'nin elindedir. Enver-Talat-Cemal üçlüsü ve Alman Genelkurmayi, düzenledikleri bir planla, 29 Ekimde Rus limanlarini gereksiz yere bombalatmislar ve Osmanli Devleti'ni bir oldu bittiyle Almanlar'in yaninda Birinci Dünya Savasi'na sokmuslardi.

Ingiltere ile harp durumunda olan Almanya'nin deniz kuvvetlerine bagli Göben ve Breslav adindaki iki savas gemisinin Çanakkale Bogazi'na siginmasina izin veren Ittihat Terakki hükümeti, daha sonra bu gemileri satin aldigini duyurdu. Yavuz ve Midilli isimleri verilen gemiler Osmanli donanmasina katildilar ve filonun komutani olan Amiral Souchon , donanma komutanligina getirildi.

Gemilerin Karadeniz'e açilarak Rus limanlarini bombalamasi ve Rus savas gemileri ile çatismasi üzerine, Rusya 1 Kasim 1914'de Osmanli Devleti'ne, Osmanli Hükümeti de 11 Kasim 1914'de Itilaf Devletleri'ne savas ilan etti ve bu savas Osmanli Devleti'nin sonu oldu.

Sultan Resad , 14 Kasim'da “halife” sifatiyla “ cihad -i ekber ” ilan ederek bütün müslümanlari savasa davet etmisti. Çikardigi fermanin bir yerinde söyle diyordu:

“Asker evlatlarim,

Bugün size düsen görev, simdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasip olmamistir. Bu vazifeyi görürken, bir vakitler dünyayi titretmis olan Osmanli ordularinin hayirli evlatlari oldugunuzu gösterin ki, devletimizin ve dinimizin düsmanlari bir daha mukaddes topraklarimiza ayak atmaya...”

Kusatma altinda ölüm-kalim savasi

Cografi sinirlarinin daralmis olmasi, cihan devleti ve onun hükümdari olmanin sorumlugunu azaltmiyordu. Azamet devrinin sinirlari içinde kalan, fakat sonra elinden çikan topraklara karsi mesuliyetini her zaman omuzlarinda hisseden Osmanli Sultani, müstevliler tarafindan isgal edilen Islâm mülkünü savunmak için müslümanlari cihada davet ediyordu.

Çanakkkale , Kafkasya, Filistin, Misir, Hicaz, Irak, Yemen, Makedonya ve Galiçya harp alani olmustu. Ingiltere, Fransa ve Rusya kara ve deniz askerleriyle, ordu ve donanmalariyla bir kere daha çullaniyordu. Ama bu sefer Osmanli'yi tarih sahnesinden silmek üzere geliyorlardi. Böylece, Halife'nin “mukaddes toprak” dedigi Osmanli mülkü dört bir yandan tecavüz ve taaruz altindaydi.

Yozgatli Basçavus Rifki'nin , Kilisli Abdullah Çavus'un, Bursali Nurullah oglu Ali'nin, Erzurumlu Onbasi Lütfi'nin ve daha binlerce Osmanli kahramaninin kanlariyla sulanmis topraklardan bir bölümü de Galiçya idi.

Bati'ya yürüyüsün yol güzergâhi

Galiçya , Birinci Dünya Savasi yillarinda Avusturya-Macaristan Imparatorlugu'nun bir eyaletidir. Dogusunda Rusya'ya bagli Podolya , Beserabya ile Bukaovina eyaleti, kuzeyinde Rusya'ya bagli Polonya, batisinda Silezya , güneyinde Karpat Daglari ve Macaristan vardi. Yüzölçümü 80 bin kilometrekare idi.

Podolya yaylasinin bir kismini ve Karpat Daglari'nin kuzey kisimlarini içine alan Galiçya arazisi, genel olarak engebeli ve yüksek, daglari az bir yayla gibiydi. Galiçya'daki iklimin sertligi ve bütün bölgelerin mevsim yagislarini almasi dolayisiyla muharebe sartlarinda özel donanim ve gereçlere ihtiyaç vardi.

Galiçya halkinin çogunlugu Lehce , bir kismi Ukraynaca- Rutence , kalanlari ise daha baska dilleri kullaniyordu. Dogu Galiçya'da Ukraynalilar, batida Lehler çogunluktaydi. Yüksek tabaka, sehirlerde ticaretle ugrasanlar ile musevilerden olusuyordu. Galiçya adi, 1144'te Rus prensi Vladimirko tarafindan kurulmus olan Halitch - Galitch sehrinin isminden türemisti.

Osmanlilar, fethettikleri bölgelerin halklarina kendilerine göre isimler vermislerdi. Avusturyalilara Nemçe, Polonyalilara Leh, Macarlara Beç gibi...

Galiçya bölgesinin asil unsurunu olusturan Lehler ile ilk siyasi münasebetlerimiz Çelebi Sultan Mehmed zamaninda baslamis, Osmanli bayraklarinin gölgesi II. Bayezid zamaninda Lehistan topraklari üzerine düsmüs, akincilarimiz Kanuni döneminde Galiçya topraklarinda at kosturmuslardi. 16. asir sonlarinda tamamen Osmanli himayesine girdi Lehistan. 17. asir sonlarinda ise güney topraklari dogrudan Osmanli tarafindan yönetildi. Bu uzun hakimiyet dönemi Leh kültüründe derin izler birakti.

“Büyük” olma sorumlulugu

Osmanli, hem Macarlari hem de Lehlileri Avusturya ve Rusya'ya karsi korumak için tarih boyunca büyük fedakârliklarda bulundu. Özellikle Ruslar, Balkanlari ve bu arada stratejik önemi büyük olan bu topraklari ele geçirmek için sürekli ugrasip durmustu.

Lehliler, bagimsizliklari ve milli benliklerinin idamesi için Osmanli'ya karsi duyduklari minneti su sözleriyle dile getirmislerdi:

“Bizim hürriyetimiz, Türk atlari Vistül nehrinden su içtikleri müddetçe bakidir.”

Cihad -i ekber çagrisiyla Galiçya'da çarpisan ve sehid düsen 15 bin evladimiz, Vistül nehrinde atlarini sulayan atalarina layik kahramanliklar gösterdiler. Ceddimizin “Islâm memleketi” kildigi topraklari savunmak için sehit oldular.

15 bin vatan evladi o topraklara düstü

Galiçya , en az Çanakkale kadar seref tablomuzdur. Bitti, tükendi denilen Osmanli, Çanakkale'de nasil Ingiliz ve Fransizlara tarih boyunca unutamayacaklari bir hezimet yasattiysa , Galiçya'da da tüm olumsuz sartlara ragmen Ruslara yenilginin acisini tattirmislardi.

Galiçya , Avusturya-Macaristan Imparatorlugu'nun kurulusundan, Ittifak Devletleri'nin Birinci Dünya Savasi'ndaki yenilgilerine kadar, Avusturya tacina bagliydi. Ve bu imparatorlugun bir eyaletiydi. Birinci Dünya savasi basladigi zaman, Galiçya'ya göz koymus bulunan ve uzun zamandir gizli ajanlari vasitasiyla hazirlik yapmis olan Rusya, 1914 Eylülü'nde Dogu Galiçya'yi isgal etmis, 1915 Mayisi'nda ise Alman ve Avusturya hücumu karsisinda çekilmek zorunda kalmisti.

Birinci Dünya Savasi sirasinda müttefiklerimize yardim için asker gönderdigimiz Galiçya cephesinde, 33 bin asker ve subaydan meydana gelen 15. Kolordumuz 15 bin sehit ve yarali vermisti. Ruslara karsi savasan ordumuz, her türlü imkansizliga ragmen kahramanca çarpismis ve üzerine düsen görevi layikiyla yerine getirmisti.

Ne var ki, Birinci Dünya Savasi'nin, aralarinda bizim de bulundugumuz müttefik devletler cephesinin yenilgisiyle sonuçlanmasi, genel sonucu degistirmemisti.

Çanakkale'de, Sina'da, Yemen'de, Kafkasya'da bizlerden fatiha bekleyen sehitlerimiz kadar serefle ve rahmetle anilmayi hak eden, isimleri ve hizmetleri tarihin tozlu sayfalari arasinda kalmis, vefasiz nesiller tarafindan unutulmus Galiçya kahramanlarini hatirlamamiz gerekiyor.

Galiçya hatiralari

Sair Süleyman Nazif'in Malta Geceleri, Firak-i Irak ve Galiçya adli eserlerinde, 15. Kolordu komutani Yakup Sevki Pasa tarafindan bizzat onaylanmis olan Galiçya kahramanlarinin hikayeleri detayli bir sekilde anlatir.

Iste birkaç örnek:

77. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük

Bursali Nurullah oglu Ali

17 Eylül savasinda er Ali , bes Rus askeri tarafindan esir edilmistir. Esir olmak, Türk çocugu onurunu en çok yaralayan bir utançti.

Olan olmustu, Ali'nin yalniz tüfegi alinmistir. Sesini çikarmaz, torbasinda kalan tek bir bombasini vermemenin yolunu düsünür. Düsmanlarin torbasini aramamasi için Allah'a yakarir ve sessiz bir vaziyet alir. Bes Rus avlarini götürürken, Ali gözettigi firsati bulur, Ruslarin dalginligini firsat bilerek bombasini atar. O kargasalikta can veren Ruslardan birinin tüfegini alarak, bombanin tozu dumani dagilmadin sag kalan iki Rus'u da öldürür ve kaçar.

Aksam üzeri Ali arkadaslari ile yemek yerken sunlari söyler:

“Degil 5 Moskof, 20 de olsaydi yine o bombayi korkusuzca savururdum. Insanin elinde bir tek bomba oldukça, Moskof'un elinde ucuz can vermek vebaldir.”

77. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük

Kilisli Rasid oglu Abdullah Çavus

Abdullah Çavus, Gelibolu Savasi'nda kendisini feda edercesine sehitlik rütbesine yükselen Osman Çavus'un kardesidir. Bu iki kardes ölüme meydan okuyan, düsmanla çarpismayi bir eglence sayan serdengeçtilerdendi.

Ruslar, 421 rakamli tepeye, Abdulah Çavus'un bulundugu sipere de saldiriyorlardi. Moskoflarin kendilerinden çok üstün sayida saldirdiklarini görünce, Abdullah düsmani daracik siperler içinde karsilayip dövüsmekten utanip, arkadaslarina seslendi:

“Biz Osmanli degil miyiz? Ruslar buraya kadar gelsinler de, biz kadinlar gibi siperde bekleyelim, ayip degil mi? Haydi arkadaslar, erlik zamanidir, sehidlik demidir! Dinini milletini seven benimle birlikte gelsin!”

Siperden firlayip, hep birlikte Rus mevzilerine karsi ölümüne bir saldiri baslattilar. Abdullah Çavus, o gün öldürdüklerinin disinda 32 iki Rus'u da esir almisti.

62. Alay, 1. Bölük

Yozgatli Ismail oglu Basçavus Rifki

23 Eylül günü yapilan muharebede yarali tasiyan arabalara rastlayan alay komutani, yarali askerlerinin hatirini sordu. Arabanin birinden basini çikaran bir yigit söyle dedi:

Aman efendim, bölük komutani sehit oldu, yardimcisi Bilal Efendi de sehit düstü. Ben de bölüge ancak yarim saat komuta edebildim. Iste yaralandim. Komutansiz kalan bölügüm yalniz kalmasin. Ben saglik bölügünde yarami sardirinca hemen dönerim.”

Görevi için hayatini hiçe sayan, kendi yarasindan çok komutansiz kalan bölügüne üzülen bu aslan, esasinda agir yaralanmis olan Yozgatli Ismail oglu Basçavus Rifki idi.

62. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük

Çineli Ali oglu Mehmed

Bölük komutani Mustafa Efendi'ye, 421 rakimli tepenin dogusundaki ve orman içindeki siperleri ele geçiren düsmana karsi saldirmasi emredilmisti. Mustafa Efendi bölügü ile düsman üzerine atildi. Osmanli askerlerinin saldiri silahi daima süngüdür. Süngü sakirtisina karisan Allah Allah sesleri düsmani pek sasirtmis, darmadagin etmisti. Yakayi kurtarabilen Moskoflar kaçmaya baslamislardi. Bu elli kisilik ates parçasi müslüman evladi, bütün siperleri Ruslardan temizleyerek geri almayi basarmislardi.

Tam bu sirada, bir düsman sarapneli Mehmed'i gögsünden yaralamis, takatsiz düsürmüstü. Sirtini ara siperine dayayarak arkadaslarina bakan yigit Mehmed , “Bu siperleri biz yaptik, hepimiz ölürüz, yine düsmana vermeyiz!” diye haykiriyor, arkadaslarina cesaret veriyordu.

Fakat yigit Mehmed'in yarasi hafif degildi. O vaziyette bile araliksiz, yagmur gibi yagan düsman sarapnalleriyle egleniyor, alay ediyordu.

Aslan Mehmed'in son sözü “Yasasin 10. Bölük!” oldu ve ruhunu teslim etti. Bu sipere düsman bir daha ayak basamadi.

77. Alay, 2. Tabur, 2. Bölük

Kanirtali Mehmed oglu Abdülmecid

Bu çavus, düsman isgalindeki bir tepeyi geri almakla görevli bir bölükte agirlik komutani idi. Ruslar tepeden kovulunca, topçulari sürülerini izleme atesinden kurtarmak için yogun atese baslamislardi. O küçük tepe, bir ot yigini gibi alev içinde kalmisti. Durumu gören Abdülmecid Çavus, islâmliga ve onun gerektirdigi azimlilige örnek olacak bir yigitlikle hemen siperin üstüne firlar, arkadaslarina seslenir:

“Bakin, iste ben siper üstünde açiktayim. Düsman toplari beni vurmuyor. Biz burada dayanacagiz. Sözümü dinlemeyeni ben vururum!”

Kahraman çavus o gün zaferi kazandi. Sonra bir baska sefer bomba saldirisi yaparken yaralandi.

Birkaçini aktardigimiz böyle binlerce kahramanin hikayesini Mahmut Sevket Pasa'nin hatiralarindan okumak mümkün.

Fatihalar, haritalarda bile yerini zor buldugumuz Galiçya'da sehit olan vatan evladlari için...
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
LITVANYALI TATAR MÜSLÜMANLAR

AHMET ÖZDEMIR

Islâm tarihi nice ilginç tecellilerle doludur. Bunlardan en çarpici olanlarindan biri de, Islâm topraklarini tarihin pek sahit olmadigi bir vahsetle istila eden Mogol ve Tatarlarin hikayesidir. Onlar sel gibi geldiler, yaktilar, yiktilar, öldürdüler, ama en sonunda eridiler; barisa, huzura, yani Islâm'a teslim oldular. Çogu Anadolu'da kaldi. Bir kismi ise müslüman bir devlet oldu.

Orta Asya bozkirlarindan çikmis bir millettiler. Stepleri astilar, dünyanin en büyük, en güçlü ordularini dize getirdiler. Imparatorluklari haritadan sildiler, muhtesem kültür ve medeniyet eserlerini yok ettiler. Etrafi baglik bahçelik saraylari bir çöl, biçimsiz bir toprak yigini haline getirdiler. Engellenemediler.

Karsi konulamayan bu sel, Islâm alemince bir musibet kabul edilmis, sineye çekilmisti. Mescitler dahil bütün mukaddes mekânlar, bütün kitaplar bu beladan nasibini almisti.

Müslümanlar binbir türlü hakarete maruz kalmisti. Islâm'in övünç kaynagi, ulema yatagi, ilim menbai sehirler sanki yok olmuscasina tahrip edilmis, ahalisi ya öldürülmüs veya hayvan sürüsü gibi sürülüp götürülmüstü. Islâm tarihçilerinin yazamadigi, yazmak istemedigi cinayetler islenmis, benzeri görülmedik korkunç ve akil almaz olaylar yasanmisti.

Gün geldi, Islâm bu harabeler üzerinde yine yükseldi. Mabetlerine hakaret eden, sehirlerini yikan, mensuplarini katleden vahsileri tek basina teslim aldi. Samanizm, Budizm ve Hiristiyanlik arasinda gidip gelen bu milletin çogu müslüman oldu.

Mogollari ve Tatarlari bir bayrak altinda toplayarak dünyanin tanidigi en acimasiz isgal ve istilalardan birini baslatan Cengiz Han öldügünde, Bozkir gelenegince hanedanin ortak mali sayilan topraklari ogullari arasinda paylastirildi. Bu paylasimda bati topraklari Batu Han'a düsmüstü. Batu'nun devleti Altinordu ( Altinorda ) Devleti olarak anilir. “Orda”, Mogolca çadir, otag anlamina gelir.

Volga boylarinda bir müslüman devlet

Hülagu'nun Bagdat'i istila ederek Abbasi Hilafeti'ne son verdigi, Mogol mezalimine yeni zulümler ekledigi esnada, Karadeniz'in kuzey kiyilarinda Altinordu tahtina oturan (1256) Berke Han (Berke Ogul, Berkâ , Berkây , Börke diye de anilir) Islâm'i benimsemisti.

Hayatini bir müslüman olarak sürdüren ve öyle ölen bu hükümdarin ordusunun da tamami müslüman askerlerden meydana gelmekteydi. Süvarileri yanlarinda birer seccade tasir, yürüyüs halinde iken vakit girer girmez hemen attan inerek namazlarini eda ederlerdi. Askerlerinden hiçbiri agzina bir damla bile içki koymazdi. O dönemde alkol komasina girerek ölen Mogol hanlarinin bulundugu düsünülürse, bu durum ayri bir önem arzeder . Berke Han'in meclisinde büyük müfessirler, muhaddisler ve fakihler bulunur, sarayda ulum-u diniyyeye dair münazaralar yapilirdi.

Altinordu halkinin büyük çogunlugunu, 10. yüzyildan itibaren müslüman olan çesitli Türk boylari meydana getiriyordu. Yönetimi Mogollarda olan bu hanlik, Berke Han'in Islâm'a girisiyle birlikte tam anlamiyla bir müslüman devlet kimligine bürünmüstü.

Tatarlar Litvanya'da

Berke Han, saltanatinin ilk yillarinda batida Galiçya'da ayaklanan Kral Daniel'in isyanini bastirdi. Ardindan da Litvanya ve Polonya'nin fethine baslayarak Saint Dorniez Kalesi'ni tahrip etti. Krakov Kalesi ile daha baska bazi kaleleri de ele geçirdi.

Iste Litvanya topraklari ile müslümanlarin tanisikligi o zaman iyice pekisti.

Fakat Berke Han, batiya yönelik fetihlerini maalesef sürdüremedi. Ilhanlilar'la düstügü anlasmazlik onu degil, belki de Islâm'in Litvanya'ya , Polonya'ya ve Macaristan'a tam anlamiyla yerlesmesini engellemisti.

1360-1380 yillari arasinda Altinordu devletinin iç karisikliklarindan faydalanan Litvanya Dukaligi önce bagimsizligini ilan etti, sonra da topraklarini genisletmeye basladi.

Tatarlarin Altinordu tahtini elde etmek için birbiriyle savastigi dönemlerde olaylarin durulmamasindan bikan halk, huzur dolu bir hayatin özlemi içinde Litvan topraklarina göçüyorlardi. Iste bunlar, daha önce Altinordu hanligi topragi olan bu diyara yerlesmis Tatarlara katildilar. Ilk yerlesim bölgeleri Vilnius , Trakai - Kozaklaru , Keturiasdesimt Totoriu köyleri idi.

Tatarlar savastan yilmislardi ama askerlikten, dolayisiyla savastan ve mücadeleden kaçamamislardi. Litvan dükler, savunmalarini garantiye almak için onlari genelde kalelere, sinirlara ve sehirlerin etrafindaki ates hattina yerlestirmislerdi.

16. yüzyil baslarinda Minsk ve Ostrog'da Tatar topluluklari olustu. 16. yüzyilda Litvanya'da 3-4 bin Tatar bulundugu tahmin edilmektedir. 1631 yilinda Litvanya'daki Tatarlarin gerçek sayisini tespit etmek amaciyla bir sayim yapilmisti. Bu sayimda Tatarlarin en büyük yerlesim birimlerinin Trakai (225 hane), Vilnius (169 hane), Asmenos (135 hane) bölgeleri oldugu tespit edilmistir.

Ne yazik ki Tatarlar huzur bulmak için geldikleri Litvanya'da özledikleri huzuru bulamadilar. Birkaç kez yer degistirmek zorunda kaldilar. Litvanya ile Polonya'nin birbirinden ayrilmasindan sonra yasadiklari topraklarin büyük bir kismi da Rusya'ya geçmisti. 20. Yüzyil baslarinda, I. Dünya Savasi'ndan sonra Tatar köyleri üç degisik ülkeye Litvanya , Polonya ve BeloRusya'ya dagilmis durumda idi. 1935'te Polonya'da 5500, BeloRusya'da 2500 ve Litvanya'da 1000 Tatar yasamaktaydi.

Litvanya Tatarlarinin soyu Türk ve Mogol kabilelerine dayanir. Litvanya'ya degisik çaglarda degisik bölgelerden, Altinordu , Kirim ve öteki hanliklardan gelmislerdir.

Litvanya camileri

Bilinen kayitlara göre Litvanya'da ilk cami 15. yüzyilda insa edilmistir. Camilerin çogu baskent Vilnius'tadir . Müslümanlar, 17. ve 19. yüzyillarda yasadiklari yerleri terk etmek zorunda kaldiklari için, eski yerlesim yerlerindeki camileri, köyleri, kasabalari harap olmustur.

Litvanyali Tatarlarin camileri ahsaptan insa edilmis gayet basit ve sade, diger Islâm ülkelerindeki camilerden biraz farkli mimaride ibadethanelerdir. Mahalli ustalarca insa edildigi için yöresel özellikler tasir. Elbette bu her zaman böyle degildir. Nitekim Minsk Camii'ni Orta Asya'daki diger Türk camilerinden ayirmak imkansizdir. Bu cami, Buhara ve Semerkand , Maveraünnehir , Horasan, Harizm gibi müslüman bölgelerin üslubunu andiran muhtesem güzellikteki mimari yapisiyla göz oksamakta, insanin içini isitip isitmaktadir .

Bugün 120 Tatar'in yasadigi Nemezis'in de 17. yüzyilin sonunda bir camisi vardi. Fakat bu cami tahrip edilmistir. Onun yerine 1904'te de yeniden bir cami insa edilmistir. Nemezis Camii yerlesimin tam ortasinda yer alir. Eski ve yeni mezarliklar da cami ile yan yanadir.

Litvanya'daki en eski yerlesim birimlerinden biri de Vilnius bölgesindeki Keturiasdesimt Totoriu köyüdür. Simdi bu köyde 130 Tatar yasamaktadir. Keturiasdesimt Totoriu Köyü Camii'nden ilk defa 1558'de söz edilmistir. Litvanya'daki en eski camilerden birisidir. Hâlâ hizmet vermektedir.

Bir de Alytus yakinlarindaki Raiziai köyü vardir. Eskiden beri bu köy Litvanyali Tatarlarin bölge merkezi konumundadir. Raiziai Camii'nin 14. yüzyil baslarinda insa olundugu sanilmaktadir. Hâlâ ayaktadir. Bazori köyü yakininda bir cami daha vardir. 1686'da minberi sökülüp Raiziai Camii'ne tasinmistir. Bu anit minber, 300 yildir Raiziai Camii'ni süslemektedir.

Ayrica 1930'da Büyük Dük Vytautas'in ölümünün 500. yildönümü anisina Kaunas sehrinde bir cami insa olunmustur.

Litvanyali Tatar toplumuna da cemaat adi verilmektedir. Cemaat, mollasini (resmi unvani imam) ve müezzini kendisi seçer. Ölüm, dogum ve evlilik arsivlerini de molla muhafaza eder.

Litvanya Tatarlarinin bugünü

20. asirda Rusya tarafindan dagitilmis olan Tatar toplumu, degisik dernek ve cemiyetler çerçevesinde yeniden bir araya gelmistir. 1925'te yeniden tesis ettikleri müftülük kurumu, Ikinci Dünya Savasi ve ardindan gelen sebeplerle islerligini kaybetmis, ancak 1998'de tekrar çalismaya baslamistir.

20. asrin sonunda Baltik ülkelerinde faaliyete geçen müslümanlar bagimsizlik düsüncesini tekrar gündeme getirmislerdir. Su anda Litvanya'da , Vilnius , Nemezis , Keturiasdesimt Totoriu , Kaunas , Raiziai sehirlerinde 5 adet dinî cemiyet faaliyet göstermektedir.

1988, Litvanyali Tatarlarin kendine geldigi yildir. Litvan -Tatar Kültür Muhiti yeniden kurulmus, daha sonra Vilnius Tatar Din Grubu kurulmustur. Litvanyali Tatarlarin diger bir kurulusu da, Litvanyali Tatarlar Birligi adini tasir. Tatarlar, 1995'te Litvanyali Tatarlar adinda bir gazete çikarmaya baslamislardir.

1989 resmi sayim sonuçlarina göre Litvanya'da 5188 Tatar yasamaktadir.

Bugünlerde Tatarlar kültürel faaliyetlere agirlik vermislerdir. Kutlamalar, toplantilar, seminerler, yaz kamplari düzenlemekte; müzik ve folklor ekipleri olusturmaktadirlar. Egitime özel ilgi göstermekte olan Tatar cemiyeti, dis ülkelerdeki Tatar gruplariyla ortak çalismalar yürütmektedir.

Nemezis'te Tatar çocuklarinin Islâm'in temel ilkelerini, Türkçe'yi ve Kur'an'i ögrendikleri bir ortaögrenim okulu bulunmaktadir. 1991'den beri de Vilnius'ta Pazar günleri bir Tatar okulu açilmaktadir. Tatarlar bu okulda Tatarca ve Türkçe'nin yani sira, tarihi ve dinî bilgiler almaktadirlar. Her yil birçok ögrenci de Türkiye'ye gelmektedir.

Litvanyali Tatarlar, 1997 yilinda Litvanya topraklarina yerlesmelerinin 600. yili anisina bir kutlama düzenlediler. Litvan Bilim Akademisi tarafindan “ Litvanya'daki Tatarlarin ve Kirimlilarin Dünü ve Yarini” basligi altinda bir Tatar sergisi açildi. Litvan Milli Müzesi de, “ Litvanya'daki Müslümanlar ve Tatarlar” adi altinda bir organizasyon gerçeklestirildi ve bir sergi düzenlendi. Litvanya cumhurbaskaninin, basbakaninin, bakanlarin, parlamento üyelerinin katildigi bir resmi merasimde Tatar ve Kirim Cemiyetlerinin birçok seçkin üyesine, nisanlar ve madalyalar takildi. Litvanya Merkez Bankasi da 600. yil anisina özel paralar basti.

Sovyetler Birligi döneminde kara günlerini yasayan müslümanlar , artik daha hürler. Gün geçtikçe artan faaliyetlerle de gelecege yönelik umutlari artiyor.


Hiç yabanci degiller

Litvanyali Tatarlar ahlâkli, serefli, dürüst ve inançli insanlardir. Onlar için en degerli varlik, kültürlerini ve milliyetlerini korumalarini saglayan dinleridir. Inançta Sünnî, amelde Hanefî'dirler.

Arapça eski eserleri bir hazine gibi korurlar. Her Tatar ailesinde en azindan eski eser türünden bir dinî kitap bulunur ve nesilden nesile emanet edilir. Belo -Rusça veya Polonyaca mealleriyle birlikte yazilmis çok degerli Kur'an nüshalari mevcuttur. Tefsir kitaplari da onlar için essiz ve önemli kitaplardir.

Tatarlar, kitap kelimesini daha çok Arapça kitaplar için kullanirlar. Bu eserler Islâm adabina dair eserlerdir.

Ilk Tatar kitabi, 1830'da Vilnius'ta basilan Juzef (Yusuf) Sobolevski'nin “Muhammed Dini'nin veya Islâm Dini'nin, Kur'an ve Sünnet ilkelerinin Açiklanmasi” adli eseridir. Ilk Kur'an meali de 1858'de Varsova'da A. Novalecki tarafindan basilmistir. 1926'da Arapça'nin temel kurallarini içeren bir metin kitabiyla bir siyer kitabi yayinlanmistir.

Tatarlar, yeni dogan çocuklarinin sag kulagina ezan, sol kulagina kamet okumasi için eve bir hoca çagirir ve akrabalarla konu komsuyu davet ederler.

Evlilik törenleri ise maalesef hiristiyan evlilik törenlerine benzer.

Cenaze defin islemleri eski usullerce sürdürülmektedir ve hiristiyanlarinkinden farklidir. Mutlaka devir, yani iskat-i salât ve savm islemi gerçeklestirilir.

Mezarliklar genelde cami kenarlarinda olup, mezar veya zirec olarak adlandirilir. Mezara iki tas dikilmelidir. Daha büyük olani cenazenin bas ucuna, daha küçük olani da ayak ucuna. Mezar taslarina Arapça, Polonyaca ve Belo -Rusça yazilar yazar, Islâm sembolleri islerler.

Litvanyali Tatarlar atalarina saygi gösterirler. Mezarlarina bakar ve bazilarinin (türbe) mistik özellikler tasidigina inanirlar. Litvanyalilar arasinda, Tatar mezarlarinin kutsal ve çignenmemesi gereken yerler olduguna dair birçok keramet anlatilir. Bunlarin en ünlüsü, Lovitshli mürsid Kuntus'un türbesiyle alakali olandir. Hâlâ pek çok Tatar müslüman , mübarek günlerde bu mezari ziyaret eder.
 

sansar

Aktif Üye
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
954
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
Almanya
MEHMED NİYAZİ
Sahtekârlığın böylesi

Ümit Burnu'nun keşfi denince, akla Vasco Da Gama gelir. Halbuki Ümit Burnu'nu dolaşıp Hindistan'a giden yolu Müslümanlar çok daha önceden biliyorlardı. Vasco Da Gama'ya Hindistan yolunda rehberlik yapan "Kitabu'l- Fewaid" eseriyle tanınmış, Arap coğrafya bilgini İbni Macid idi. Nasıl Çinlilerin, Türklerin kullandığı matbaa, onlardan öğrenen Alman Gutenberg'e mal edilmişse, Ümit Burnu'nun keşfi de bir diğer Avrupalı Vasco Da Gama'ya mal edilmiştir.

Vasco Da Gama'ya mal edilen bu keşifte şeytanın aklının alamayacağı şöyle bir sahtekârlık bulunmaktadır. İbni Macid'in rehberliğinde Ümit Burnu'nu dolaşıp Atlantik'ten Hint Okyanusu'na geçen Vasco Da Gama, Mozambik kıyılarına geldi. Burada Arap asıllı İbrahim, Şirazi Sultanı olarak yerli kavimleri hakimiyetleri altına almıştı. Sultan İbrahim, Mozambik'e gelen denizcileri herhangi bir millete benzetemedi; fakat Osmanlı denizcileri olabileceklerini tahmin etti; zaten Portekiz adında bir devlet duymamıştı. Fuad Carım'ın "Türklerin Denizciliği" kitabından öğrendiğimize göre (Sayfa 76 ve devamı) olay şöyle cereyan etmiş, Fuad Carım da bunu Portekizli tarihçi Fernoo Lopes de Costanheda'nın kitabından tercüme etmiş.

Dünyada gıpta ile bakılan İslam devletinin denizcilerini ülkesinde misafir etmekten Sultan İbrahim büyük mutluluk duydu. Yakınlığını belli etmek için Nicolau Coelho'nun kaptanı olduğu gemiyi gezerken Osmanlı Devleti'nin tebaasını limanında görmekten çok memnun olduğunu söyledi. Yanlışlığı fark eden Coelho, Osmanlı olmadıklarını belirtmedi. Sultan bunlara pek çok hediye sunduktan sonra başkaptan olan Vasco Da Gama'yı sarayında kabul etti. Konuşma esnasında Sultan, Vasco Da Gama'ya direkt Türkiye'den mi, yoksa değişik ülkeleri dolaşarak mı geldiğini sordu. Vasco Da Gama net bir cevap vermeden soruyu geçiştirdi. Sultan İbrahim nezaketsizlik olmaması için üzerine gitmedi. Sohbet esnasında Vasco Da Gama, Hindistan'a gitmek zorunda olduğunu, bu denizi iyi bilen iki rehbere ihtiyacı bulunduğunu söyledi. Osmanlı'ya hizmetten şeref duyan Sultan İbrahim, rehberlik yapmaları için iki Arap denizciyi görevlendirdi.

Rehberlerden biri gemiye girince, bunların Müslüman olmadığını anladı; hemen Sultan İbrahim'e bildirdi. Sinirlenen Sultan onları tevkif ettirmek istediyse de Vasco Da Gama, diğer Arap rehberi cebren yanında tutarak 7 Mart 1498 günü demir aldı. Mütevazı Şirazi sultanlığında yaşayan coğrafya ve matematik bilgini İbni Macid'in adını kimse bilmez; fakat Ümit Burnu denince akla kaşifi olarak Vasco Da Gama gelir; tabii sahtekârlığını gizlemeyi de ihmal ederler.

İlmi konularda Batılıların pek çok sabıkası vardır. Rahmetli Ali İhsan Yurd ağabeyimiz gerçek bir Akşemseddin uzmanıydı. Yaptığı çalışmada Akşemseddin Hazretleri'nin sadece mutasavvıf değil, devrinin en iyi hekimi olduğunu, tıp tarihinde ilk defa mikrop konusunu ileri sürdüğünü, hastalıkların da pek çoğunun bu yolla bulaştığını okuyoruz. Ondan yüz yıl sonra İtalyan hekim Fracastar aynı şeyi tekrarladı. Daha sonra da Lee Uween Hoeh'in mikrobu bulduğu, botanikçi Von Linne'nin de tıp kitaplarında yer alıyor. Bu üç Avrupalının tıp literatüründe adlarının geçmesi, Akşemseddin'in geçmemesi bize bir sorumluluk yüklemiyor mu?

Kuduz mikrobunu ve aşısını bulan Pasteur, lise öğrencilerine okutulurken çiçek aşısını bulmakla insanlığı büyük bir afetten kurtaran Akşemseddin'den okullarda söz edilmemesini nasıl izah edebiliriz? Sadece basit bir ihmal mi? Yoksa İbni Macid'i silip Vasco Da Gama'yı öne çıkaran Batı'nınkinden başka kültür ve medeniyet olmadığını zihinlere çakmak projesinin bir uzantısı mı?
19/02/2007

www.zaman.com.tr
 

Bilgi / İnfo

satcafesi.net kar amacı gütmeyen bilgi & paylaşım üzerine kurulu ücretsiz bir forum sitesidir,Üyeler her türlü bilgiyi,dosya,video,resim,vs. önceden onay olmadan paylaşabilmektedir,bunedenle oluşacak herhangi bir illegal paylaşımdan satcafesi sorumluluk almamaktadır,T.CK.na aykırı paylaşım görüldüğünde iletişim kısmından bizlere bildirmenizi rica ederiz.

Yasal Haklar

Foruma gönderilen mesajlardan öncelikle mesaj sahipleri sorumludurlar. Forum yöneticileri başkalarının mesaj veya konularından sorumlu tutulamazlar. Ancak yasal nedenlere bağlı herhangi bir şikayet durumunda, yetkililer bilgilendirildiği takdirde ilgili düzenleme yapılacaktır.
Üst